Madde ile Mânânın; Ruh ile Vücûdun; Akıl ile Zekânın Buluştuğu Adres
Abdülhakim ALTUNTOP -- İSLAM ve BİLİM
KAZA ve KADER NEDİR?
*
Kader : Yüce Allah'ın, kâinatta olmuş ve olacak her şeyi, bütün vasıflarıyla, bütün
hâlleriyle ezelden ebede kadar olacak bütün şeylerin zaman ve yerini,
özellik ve niteliklerini, ezeli ilmiyle bilmesi ve daha onu yaratmadan önce, her
şeyiyle, levh-i mahfuz denilen kader levhasında yazmış olması, bir tertip
ile kaydedilmesi demektir.
Kısaca: "Allah’ın, olmuş ve olacak her şeyi bilmesi" olarak da tarif edilebilir.
Allah'ın ilim ve irade sıfatlarıyla ilgili bir kavram olan
kader, evreni, evrendeki tüm varlık ve olayları belli bir nizam ve ölçüye göre
düzenleyen ilahi kanunu ifade eder.
* Dikkat edecek olursak, insan iradesi yok sayılmıyor.
Bilmek ayrı, yapmak ayrıdır. Bilen Allah’tır, yapan ise kuldur. Bunu iyi ayırmak
gerekir.
* İnsanlar hayatındaki olayları ancak
yaşadıkları zaman öğrenebilirler. Ama Allah tüm bunları, insanlar henüz
karşılaşmadan önce de bilendir. Allah için geçmiş, şu an ve gelecek zaman
birdir. Hepsi de Allah'ın ilmi ve kuşatması altındadır. Çünkü bunların hepsini
yaratan O'dur.
* Bizim kaderimiz geçmişte yazılıdır.
Buradaki ince nokta, Allah öyle yazdığı için yapmıyoruz; biz yapacağımız için
Allah biliyor. Zaten Allah’ın geleceği bilmemesi düşünülemez.
* Kader hakkında birçok Ayet-i Kerime
vardır. Birkaçının meali şöyledir:
(Ölümü Allahın iznine bağlı olmayan hiç kimse yoktur.) [Al-i
İmran, 145]
(Ölüm zamanını takdir eden ancak Allahtır.) [Enam, 2]
(Yaptıkları küçük büyük her şey, satır satır kitaplarda
yazılmıştır.) [Kamer, 52, 53]
(Her ümmetin bir eceli vardır, gelince ne bir an geri kalır,
ne de bir an ileri gider.) [Araf, 34]
* Allahü teâlânın kullarının ne
yapacaklarını bilmesi, kulun yapacağı işlere tesir etmez. İşte Allahü teâlânın
da, kulların kendi istekleri ile günah veya sevab işleyeceklerini, Cennete veya
Cehenneme gideceklerini bilmesi kulların işlerine müdahale sayılmaz. Mesela bir
öğretmenin, tembel talebesinin imtihanı kazanamayacağını önceden bilmesi, o
talebenin imtihanına tesir etmez. Talebe imtihanı kazanamayınca (Sen benim
kazanamayacağımı imtihana girmeden önce söyledin) diyerek suçu öğretmene
yüklemesi haksızlık olur.
* Tembel bir talebenin dersinden zayıf
alacağını öğretmenin bilmesi, o talebe için kötülük olmaz. Öğretmen talebeye
kötülük yaptı denemez. Talebe kendi arzusu ile çalışmamıştır. Günah işleyen
insan da, kendi iradesi ile günâh işlemiş ve karşılığında da ateşde yanacakdır.
Herşeyin Hâlıkı Allahü teâlâdır. Tabii ki, kul bir işi yapmadan önce Allahü
teâlâ bilir. Bu bilme kul için bir kötülük değildir. Kaza ve kader imânın
şartıdır. (günah işliyeceğim ezelde yazılmış ise, çalışmam fayda vermez) diyerek
emirleri terk etmek ve yasakları da yapmak doğru değildir. Böyle düşünceleri
kalbe getirmemeye çalışmalıdır.
