Ortaçağ Kime Karanlık?
**
"Çağ" kelimesini daha ilkokul yıllarında duymuştuk. Sınıfımızın bir duvarında boydan boya uzanmış çeşitli renklerle boyalı "Zaman Şeridi"; Tarih Öncesi Dönem, İlkçağ, Ortaçağ, Yeniçağ ve Yakınçağ başlıklarını taşıyan dilimlere bölünmüştü. O yaşlarda çok fazla önemsemeden ezberlediğimiz bu kelimeler aslında Batı dünyasının medeniyet dönemlerinin adlarıdır. Sadece Batı, yani önce Yunan, sonra Roma ve en sonra ise Avrupa medeniyeti. Ancak bu çağlar, sanki bütün dünya tarihi ve bu arada bizim
de tarihimizmiş gibi öğretilmektedir. Diğer taraftan; özellikle kötü bir üne sahip olan "Ortaçağ"la ilgili bir konu geçtiğinde bütün parlaklığına rağmen İslâm tarih ve medeniyeti de onunla irtibatlandırılmakta ve karalanmaktadır.
İnsanlık tarihinde değer ölçüsü olan husus siyasî olaylar değil, milletlerin
akıl ve maharetleriyle meydana getirdikleri medeniyetleridir. Batılı tarihçiler
de zaman şeridindeki çağların başlama ve bitiş noktalarını medeniyetlerin
yükseliş ve çöküşlerine göre isimlendirmişlerdir. Ama kendi medeniyetlerini esas
alarak.
Şeridin ilk bölümü olan "Tarih Öncesi Dönem" bilinmeyen bir dönem
olarak nitelenmiş, insanları da kıyafet ve eşyalarıyla ilkel ve vahşi olarak
gösterilmiştir. Batılı egoizm ve gururu burada da kendini bariz bir şekilde
göstererek kendinden önceki Mısır, Mezopotomya, Hind ve Çin gibi medeniyetleri
âdeta görmezden gelmiştir.
Bilinen tarihin başlangıcından Roma İmparatorluğu'nun parçalanış ve
çöküşüne kadarki dönem İlkçağ'dır. Altın bir çağ yaşadıkları kabul edilen Yunan
ve Roma medeniyetleri dönemine Eskiçağ veya Antikçağ denir. Sokrat, Aristo,
Platon gibi fikir adamlarının eserleriyle aydınlanan Batı'da, bu dönemde yazılı
felsefî eserlerin yanında resim, heykel, tiyatro gibi sanat alanlarında da güzel
örnekler ortaya konmuştur. Ancak ezelî ve ebedî hakikati bulamayan bu dönem
insanlarının ömürleri, Olemp tanrılarının ahlâk dışı maceraları ve haydutların
menkıbeleriyle geçmiştir. Medeniyet adına güzel şeyler yapan Yunan'lar ne yazık
ki, tabiattaki mucizevî hâdiselerdeki gerçeği anlayamamışlar ve onlara ulûhiyet
isnat ederek güneş, rüzgâr, ateş ve ormanları ilâh kabul edebilecek kadar
basitliklere düşmüşlerdir.
Bir hukuk medeniyeti tesis edilen Roma'da ise insanlar sosyal sınıflara
ayrılmıştır. Toplumun bir kesimi üstün kabul edilirken, köleler kısıtlı
imkânlarla yaşamaya mahkûm edilmişlerdir.
380 yılında Hristiyanlık Roma İmparatorluğu'nun resmî dini olmuştu. Ancak 395
yılında bu devletin ikiye ayrılması, bir müddet sonra da Batı Roma'nın yıkılması
ile İlkçağ da sona ermiştir. Artık yaklaşık bin yıl sürecek Ortaçağ
yaşanmaktadır. İlkçağ'da meydana getirilmiş olan fikir ve sanat eserleri yok
edilmeye, düşünce yasaklanmaya başlamıştır. 529'da Kilise Atina'daki Platon
Akademisi'ni kapatıp manastır teşkilatını kurdu. Böylece Hristiyanlık Yunan
felsefesinin üzerine örtü çekmiş oldu. Bu tarihten itibaren eğitim, düşünce ve
meditasyon manastırların tekeline geçmiştir. Sadece Kilise mensuplarına,
ruhbanlara söz hakkı tanıyan bir sistemin yürürlükte olduğu Ortaçağ'ın diğer bir
adı da bu nedenle "karanlık çağ" olmuştur. Batı'da bilim, kültür, sanat,
edebiyat ve düşünce artık karanlıklar içerisindedir.
