*
ENDÜSTRİ Devrimi’nden sonra Batı dünyasında
geliştirilen ve sonra tüm dünyaya yayılan teknolojiye modern teknoloji diyoruz.
Bu meselede dünyadaki mevcut durumun analizine ihtiyaç var. Ondan sonra,
Müslümanların nasıl bir tavır takınması gerektiği üzerinde durabiliriz.
Bugün Müslüman dünyada güç ve refah getiren teknolojinin hiçbir türüne ne
hükümet ne ferd düzeyinde bir direnç gösterilmiyor. Beyne gönderdiği dalgaların
zararlı etkileri kanıtlanmış olan cep telefonları dahi hiçbir dirençle
karşılaşmadan yayılmaya devam ediyor. Bu açıdan bakıldığında, sanki bu
teknolojilerin yayılmasının olumsuzluğundan bahsetmenin bir faydası yok gibi.
Aslında bu konuda insanları aydınlatması beklenen fikir erbabı iyi bir
performans ortaya koysaydı, bugün durumumuz çok daha iyi olurdu.
Teknoloji kelimesi, esasında Yunanca bir
kelime ve “yapmak” kökünden türemiş. Bir anlamı da “sanat.” Ama bugün Batı’da
teknoloji ile sanat arasında kapatılamaz bir uçurum var. Doğu’da ise bu ikisi
arasında hâlâ bir akrabalık bağı olduğu söylenebilir.
Endüstri Devrimi’nden
önce insan hayatı, elle yapılan sanat ürünleriyle çevriliydi. Makinelerin icat
edilmesi ve makine üretiminin yaygınlaşmasıyla, çevremiz nitelikçe değişti.
Antik dönemde el-Cezir ve diğer Müslümanlar tarafından üretilmiş su değirmenleri
ve kompleks saatler vardı. Ama kullanılan sıradan eşyalar yine el maharetiyle
yapılıyordu. Bunların manevi bir değeri vardı. Örneğin, ilginçtir, Müslüman
bilim adamlarının yaptığı karmaşık makineler, çoğunlukla oyun ve eğlence içindi.
Bunlar üretimi artırmak ya da kâr maksadıyla tasarlanmadı hiçbir zaman.
Geleneksel teknoloji ve
modern makine
Geleneksel teknolojiler
ile modern makine arasındaki farkı iyi anlamak zorundayız. Geleneksel
teknolojiler, bizim elimizin, duygularımızın bir uzantısıdır. Nasıl bedenimiz
ruhumuzun bir uzantısı ise, geleneksel teknolojiler de bedenimizin bir
uzantısıdır. Aralarında mükemmel bir uyum vardır. Oysa modern makine insan
üzerinde egemenlik kurar. Bir örnek vermek gerekirse, siz Müslüman dünyasında
bir gezinti yaparsanız, elinde çekici ve keskisiyle oturmuş duvara, taşa ya da
ağaca ilginç geometrik figürler çizen ustalar görürsünüz. Burada teknoloji ve
tasarım bilgisi ustanın bizzat kendisindedir ve kullandığı araçlar da son derece
basittir. Ama siz Ditroit’teki araba fabrikasına giderseniz, oradaki işçiler
yaptıkları işin teknolojisi hakkında çok az bilgiye sahiptirler; işleri sadece
birkaç düğmeye basmaktır. Teknoloji hakkında bilginin tamamı makinenin içinde
saklıdır. Bu, bir anlamda, insanda olması gereken yapıp-etme kabiliyetinin ve
sanat becerisinin makineye aktarılmış olmasıdır.
Şimdi, bilgisayarlarla bu sürecin ikinci
adımı atılıyor. İnsan beynindeki bilgi, makinelere transfer ediliyor. Şu anda
üniversitede öğrendiği kavramları telaffuz edemeyen öğrencilerim var benim. Bu
konuda bile bilgisayarların telaffuz işlevine güveniyorlar. Bilgisayarlar
onların yerine yaptığı için matematik problemlerine kafa yormayan öğrenci sayısı
çığ gibi artıyor. Görünen şu ki, bilgisayarlar yavaş yavaş zihinleri boşaltıyor;
tıpkı makinelerin daha önce insan elinin maharetini boşaltması gibi
İşte, modern teknolojinin yaptığı bu!
Modern teknoloji, insan ile üretim araçları arasındaki ilişkiyi değiştiriyor.
Hem insanın sanatsal üretkenliğini öldürüyor, hem de yapılan işin manevî
içeriğini boşaltıyor. Fabrikada çalışan işçilerin canlarının sıkılması da bu
yüzden. Ve işçilerin yaz aylarında uzun tatil ihtiyacı hissetmesinin sebebi de
bu. Oysa, geleneksel toplumda tatil diye bir anlayış yoktu. İş dediğimiz
faaliyetin manevî içeriği makineler sebebiyle buharlaşmamıştı.