* * Usta, plândaki ölçülere göre binayı
yapmamışsa, demir ve harç gibi lüzumlu maddeleri kullanmamışsa o bina çöker.
Bina çökünce kabahat, plânı çizen mimar mühendise bulmak haksızlık olur.
Allahü teâlâ, insanlara (İrâde-i cüz’iyye) ihsân etmiştir. Bu
irâdelerini kullanarak, sevâp iyilik yaratılmasını isteyenler, sevap; kötülük
yaratılmasını isteyenler günah kazanır. Allahü teâlâ insanların istekli işlerini
onların irâdeleri ile yaratılmasını ezelde dilemiştir. İşlerin insan irâdesi ile
yaratılması, ezeldeki ilâhî irâde ile yaratılması demektir.
Mimar mühendisin plânına uymayan ustanın binası çöktüğü
gibi, Allahü teâlânın peygamberleri vâsıtasıyla gönderdiği plânına (emir ve
yasaklarına) uymayan insan kendi eliyle felâketini hazırlamış demektir.
Kader, ileride yaratılacak şeyleri, Allahü teâlânın ezelde bilmesidir.
Yaratacağı şeyleri bilemiyen ilâh olmaz.
Allahü teâlâ, Nisa Sûresi 78. âyet-i kerimesinde
buyuruyor ki:
(Ey insan, sana gelen her iyilik, Allahü teâlânın
ihsânı olarak, ni’meti olarak gelmektedir. Her dert ve belâ da, kötülüklerine
karşılık olarak gelmektedir. Hepsini yaratan gönderen Allahü teâlâdır.)
Görüldüğü gibi, hayrı da şerri de Allahü teâlâ
göndermektedir. İyiliğe lâyık olmadığımız halde ihsân ederek ni’metler
göndermektedir. Büyük belâlara müstehak olduğumuz halde, yine merhamet ederek
çok az dert ve müsibet göndermektedir.
*
* Allahü teâlâ’nın, bir insanın Cennetlik ve
Cehennemlik olduğunu bilmesi, kulun fiillerine tahakküm değildir. Teşbihte hatâ
olmasın. Bir astronomi âlimi (astronom), güneşin bir sene içinde ne zaman doğup,
ne zaman batacağını hesaplıyarak takvime yazsa, güneş takvimde bildirilen
saatlerde doğup batacaktır. Şimdi kim diyebilir ki, astronom, takvime yazdığı
için güneş, o saatte doğup batıyor?
Görüldüğü gibi astronomun güneşin doğup batmasını önceden bilmesi
güneşin hareketine te’sir etmemektedir. İşte Allahü teâlânın, bir kulun
Cennnetlik veya Cehennemlik olduğunu ezeli ilmi ile bilmesi, kulun fiillerine
cebri bir müdahale değildir. Nitekim Seyyid Abdulhakim Efendi hazretleri
buyurmuştur ki (Kader, ilm-i tekatdümdür, cebr-i tahakküm değildir.) Ya`ni
kader, Allahü teâlâ’nın ezeli ilmi ile bilmesidir, cebrî tahakküm değildir.
Cenâb-ı Hak, kâmil sıfatlarla muttasıftır. Kulların başlarına gelecek işleri
bilmeyen zâta ilâh denir mi?
*
*
*
* Kaza Nedir?
* Kaza ise: Allahü
Teâlâ'nın ezelde, ilmi üzerine takdir ve tesbit etmiş olduğu şeyleri, zamanı
gelince, ezeldeki ilim ve iradesine uygun olarak icat etmesi ve yaratmasıdır.
Kader, Allahü Teâlâ'nın ezelî olan İlim ve İrade
sıfatına; Kaza da Tekvin sıfatına racidir.