İnsanlara huzur, saadet ve güven sağlaması gereken din; ruhban sınıfınca ilâhî
şeklinden uzaklaştırılarak tahrif edilmiştir. Böylece beşerileşen din, insanlara
eziyet, işkence ve baskı aracı hâline gelmiştir. Bilim, düşünce ve sanatı
yasaklayarak fikir dünyasını karartan bu sistem Kilise vergisi, Engizisyon, vb
uygulamalarıyla dünyalarını da zindana çevirmiştir.
Eşitlik, adalet, sevgi, saygı gibi değerlerin artık "eski"de kaldığı bu dönemde
insanlar çeşitli sosyal gruplara ayrılmışlardı. Hiç üretmeyen, sadece alan ama
herşeyi yöneten ruhban sınıfı; çalışmayıp çalıştıran, toprakların sahibi ve
sömürücüsü asiller; hep çalışan, fakat sadece karnını doyurabilen köylüler ve en
alt bile sayılmayan zavallı köleler.
Nihayet Avrupa'da ortaya çıkan Rönesans hareketleriyle Ortaçağ sona ermiştir.
XIV. yy sonlarında Kuzey İtalya'da başlayıp XV. ve XVI. yy'da kuzeye yayılan
kültürel patlama "Rönesans", "yeniden doğuş" anlamına gelir. Yeniden doğan;
Antikçağ'ın düşünce, sanat ve kültürüydü. Adına "Yeniçağ" denen bu dönemin
insanı kendisini feodaliteden ve Kilise'den kurtardı. Antik ve Rönesans
aydınlanma çağlarının ortasında kalan karanlık çağ tamamen tarihe gömüldü. Bu
hâdiseler; İspanya'da Müslümanlarla ve Doğu'da Bizans kültürüyle daha yakın bir
ilişkiye girilmesi sonucu Yunan medeniyetinin yeniden keşfedilmesiyle aynı
zamana rastladı.
Bu kronolojik bilgiden de anlaşılacağı üzere; Antikçağ'da başlayan medeniyet
süreci Ortaçağ'da uzun bir kesintiye uğramış, takibeden Yeniçağ'da Rönesans'la
yeniden canlanıp zirveye çıkmıştır. Batı için Antik ve Yeniçağ arasındaki
medeniyetsizlik çağı "Karanlık Çağ"dır. Ancak bu gerçek, bazılarınca bilerek
veya bilmeyerek çarpıtılmakta ve bu bin yıllık zaman diliminde yeryüzünde
meydana gelen bütün gelişmeler "karanlık çağ olayı veya fikri" olarak
nitelendirilmektedir.
Halbuki Ortaçağ'da Batı'da bu olumsuzluklar yaşanırken, Doğu'da hem din hem de
medeniyet olarak yeni bir oluşum ortaya çıkmaktaydı. 610 yılında Mekke'de
başlayıp Medine'de gelişen İslâmiyet, çağın karanlığının tersine, insanları
aydınlatmakla meşguldü.
Kendisinden önceki Yahudilik ve Hristiyanlığın da hak olduklarını kabul eden en
son din ve onun peygamberi, ilk önce tek Allah inancını yeniden tesis etti.