İyi niyet yeterli mi?
Teknolojinin nötr
olduğunu söyleyenleri yeniden düşünmeye davet ediyorum. “Senin niyetin düzgün
ise teknolojiyi iyi amaçla kullanırsın; kötü ise kötü amaçla kullanırsın”
önermesi, boş bir laftır. Elbette senin niyetin düzgünse, birilerinin üstüne
atom bombası atmazsın, ama iyi niyetle otomobil kullanırken de, çevreyi
kirletiyoruz. O yüzden bu mesele, basit bir şekilde, teknolojinin iyi
kullanımı-kötü kullanımı sorunu değil. Daha başka şeyler var.
Teknolojinin kendisi, belli bir “teknoloji kültürü” dayatıyor ve bu kültür,
ölümlü bir varlık olan insanın ruhunu acıtıyor, temeli insan ile eşya arasında
manevî bir ilişki üzerine oturan geleneksel toplum yapısını bozuyor. Halbuki
insanın eşya üzerine uyguladığı sanat, asıl Sanatkâr’ın (el-Sani’) sanatının bir
yansımasıdır. Modern teknolojiyle gelen kültür, en başta bu bağı yok ediyor.
Geleneksel toplumda her şeyin Allah ile rabıtası vardı. Basit bir taraktan
edebî şiir yazmaya kadar her alanda yaratışa uygun güzellikte iş yapma vizyonu
hâkimdi. Oysa araba süren insan, merhametli de olsa, camiye gidiyor da olsa,
gece kulübüne gidiyor da olsa, bir yandan çevreyi tahrip ederken, bir yandan
ilâhî yaratışla bağını en azından Sanî ismine ayna olma noktasında kesip
atmaktadır.
Bir çoğumuz hayatın kutsallığının günlük dualarımızı okumakla
süreceğini düşünüyoruz. Keşke olabilse! Evet, onlar dinin direğidir, ama bir de
manevî bir renge boyamamız gereken hayatın geri kalanı var. İslâm’da her işin
hem sembolik hem de kutsal boyutu vardır. Söz gelimi, tarımda çiftçi toprağı
ektiği zaman, ürün almaya kadar geçen tüm sürecin onun nazarında manevî bir
önemi vardır. Buna karşılık, makinelerle yapılan mekanik tarım, manevi
boyutların hepsini alıp götürür.
Çözüm
nerede?
Batı’da çoğu insan şöyle der: “A, bu krizin
çözümü, eski teknolojileri yenileriyle değiştirmektir.” Bunun tümüyle yanlış
olduğunu düşünüyorum. Yapılması gereken şey, modern teknolojinin tam aksine,
“tabiatı kutsal kabul eden” bakışı yeniden canlandırmaktır. Aslında Müslümanlar
gelen her yabancı teknolojiyi kullanmaktan vazgeçip, çevreye olumsuz etkisi az
olan teknolojileri kullanmayı tercih etmeliler. Kabul ediyorum, çevreyi daha az
kirleten fabrikaların nispi bir faydası vardır, ama bu fayda modern teknolojinin
çevre ve insan ruhu üzerindeki derin etkileriyle karşılaştırıldığında çok azdır.
Peki
ne yapabiliriz?
Müslüman dünyası hâlâ pek çok şeyi koruyabilir. Tarım
alanında, örneğin, genetik mühendisliği sakınılması gereken çok tehlikeli bir
uygulamadır. Büyük bir tarım sektörüne sahip olan Pakistan ve İran gibi
ülkelerde, küçük tarım alanlarını koruyarak geleneksel tarım üretimini muhafaza
edebiliriz. Ayrıca, genetik mühendisliği desteğiyle yürütülen modern tarım
üretimi, reklâmı yapıldığı ölçüde, tüm dünyayı doyurma kapasitesine sahip
değildir.
İkincisi, geleneksel İslâmî şehirleri ve insan ilişkilerini
etkileyen teknolojileri, taşıma usullerini, enerji kullanımını, diğer pekçok
teknolojiyi koruyabiliriz. İslâmî mimarinin korunması, geleneksel teknolojilerin
ve daha makul bir hayat tarzının korunmasında çok önemli bir rol oynayabilir.
Sonuçları hakkında düşünmeden, ne gelirse onaylayan bir uyurgezer gibi
olmamalıyız. Meselâ, son yirmi yılda hızla yaygınlaşan cep telefonları, aslında
ciddi ikilemlere yol açıyor. Düşünebiliyor musunuz, cep telefonu çalarken
Kâbe’yi tavaf eden hacılarımız var. İmam secdeye giderken cep telefonuna bakan
kardeşlerimiz var.