*
Demek ki kader Allah’ın ilminin bir neticesi, kaza ise Allah’ın kudretinin bir
tecellisidir. Yani Allah ilmiyle yazmış, kudretiyle de yaratmıştır. Yazı,
kaderdir; yaratmak, kazadır.
* Mesela bir insanın ne zaman doğacağı ve ne zaman öleceği önceden
takdir edilmiştir. İşte bu takdir, kaderdir. O insanın vakti geldiğinde doğması
ve vakti geldiğinde ölmesi, yani doğum ve ölüm hadiselerinin yaratılması ise
kazadır.
*
* Tariflerden anlaşılacağı üzere, Kader-kaza
ilişkisi bu anlamda öncelik ve sonralık göstermektedir. Zira kader önce, kaza
ise sonradır. Yani, önce bir varlık hakkında Allahu Teala’nın takdiri olur, daha
sonra kazası gerçekleşir. Bu varlık/madde âleminde gerçekleşen her olay hem
kader hem de kazadır. Şayet (Allah’ın bildiği bir hikmet sebebiyle)
gerçekleşmedi ise; bu kaderdir.
*
*
* *
KADER'E, HAYR VE ŞER'RE
İNANMAK:
* Kadere ve hayr ve
şerrin Allahü teâlâdan geldiğine inanmak, Îmânın şartlarından biridır. Kaderin
ma’nâsını türkcede (alın yazısı) diye ifâde ediyoruz. Allahü teâlâ, her kulunun
başından geçecek herşeyi evvelden bilir. Kaderi değişdirmek kimsenin elinde
değildir. Dilerse gene Allahü teâlâ değişdirir. Kader, Allahü teâlânın bir
sırrıdır.
Hayr ve şer Allahü
teâlâdan gelir. Çünki, küllî irâde Allahü teâlâdadır. Allahü teâlâ, kullarına da
cüz’î irâde vermişdir. İşte, bu cüz’î irâdeyi Allahü teâlânın emr etdiği yolda
kullananlar, mükâfâtlanırlar. Fenâ yollarda kullananlar da, cezâlandırılır.
İnsanları Cennete veyâ Cehenneme götüren, işte bu cüz’î irâdedir. Bir müslimânın
içki içmesi, cüz’î irâdesini Allahü teâlânın emrine muhâlif olarak
kullanmasıdır. Başka bir müslimânın içki içmemesi cüz’î irâdenin Allahü teâlânın
emrine göre kullanılması demekdir. Bunun gibi bir insanın cüz’î irâdesini iyi
veyâ kötü istikâmetde kullanması kendi elindedir.
Kulun, cüz’î irâdesini
kötü istikâmetde kullanması ile, Allahü teâlâ, o kula, şer getirir. O hâlde
şerri hâzırlayan gene kuldur. Allahü teâlâ, zâlim değildir. Bil’akis Allahü
teâlânın merhameti, bir annenin evlâdına olan merhametinden çok üstündür.
Bununla berâber, sebebini bilmediğimiz şerrin hikmetini ancak Allahü teâlâ
bilir. Allahü teâlânın her irâdesinin ve her tecellîsinin sebebini ve hikmetini
anlamak, kullar için çok zemân mümkin olmaz
*
* * İrâde-i Cüz'iyye Nedir?
* İrâde-i cüz'iyye kullarda bir hâldir.
Kullar irâde-i cüz'iyyellerini kullanmakta serbesttir. Mecbûr değildir. Allahü
teâlânın kul irâde etmeden de yaratması câiz ise de ihtiyârî (istekli) işleri
yaratmaya, kulların kalblerinin ihtiyâr ve irâde etmesini sebeb kılmıştır. İrâde-i
cüz'iyyemizin sebeb olması da Allahü teâlânın irâdesi iledir. Kul bir işi
yapmağı irâde-i cüz'iyyesiyle dileyip tercih edince, Allahü teâlâ da o işi irâde
ederse, onu yaratır.
