BATILILAŞMA
**
Alm.
Verwestlichung,
Fr.
Occidentalisation,
İng.
Westernization.
Batı'nın ilimde, fende, tecrübede, sanatta, imar ve refah
vasıtalarında bulduklarını öğrenmek, yapmak ve bunlardan
istifadeye çalışmak.
Osmanlı Türkleri 15, 16 ve 17. asırlarda siyasi sahada olduğu
gibi medeniyet seviyesi, ictimai,
yani, sosyal nizamı ve ahlaki üstünlüğü ile dünyada en ileri
seviyede bulunuyordu. Onlar mensubu oldukları İslam dinine ve
onun güzel ahlakına, iyilik, çalışkanlık, adalet gibi emirlerine
sarıldıkları müddetçe çağının zirvesine çıkmış ve diğer
milletlere üstün ve örnek olmuştur. Dünyanın en mühim ticaret
yolları önemli ülkeler, şehirler ve denizler Osmanlı hakimiyeti
altındaydı. İki saatlik bir savaş sonunda bir devleti bütünüyle
idareleri altına alabilecek bir güce sahipti. Karşılarında
rakib olabilecek bir kuvvet yoktu.
Bu sebeple Osmanlı Devleti hakim bir vaziyette seyrine devam
ediyor, onu daha yeni hamleler ve teknik buluşlar yapmaya sevk
edecek itici sebepler görülmüyordu.
Buna karşılık 10. yüzyıldan beri açlık, sefalet, hastalık ve
zulüm içerisinde, en mühimi Müslümanlar karşısında mahkum bir
vaziyetde bulunan batı toplumu için
aynı durum söz konusu değildi. Çünkü onların karşısında tatbik
edebilecekleri yüksek ve parlak bir ilim, örnek alabilecekleri
gelişmiş bir medeniyet mevcuttu. Nitekim onlar, Haçlı seferleri
ve çeşitli vesilelerle İslam memleketleri ile olan irtibatları
sırasında bu medeniyeti tanıma fırsatı buldular. Rönesans
denilen hamlelerinde bunun büyük tesiri oldu (Bkz.
Rönesans).
Diğer taraftan Avrupalılar doğunun, bilhassa Hindistan'ın tabii
ürünlerinden ancak Osmanlılar vasıtasıyla istifade ettiklerinden
onlara pahalıya mal oluyordu. Bu sebeple ihtiyaçları olan
maddeleri doğrudan kendi mahalline giderek temin etmeyi
düşündüler ve deniz yoluyla Hindistan'a ulaşabilme çarelerini
aradılar. Bu yüzden pekçok deniz
seyahatleri yaptılar. Bu faaliyetleri sırasında denizcilik bilgi
ve tecrübeleri genişledi. Denizcilik mektepleri açarak bu bilgi
ve tecrübelerini ilerlettiler. Donanmalarını bu bilgilerle
teçhiz ettiler. Diğer harp sahalarında da bu bilgi ve
tecrübelerinden faydalandılar. Neticede savaş meydanlarında
Osmanlılar üzerinde de üstünlük kurmaya başladılar. Öyle ki, 17.
asrın başlarında Osmanlı donanmasının hala kürekli ve yelkenli
olmasına karşılık onlar donanmalarını kalyonlarla donatmışlardı.
Avrupa devletlerinin elde ettikleri bu üstünlüğün sonunda, kara
ve denizdeki başarısızlıklar Osmanlı devlet adamlarının
dikkatini çekti. Osmanlı padişahları ülkelerinin kaybettiği
üstünlüğü tekrar kazanmak gayesiyle batının ilim ve tekniğini
Türkiye'ye aktarmak için her türlü imkanı seferber etti.
Sultan Üçüncü Ahmed Han döneminde
(1703-1730) Avrupa devletleri ile siyasi münasebetler kuruldu.
Bu sırada Paris'e giden Yirmisekiz
Mehmed Çelebi burada birçok
müesseseleri gezdi ve raporlar sundu. Oğlu
Said Mehmed Efendi ise ilk
Türk matbaasının açılması için izin istedi. Şeyhülislam Abdullah
Efendi, matbaanın çok hayırlı bir hizmet olacağına ve açılması
gerektiğine dair fetva verdi ve matbaa kuruldu.
Rochfart isminde bir Fransız
subayına Osmanlı ordusunun ıslahı için rapor hazırlatıldı.
Sultan Birinci Mahmud
(1730-1754), Sultan Üçüncü Mustafa (1757-1774) ve Sultan Üçüncü
Selim (1789-1807) devirlerinde de bu faaliyetler devam etti.
İbrahim Müteferrika, Tatarcık Abdullah Efendi, Koca
Sekbanbaşı ve
Vak'anüvis Asım Efendi gibi ilim ve devlet adamları
padişahlara takdim ettikleri eserlerinde, Avrupa devletlerinin
askeri teşkilatı, nizam ve talimleri hakkında bilgiler verdiler.
Bu raporlar ışığında Osmanlı Devletinde bilhassa askeri alanda
pekçok düzenlemeler yapıldı. Avrupa
taktik, disiplin ve silahların kullanılabilmesi için topçu ve
humbaracı ocakları ıslah edildi.
Kağıthane'de kurulan askeri bir ocak tamamen batı tekniği
tarzında eğitime başladı. Burada Fransız subaylarından da
istifade edildi. Bu faaliyetlerin geliştirilmesi için Avrupa'da
daimi elçilikler ve konsolosluklar açılmaya başlandı. Nizam-ı
cedid adı ile yeni ve modern bir
ordu kuruldu. Osmanlı Devleti kısa bir süre sonra bu
gelişmelerin faydasını gördü. Napolyon'un Mısır'ı işgali
teşebbüsü bu talimli ve disiplinli birlikler tarafından önlendi.