Müslümanların çoğu, tıbben olumsuz etkileri olsa dahi, Batı dünyasının
trendlerini takip ediyor. Trajikomik bir durum bu. En Batı-karşıtı olanlarımız
bile, Batı teknolojisine derin bir güven besliyor. Bu meselede çok daha seçici
bir algılamaya ihtiyacımız olduğu kesin. Birkaç yıl önce İngiltere’de bir grup
insan endüstri öncesi dönemi çağrıştıran, doğal tarım ve doğal suyla yaşanılan
küçük köyler kurdu. Bakın şu işe! Ben Müslümanlar arasında bu vizyona sahip
birilerini göremiyorum.
Özetle, Müslüman dünya sanata dayalı
üretim geleneğini korumak zorunda. Çünkü bu üretim sanatla iç içedir. Onu yapan
insanın bundan aldığı bir zevk vardır, onu kullanan insanın aldığı zevk vardır.
Çünkü bu üretimin içinde doğrudan insan vardır. Basit bir tarak için bile
geçerlidir bu.
Titus Burckhardt, kitabında harika bir anekdot anlatır. Fas’ta basit bir
tarak imalatçısına rastlamış. Tarakçı kendisine bu sanatın ilk önce Allah
tarafından Hz. Âdem’in oğullarından birine öğretildiğini söylemiş. İşte bu
üretimin böylesine manevî bir derinliği söz konusu. Ve o yüzden, pazara
gittiğinde elle yapılmış bir tarak alırsan, kendini farklı hissedersin; makine
ürünü alırsan, farklı. El ürünü, her zaman makine üretiminden daha değerlidir.
İki itiraza cevap
Nedense bu düşüncelerimi hangi ortamda söylesem, itiraz eden
birileri çıkıyor. Bana “bu önerinin mümkün olmadığını, geriye dönülemeyeceğini,
çünkü ihtiyaçların çok arttığını, bunun için de makineye dayalı büyük ölçekli
üretimin gerekli olduğunu” söylüyorlar. Hemen ardından dünya nüfusunun çok
arttığını da ekliyorlar.
Bu denilenler, bazı alanlar için doğru, ama hepsi
için değil! Örneğin, Hindistan, Fas, İran, Türkiye gibi ülkelerde el emeğiyle
imalat yapılan pekçok alan var. Diyelim ki, geçmişte nüfus azdı ve üretim hacmi
ihtiyacı karşılıyordu. Şimdi ise nüfus çok. Ama gözden kaçan bir nokta var.
Nüfus çoksa, üretim yapan insan da çok (olabilir). Eğer insanların basit bir
yaşantısı olursa, daha fazla insan el emeği üretimi yapabilir.
Bu itirazlar çok yanıltıcı iddialara yaslanıyor. Tüketim
toplumu oluşturmak, fabrika merkezli bir üretim sistemi kurmak için uyduruluyor.
Oysa tüketim toplumu, ihtiyacından fazlasını tüketir. Gereksiz ihtiyaçlar ortaya
çıkartır, bu da dünyayı kendi sonuna götürüyor. Şunu iyi anlamamız lâzım: insan
sayısının artması, illa makine üretimine geçmemizi gerektirmez.
Bana yapılan bir başka itiraz da şu: “Sen zenginliğe
karşısın. Sen buna karşı çıkıyorsun, şuna karşı çıkıyorsun.” Hayır, ben
zenginliğe ve refaha karşı çıkmıyorum. Her zaman zengin ve fakir insanlar
olmuştur. Dünyadaki altı milyar insan, hiçbir zaman aynı yaşam kalitesine sahip
olamazlar. Çünkü dünyanın kapasitesi buna yetmez. Ve modern teknoloji, fakirliği
ortadan kaldırmak şöyle dursun, insanın tabiatla bağını keserek fakirliği çok
daha artırdı. Küçücük bir toprak üzerinde kendi sebze meyve ihtiyaçlarını
karşılayan aileler nerede şimdi?
Ayrıca, fakirlik ve zenginlik biraz da nispi bir şeydir.
İnsanın kendisini başkasıyla kıyaslamasıyla ortaya çıkar. Dolayısıyla bir
toplumda zengin ve fakir kesimler arasındaki farkın derecesi önemlidir. Bugün
dünyaya bakın. ABD’deki zengin ve fakirler arasındaki uçurum, dünyanın başka
hangi ülkesinde var? Bu ülkede bir şirket yöneticisi yılda 9 milyon dolar
kazanırken, aynı şirkette hademe 10 bin dolar kazanıyor. Ve bu çok yaygın bir
durum.
Sonuç olarak diyeceğim o ki, Müslüman dünya modern
teknolojinin getirdikleri ve götürdüklerini çok iyi tahlil etmeli. Ve bence,
Batı dünyasının masada bıraktığı yemeğin artıklarına talip olmaktansa, kendi
geleneğinden hareketle çok daha orijinal bir istikâmet takip etmeli. Bu mümkün,
yeter ki niyet bu yönde olsun.