* İnsanların işleri yalnız irâde-i cüz'iyye ile meydana gelmez.
Yâni insanın her istediği vücûde gelmez. Yalnız Allahü teâlânın irâdesi ile de
yaratmak âdeti değildir. Bunun için, insanlar işlerinde mecbûr değildirler.
İnsan irâde eder. Hareket etmesini ister, kudretini kullanır, Allahü teâlâ da,
irâde ederse, iş meydana gelir. Şeytan, (İnsan, Allahü teâlâ isterse ibâdet
yapar, istemezse yapmaz. O hâlde insan, işleri yapıp yapmamakta cebr
olunmaktadır. İnsan çalışsa da, çalışmasa da, ezeldeki kaza ve kader hâsıl
olacaktır) diyerek aldatmaktadır. İnsanın işleri ezeldeki takdîr ile meydana
geliyor ise de, meydana gelmeleri için, önce kul irâde-i cüz'iyyesini
kullanmaktadır. İşin yapılmasını veya yapılmamasını istemektedir. İnsanın
işlerini Allahü teâlânın ezelde takdîr etmesi demek, insanın neleri irâde
edeceğini bilmesi ve dilemesi demektir. Bunları Levh-ül-mahfûzda yazmıştır.
Böyle olduğu için, kulun mecbûr olması lâzım gelmez. Bir kimse, birisinin bir
günde yapacağı şeyleri bilse ve bunları yapmasını irâde etse ve hepsini bir
kâğıda yazsa, bunları yapacak olan kimse, o kimsenin mecbûru olmaz.
Yapacaklarımı biliyordun ve yapılmasını istedin ve kâğıda yazdın. O hâlde,
bunları sen yaptın da diyemez. Çünkü, bunları kendi irâdesi ile ve kendisi
yapmıştır. O kimsenin bildiği ve dilediği ve yazdığı için yapmamıştır. Allahü
teâlânın ezelde bilmesi ve dilemesi ve levh-ül-mahfûza yazması da, insanları
mecbûr etmek olmaz. Allahü teâlâ ezelde dilediği için, levh-ül-mahfûza
yazmıştır. Kulun yapacağını bildiği için, yapılmasını irâde etmiştir. Allahü
teâlânın ezeldeki bilgisi, kulun kendi irâdesi ile yapacağı işe bağlıdır. Kulun
işi de, Allahü teâlânın bu ilmi ve irâdesi ile ve yaratması ile meydana
gelmektedir. Kul, irâdesini kullanmazsa, Allahü teâlâ, kulun irâdesini
kullanmıyacağını ezelde bilir ve bildiği için irâde etmez ve yaratmaz. Demek ki,
ilim mâlûma tâbidir. İnsanların irâdesi olmasaydı da, insanların işleri yalnız
Allahü teâlânın irâdesi ile yaratılsaydı, insanlar mecbûrdur denilirdi. Ehl-i
sünnet mezhebine göre, insanların işleri, insanın kudreti ile Allahü teâlânın
kudretinin birlikte te'sîri ile meydana gelmektedir.
* İnsanlar kendilerine ihsân edilmiş olan irâde-i cüz'iyyelerini
kullanarak iyilik yaratılmasını ister ve sevâb kazanırlar. Kötülük yaratılmasını
isteyen günâh kazanır. Bunun için hep iyilik yapmayı düşünmeli, hep iyilik
istemeliyiz.
*
* * İnsanların kalbleri ile veyâ bedenleri
ile yapdıkları her işin ve canlılarda ve cansız şeylerde meydâna gelen her işin,
Allahü teâlânın ezelde bilmesi ve dilemesi ve halk etmesi ile olmalarına (Kader)
ve (Takdîr) denir. İnsan birşeyi yapmağı veyâ terk etmeği ihtiyâr ve irâde eder
ya’nî kuvvetini kullanır. Sonra, Allahü teâlâ da, bunu irâde eder, kudretini
kullanırsa, bu şey olur. İlk ikisine (Kesb), son ikisine (Halk) denir. Bu şeyi
Allahü teâlâ, beğenirse (Tâ’at) olur. Bunun için, insana âhıretde (Sevâb)
verilir. Bir tâ’at yapılırken, sevâb kazanmak niyyet edilirse, (Kurbet) olur.