"Dinde zorlama yoktur" düsturuyla dinin zorla, baskıyla değil; kalp ve aklın
müştereken iknasıyla kabul edilip edilmemesi toleransını göstererek, din ve
vicdan hürriyetini getirdi. Orijinalitesini hep koruyacak olan Kitab-ı Kur'ân;
insanlaştırılmamış meleklerden, iyi ve kötü her hareketin karşılığının
görüleceği ahiret hayatından haber verdi. İnsanlara, Hristiyanlıktaki gibi
başkalarının günahıyla doğmadıklarını müjdeledi.
İnsanların can, mal ve ırz emniyeti, temel insan
hakları olarak kabul edilip garanti altına alındı. Zengin-fakir, kadın-erkek,
köylü-kentli herkes mülkiyet hakkına sahip oldu. Başkalarının hakkı; "haram ve
helal" sihirli kelimeleriyle bekçisiz olarak korumaya alındı. Zekât ve sadakanın
sağladığı sosyal yardımlaşma, toplum içerisinde sınıflar oluşmasını ve sınıf
çatışmalarını önledi.
"Ey insanlar..." hitabıyla onların eşit olduklarını ilân eden Kur'ân-ı Kerîm,
Ortaçağ Avrupası'nın sınıf ayırımını reddetmiştir. İnsanlar arasındaki üstünlük
ölçüsü; ahlâklı ve yararlı olmaktadır.
İslâm öncesi dönemde bir eşya gibi görülen kadınlar ve dünyaya gelmelerinden
utanılan kız çocukları, artık "hanım" ve "evlât" olmuşlardır. Kadınlara "ana"
olarak erkeklerden üstünlük, mülkiyet edinmede eşitlik, diğer hususlarda ise
adalet sağlanmıştır.
Miladî VII. asra kadar her coğrafyada
yaygın olan kölelik uygulaması İslâmiyet tarafından da kaldırılmamıştır. Fakat
getirdiği yaptırımlar neticesinde, bu müessesenin kendiliğinden kalkması
kaçınılmaz bir sondur. Batı dünyasında insan bile sayılmayan kölelerin
"yediğinizden yediriniz, giydiğinizden giydiriniz" emriyle herşeyden önce insan
oldukları hatırlatılmıştır. Ayrıca Allah, bazı dinî suçların tazminatı olarak
köle azat edilmesini emrederek, kendi hakkından köleler lehinde feragat
etmiştir.
Kanun önünde herkesin eşit olduğu esası ile, Batı'daki
sınıf ayırımının yanlışlığı ortaya konmuştur. "Beraet-i zimmet", yani aksi
ispatlanıncaya kadar herkesin aslen suçsuz olduğu esası getirilmiştir.
Bu sayılanların hepsi İslâm dininin orijinalinde ilk günden
beri var olan hususlardır. Zaman zaman mensuplarının yanlış uygulamaları bile
onları değiştirememiştir. Dinin sahibinin müjdesine göre sonsuza kadar da
değişmeyecektir.
Tevhit inancı; din-vicdan-fikir özgürlüğü, mülkiyet hakkı, hukukî
eşitlik gibi temel insan hakları; kadın ve kölelerin durumları konularında
Batı'da karanlık çağ yaşanırken Doğu'daki İslâm güneşi tüm dünyayı aydınlatmaya
başlamıştır. Böylece dünyanın bir yarısında kesintiye uğrayan medeniyet yarışı,
diğer yarısının bayrağı devralmasıyla devam etmiştir. Dolayısıyla karanlık çağın
kapsamına Müslümanları da dahil etmek; eğer cahiliyetle değilse insanlığa karşı
işlenmiş bir suçtur.
Diğer taraftan İslâm
âleminde 700'lü yıllarda gerçekleşen "tercüme faaliyetleri" medeniyet tarihi
açısından apayrı bir öneme sahiptir. Bu faaliyet sayesinde Batı medeniyetinin
önderleri olan Aristo, Eflatun, Sokrat felsefî eserleri, Hipokrat, Öklit,
Galinos, Batlamyus, Arşimet'in ilmî eserleri Arapça'ya çevrilmiştir. "Beytü'l-Hikme"de
oluşturulan heyetler felsefe, riyaziyet, tıp, astronomi, kimya gibi dallara ait
pek çok eseri süzerek istifadeye sundular.