Beğenmezse (Ma’sıyyet), ya’nî günâh olur. Âhıretde (İtâb) veyâ (İkab) olunur.
Mekrûh işliyen veyâ müekked sünneti özrsüz terk etmeği âdet edinen, itâb olunur,
azarlanır. Farzı terk eden veyâ harâm işliyen, tevbesiz ölür ve şefâ’ate, afva
kavuşmazsa, ikab olunur, yanar. İnsanda ihtiyâr ve irâde ve kudret, ya’nî kesb
bulunduğuna inanmıyan (Mürted) olur.
*
*
* İnsanlar bir âlet, bir vâsıtadır. Kâtibin
elindeki kalem gibidir. Şu kadar var ki, kendilerine ihsân edilmiş olan (İrâde-i
cüz'iyye)lerini kullanarak, iyilik yaratılmasını isteyen sevap kazanır. Kötülük
yaratılmasını isteyen, günah kazanır. Bunun için, hep iyilik yapmayı düşünmeli,
hep iyilik yapmayı istemeliyiz! İyi şeyleri öğrenmeliyiz. İyiliklerin kaynağı
olan (Ehl-i sünnet) âlimlerinin kitaplarını okuyup, iyiyi, kötüyü anlamalıyız.
* Ehl-i sünnet âlimleri diyor ki, kulların istekli
hareketlerini, işlerini Allahü teâlâ îcâd etmekde, yaratmakdadır. Onun kudreti
ile var oluyorlar. Fekat, insanın kudreti de karışmakdadır. İstekli
hareketlerimiz, Allahü teâlânın kudreti ile (Yaratılır) ve bizim kudretimiz ile
(Kesb edilmiş) olur.
* * İnsanların her işini, istekli ve isteksiz, bütün hareketlerini
yaratan Odur. Kulların, ihtiyârî, ya’nî istekli hareketlerini, işlerini
yaratması için, kullarında (İhtiyâr) ve (İrâde) yaratmış, bu seçme ve
dilemelerini, işleri yaratmasına sebeb kılmışdır. Bir kul, birşey yapmağı
ihtiyâr edince, isteyince, Allahü teâlâ da dilerse, o işi, yaratır. Kul istemez
ve dilemez, Allahü teâlâ da dilemezse, o şeyi yaratmaz. O şey, yalnız kulun
dilemesi ile de yaratılmaz. O da dilerse yaratır. Kullarının istekli işlerini
yaratması, birşeye ateş değerse, o şeyde yakmağı yaratması, ateş değmezse,
yakmağı yaratmaması gibidir. Bıçak değince, kesmeği yaratmakdadır. Kesen, bıçak
değildir, Odur. Bıçağı, kesmek için sebeb kılmışdır. Demek ki, kulların istekli
hareketlerini, onların ihtiyâr etmeleri, hareketi tercîh etmeleri ve dilemeleri
sebebi ile yaratmakdadır. Fekat tabî’atdeki hareketler, kulların ihtiyâr
etmelerine bağlı değildir.Bunlar, yalnız Allahü teâlâ dileyince, başka
sebeblerle yaratılmakdadır. Herşeyin, güneşlerin, zerrelerin, damlaların,
hücrelerin, mikropların, atomların maddelerini, özelliklerini, hareketlerini
yaratan yalnız Odur. Ondan başka yaratıcı yokdur. Ancak, cansız maddelerin
hareketleri ile, insan ve hayvanların ihtiyârî, istekli hareketleri arasında şu
ayrılık vardır ki, kullar bir şeyi yapmağı ihtiyâr, tercîh edince ve dileyince,
O da dilerse, kulu harekete geçiriyor ve yaratıyor. Kulun hareket etmesi kulun
elinde değildir. Hattâ nasıl hareket etdiğinden haberi bile yokdur. [İnsanın her
hareketi, nice fizik ve kimyâ olayları ile hâsıl olmakdadır.] Cansızların
hareketlerinde (İhtiyâr etmek) yokdur. Ateş değdiği zemân, yakmak yaratılması,
ateşin yakmağı tercîh etmesi ve dilemesi ile değildir.
* [Sevdiği, acıdığı kullarının, iyi, fâideli isteklerini, O da
ister ve yaratır.Bunların kötü ve zararlı isteklerini, O istemez ve yaratmaz. Bu
kullarından hep iyi, fâideli işler hâsıl olur. Bunlar, birçok işlerinin hâsıl
olmadığı için üzülürler. Bu işlerin zararlı oldukları için yaratılmadığını
düşünmüş, anlamış olsalardı, hiç üzülmezlerdi. Bunun için sevinirler, Allahü
teâlâya şükr ederlerdi. Allahü teâlâ, insanların ihtiyârî, istekli işlerini,
onların kalblerinin ihtiyâr ve irâde etmelerinden sonra yaratmağı, ezelde irâde
etmiş, böyle olmasını dilemişdir. Ezelde böyle dilemeseydi, istekli
hareketlerimizi de, biz istemeden, hep O zorla yaratırdı. İstekli işlerimizi biz
istedikden sonra yaratması, ezelde, böyle istemiş olduğu içindir. Demek ki, Onun
irâdesi hâkim olmakdadır].
* Kulların istekli hareketleri, iki şeyden meydâna
gelmekdedir: Birincisi, kulun kalbinin ihtiyâr ve irâdesi ve kudreti iledir.
Bunun için, kulun hareketlerine (Kesb etmek) denir. Kesb, insanın sıfatıdır.
İkincisi, Allahü teâlânın yaratması, var etmesi iledir. Allahü teâlânın emrler,
yasaklar, sevâblar ve azâblar yapması, insanda kesb bulunduğu içindir. (Saffât)
sûresinin doksanaltıncı âyet-i kerîmesinde meâlen, (Allahü teâlâ, sizi yaratdı
ve işlerinizi yaratdı) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, hem insanlarda kesb, ya’nî
hareketlerinde kalbinin ihtiyârı ve (İrâde-i cüz’iyye)si bulunduğunu
göstermekdedir. Cebr olmadığını açıkça isbât etmekdedir. Bunun için (İnsanın
işi) denilmekdedir. Meselâ, Alî vurdu, kırdı denir. Hem de, herşeyin kazâ ve
kaderle yaratıldığını belli etmekdedir.
* Kulun işinin yapılmasında, yaratılmasında, önce bu işi kulun
kalbinin ihtiyâr ve irâde etmesi lâzımdır. Kul, kudreti dâhilinde olan şeyi
irâde eder.Bu isteğe ve dilemeğe (Kesb) denir. Âmidî merhûm, bu kesbin, işlerin
yaratılmasında sebeb olduğunu, te’sîr etdiğini bildiriyor. Bu kesbin ihtiyârî
olan işin yaratılmasına te’sîri olmaz demek de zarar vermez. Çünki, yaratılan iş
ile kulun istediği iş, başka değildir. Demek ki, kul her istediğini yapamaz.