Bu tercüme hareketinin Batı dünyası ve Rönesans için çok
büyük önemi vardır. Çünkü; Ortaçağ'da Kilise tarafından İlkçağ medeniyetine ait
eserler yok edilince, geriye sadece Müslümanların elindeki nüshalar kaldı. Daha
sonra bunlar tekrar Arapça'dan tercüme edilecek ve Rönesans'ın doğmasına sebep
olacaktır. Yani, Yunan medeniyeti yok olmamayı, Rönesans ise yeniden doğmayı
İslâm dünyasına borçludur.
Sonuç olarak, bize öğretilen tarihî "çağ" mefhumu tamamen Batı'ya
endeksli bir zaman taksimidir. İlkçağ'daki medeniyet, insanlarca bozulmuş olan
Hristiyanlık kisvesi altında tahrip edilerek karanlığa gömülmüştür. Bunun
faturası ise dinlere yüklenmiştir. Renan ve diğerleri Engizisyon'un
kötülüklerini tenkit ede ede, her fenalığı dine bağlama ve her dini aynı
özellikte vehmetme yanlışlığına düşmüşlerdir. Rönesansla yeniden diriltilen Batı
medeniyetinin din fukaralığı ise, bugün bile insanlarının arayış içerisinde
Budizm, Hinduizm gibi dinlerin yanında, mantık dışı arayışlara yönelmesinde de
açıkça görülebilmektedir.
Batı'nın karanlığı yaşadığı çağda İslâmiyet önce Doğu'da, daha
sonra da Endülüs Emevi uygarlığı ile Batı'da aydınlığı yaşatmış ve iki medeniyet
çağı arasında köprü olmuştur.
Yunan medeniyeti "güzel"i, Roma "hukuk"u tesis etmiştir.
Sami medeniyetinin katkısı "din"dir. Çin "faydalı"yı gerçekleştirir. Hindin
insanlığa armağanı "hayal" ile "tasavvuf", Avrupa medeniyetinin ise "ilim"dir.
Dünya medeniyetleri arasında yerini alan ve düşünce, ilim, sanat, kültür,
edebiyat vs alanlarında kendine has bir tarz ortaya koyan İslâm medeniyetini
çağlara ayırmak gerekirse, bunu Batı kriterlerine göre değil, kendi tarihine
göre yapmak lâzımdır.
İslâm medeniyeti Ortadoğu, İran, Afrika ve İspanya'da ilk
altın çağlarını yaşamıştır. Fakat Doğu'daki yükselişi Moğollar, Batı'daki
yükselişi ise Avrupalılar tarafından ne yazık ki kanla kesilmiştir.
Batı, kurduğu medeniyeti yine kendi insanları sebebiyle kaybetmiş,
daha sonra ise Doğulular sayesinde kavuştuğu eski uygarlığın temelleri üzerinde
daha mükemmelini inşa etmişti. Yoksa tarih tekerrür edecek ve İslâm medeniyeti
de aynı kaderi paylaşıp kendi medeniyetini Batı'dan mı alacak?
İslâm medeniyetine de bir Rönesans yaşatmak; Batı örneğinde olduğu
gibi, müspet ilim, düşünce, sanat, kültür alanlarında çok çalışmak, en iyi olmak
ve kendi tarzını ortaya koymakla mümkün olacaktır. Geçmişle kuru kuruya
övünmenin hiçbir fayda vermeyeceği bu yarışta, sorumluluk inananlara
düşmektedir. Yoksa, tarih tekerrür edecek ve Batı kendi medeniyetini nasıl
Doğu'dan aldıysa, İslâm dünyası da kendi medeniyetini Batı'dan mı alacak?
** ** **** **** **** ****
**** **** **** ** **
MEHAZLAR :
**
MAKALE YAZARI :
B. Mümtaz AYDIN
****
****