İstemedikleri de var olabilir. Kulun, her istediğini yapması, her istemediğinin
olmaması, kulluk değildir. Ulûhiyyete kalkışmakdır. Allahü teâlâ, lutf ederek,
ihsân ederek, acıyarak, kullarına muhtâc oldukları kadar ve emrlere, yasaklara
uyabilecek kadar kuvvet ve kudret, ya’nî enerji vermişdir.Meselâ, sıhhati ve
parası olan kimse, ömründe bir kerre hacca gidebilir. Gökde Ramezân hilâlini
[ayı] görünce, her sene bir ay oruc tutabilir. Yirmidört sâatde, beş vakt farz
olan nemâzı kılabilir. Nisâb mikdârı malı, parası olan, bir hicrî sene sonra,
bunun kırkda bir mikdârı altın ve gümüşü ayırıp müslimânlara zekât verebilir.
Görülüyor ki, insan kendi istekli işlerini, isterse yapar, istemezse, yapmaz.
Allahü teâlânın büyüklüğü, buradan da anlaşılmakdadır. Câhil ve ahmak olanlar,
kazâ, kader bilgilerini anlıyamadıkları için, Ehl-i sünnet âlimlerinin sözlerine
inanmaz. Kulların kudret ve ihtiyârlarında şübhe ederler. İnsanı, istekli
işlerinde âciz ve mecbûr sanırlar. Ba’zı işlerde kulların ihtiyârı olmadığını
görerek, Ehl-i sünnete dil uzatırlar. Bu bozuk sözleri, kendilerinde irâde ve
ihtiyâr bulunduğunu göstermekdedir.
* Bir işi yapıp yapmamağa gücü yetmeğe (Kudret) denir.
Yapmağı veyâ yapmamağı tercîh etmeğe, seçmeğe (İhtiyâr), istemek denir. İhtiyâr
olunanı yapmağı dilemeğe (İrâde), dilemek denir. Bir işi kabûl etmeğe, karşı
gelmemeğe (Rızâ), beğenmek denir. İşin yapılmasına te’sîr etmek şartı ile, irâde
ile kudretin bir araya gelmesine (Halk), yaratmak denir. Te’sîrli olmıyarak bir
araya gelmelerine (Kesb) denir. Her ihtiyâr edenin, hâlık olması lâzım gelmez.
Bunun gibi, her irâde edilen şeyden, râzı olmak lâzım gelmez. Allahü teâlâya
hâlık ve muhtâr denir. Kula, kâsib ve muhtâr denir.
* Allahü teâlâ, kullarının tâ’atlarını, günâhlarını irâde
eder ve yaratır. Fekat, tâ’atden râzıdır. Günâhdan râzı değildir, beğenmez.
Herşey, Onun irâde ve halk etmesi ile var olmakdadır. En’âm sûresinin yüzikinci
âyet-i kerîmesinde meâlen, (Ondan başka ilah yokdur. Herşeyin hâlıkı, ancak
Odur) buyurulmuşdur.
*
*
* Hayır ve şer Allahdandır. Kulun istediği her
şey, o da irade ederse, dilerse meydana gelir. Kullar, kendilerine ihsân edilmiş
olan (irâde-i cüz’iyye)lerini kullanarak, iyilik yaratılmasını isteyen sevap,
kötülük yaratılmasını isteyen günah kazanır. Allahü teâlâ, insanların istekli
işlerini onların iradeleri ile yaratılmasını ezelde dilemiştir. İşlerin, insan
iradesi ile yaratılması, ezeldeki ilâhi irade ile yaratılması demektir. Kaza
kader konusunu şöyle bir misâlle anlatalım!
Bir bakkal, şarapla süt satmaktadır. Şarap isteyen
müşteriye bakkal, şarabın zararlarını, sütün faidelerini anlatır. Müşteri
şarapta ısrar ederse, bakkal şarabı verir, sütü isterse sütü verir. Şarabı
isteyip alan kimse, içip içip iyice sarhoş olup başını elektrik direğine
çarparsa kabahati bakkala bulması haksızlık olur. İşte Allahü teâlâ, insanları
iyilik ve kötülük işlemede serbest bırakmıştır. Sadece serbest bırakmakla
kalmamış, iyiliğin faidelerini, kötülüğün zararlarını da bilmiştir. Artık
dileyen Allahın emirlerine uyarak ebedi saadete kavuşur. Dileyen de emir
dinlemezse ebedi felakete maruz kalır.
*
* * Levh-i Mahfuz Ne Demektir?
* Arapça'da korunmuş levha demektir.
İslâm'da olmuş ve olacak her şeyin yazılmış olduğu manevî levhayı dile getirir.
Olmuş ve olacak şeyler Allah'ın bilgisine bağlı olduğundan Levh-i Mahfuz
doğrudan Allah'ın ilim sıfatı ile ilgilidir. Korunmuş (mahfuz) olarak
nitelenmesinin nedeni, burada yazılı olan şeylerin herhangi bir müdahale ile
değiştirilmekten, bozulmaktan uzak olmasıdır. Kur'an'da Ümmü'l-Kitap (Kitapların
Anası, Ana Kitap), Kitabun Mübin (Apaçık Kitap), Kitabun Hafîz (Koruyan Kitap),
Kitabın Meknun (Saklanmış Kitap), İmamun Mubin (Apaçık İnen Kitap) ve sadece
kitap olarak da anılır. İnsanların başlarına gelecek şeyleri de ihtiva ettiği
için Kitabul-Kader (Kader Kitabı) da denir.
Levh-i Mahfuz adı Kur'an'da yalnız bir ayette geçer. Bu
ayette Kur'an'ın Levh-i Mahfuz'da bulunduğu bildirilir (el-Buruc, 85/22), ancak
hiçbir tanım getirilmez. Buna karşılık birçok ayette nitelikleri belirtilerek
tanımlanır. Buna göre Levh-i Mahfuz içinde hiçbir şeyin eksik bırakılmadığı (el-En'âm,
6/59), olacak şeylere ait bilgileri saklayan (Kaf, 50/4), yeryüzü ve insanlarla
ilgili tüm olay ve oluşların yazılı bulunduğu (el-Hadid, 57/22) her şeyin
sayılıp tesbit edildiği (Yasin, 36/12), gökte ve yerdeki tüm gizliliklerin
açıkça belirtildiği (en-Neml, 27/75), temiz yaratılan meleklerden başka kimsenin
dokunamayacağı apaçık, korunmuş, koruyan, saklanmış ve ana kitap'tır. Şeyhü'l-İslâm İbn-i Kemal'e göre, Levh-i mahfuz, korunmuş levha demektir.
Olmuş ve olacak her şeyin yazılı olduğu kitap anlamındadır. Sonradan
yaratılmıştır. Melekler levh-i mahfuzu görürler. Allahü teâlâ, dilerse levh-i
mahfuzda değişiklik yapabilir. Mesela, insanın işine göre ömrü ve rızkı değişir.
İyiler kötü, kötüler iyi olarak değiştirilebilir.
* .... "Ümmü'l-Kitap" veya "İmam-ı Mübîn" de
diyeceğimiz "Levh-i Mahfuz" her şeyin ilmî mebdei, temeli, esası, hendesesi;
asla değişmeyen ama bütün değişip dönüşmelere birden bakan; evveli-âhiri aynı
anda gören, illeti mâlûlle, sebebi müsebbeple beraber kuşatan lâyetebeddel ve
lâyetegayyer bir ana kitap, nezd-i ulûhiyetçe bir ta'yîn-i has, bütün
taayyünlerin onun satırlarında yer aldığı bir defter-i kebîr ve mânevî bir
tibyândır; şeriat-ı fıtriyenin dünü-bugünü, kavâid-i şer'iyenin
geçmişi-geleceği, her nesne ve her hâdisenin ilk şekli ve son durumu (min haysü
hüve hüve) bu levhada münderiç ve mündemiç bulunmaktadır. İşte "Levh-i Mahfuz"
böyle bir levhadır ve onun keyfiyet ve mâhiyeti konusunda bir şey söylememiz
mümkün değildir; söyleyemeyiz de…
*
*