Rusya ve Avusturya orduları karşısında muvaffakiyetler elde
edildi. Fakat teşkilatı bozulmuş, disiplini kalmamış,
askerlikten çok esnaflıkla uğraşan, söz dinlemez isyankar bir
güruh haline gelmiş Yeniçeri Ocağı bu gelişmelere karşı çıktı.
Neticede batının tekniğini alarak devleti yeni bir nizama ve
hayatiyete kavuşturmaya inançlı ve kararlı olan Üçüncü Selim Han
bu asilerce şehid edildi.
İkinci Mahmud Han (1808-1839) tahta
çıkar çıkmaz amcası Üçüncü Selim'in yarım bıraktığı ıslahat
programını gerçekleştirmek üzere harekete geçti. Askeri
reformları istemeyen Yeniçeri Ocağını 1826'da ortadan kaldırdı.
Asakir-i
Mansure-i Muhammediyye adı
ile yeni bir ordu kuruldu. Ordunun talim ve terbiyesi için
Avrupa'dan mütehassıslar getirildi.
Mühendishane-i Bahr-i Hümayun
ihya edildi. Türkiye'de ilk buharlı gemiler satın alınarak Türk
deniz kuvvetlerine kazandırıldı. Tıbhane-i
Amire ve Cerrahhane açıldı. Devlet
memurlarının yetişmesi için Mekteb-i
Maarif-i Adli kuruldu. Açılan okulların seviyesini yükseltmek ve
lüzumlu fen ve teknik kitapların tercümesi için batı dillerinde
tercüme büroları açıldı.
Görüldüğü üzere batılılaşma adı verilen hareketin
esası İkinci Mahmud devri sonuna
kadar sadece askeri ve teknik sahada ilerlemek ve bunun için
batının lüzumlu olan ilminden istifade etmekti. Bu gaye ile
gerekli bütün teşebbüsler yapıldı. Ancak bu çalışmalar daha çok
Avrupalı subay ve uzmanların kontrolünde oluyordu. Oysa yeni
kurulan askeri ve teknik müesseseleri, mektepleri devam
ettirebilmek ve bunlardan büyük ölçüde faydalanabilmek için
kendi insanını yetiştirmek lazımdı. Bunun için, ilk defa olarak,
1827'de Paris'e öğrenci gönderildi ve sonraki yıllarda da bu
uygulama devam etti.
Diğer taraftan batılılar Osmanlı Devletinin ilmi ve teknik
alandaki ilerlemelerine mani olabilmek ve onları içte ve dışta
zayıflatmak için bütün güçleriyle çalışıyorlardı. Osmanlı
ülkesine gönderdikleri sefirler, tüccarlar, bilginler ve ajanlar
vasıtasıyla azınlıkları tahrik ediyor, bölücülük yapıyor ve
nüfuz edebildikleri devlet adamlarını kullanarak ihtilaller bile
çıkarabiliyorlardı. Nitekim İkinci Mustafa Hanın tahttan
indirilmesi, Patrona Halil ve Kabakçı Mustafa isyanları hep
onların gizli faaliyetlerinden kaynaklanıyordu. Şimdi ise Türk
gençleri kendilerinden istifade etmek üzere ayaklarına kadar
gelmişti. Onlar bu gençleri memleketlerine döndüklerinde,
gayelerine uygun bir şekilde kullanabilmek için
metodlu telkinlerde bulundular. Bu
telkinlerin üç ana hedefi vardı. Bunlar; gençlerin Osmanlı
Hanedanına itaat duygusunu kırmak, dini metanetlerini zaafa
uğratmak, yabancı fikir ve adetlere alıştırarak yozlaştırmaktı.
Böylece bünyelerindeki tahribat tamamlanmış olacaktı. Gerçekten
de birkaç yıl içerisinde, batı ülkelerine giden gençlerin pek
çoğu, bedeni Türk fakat düşünüşü, anlayışı ve yaşayışı
itibariyle tam bir Avrupalı haline geldi.
Avrupalılar diğer taraftan aynı gayeye dönük
planlarını ülkelerine gelen dini yönü zayıf ve
sefahata düşkün Osmanlı Devlet
adamları üzerinde de deniyorlardı. Avusturya büyükelçisi Sadık
Rıfat Paşa ile Londra büyükelçisi Mustafa
Reşid Paşa bunlar arasındaydı. İskoç Mason teşkilatı
üyesi Lord
Rading bilhassa Reşid Paşa
ile sıkı bir dostluk tesisine muvaffak oldu. Onun idarede en
yüksek mevkilere gelebilmesi için çalışacağını ve İngilizlerin
desteğini devamlı yanında tutacağını bildirdi. Tatlı
vadlere aldanan
Reşid Paşa, Mason locasına üye oldu.
Lord Rading ona devlet
idaresinde yapılması gereken ıslahatları telkin etti. Mustafa
Reşid Paşa bu telkinler ile İkinci
Mahmud Hana; "Batılıların, Osmanlı
Devletine, bilhassa Müslüman ve Hıristiyan tebaa arasında
eşitlik gözetmediği için düşman olduğunu,
müslim ve gayri müslim
ayrılığının kaldırılması gerektiğini, bu hususlarda yapılacak
ıslahatı bir hatt-ı hümayunla ilan
etmesini" teklif etti. Reşid Paşanın
isteklerinin İngilizlerin arzusu ve emeli olduğunu iyi bilen
padişah, bu teklifleri reddetti.
Ancak 1839'da İkinci Mahmud Hanın
vefatı, Osmanlı Devleti'nin Mısır valisi
Mehmed Ali Paşa isyanı karşısında düştüğü durum ve
nihayet tahta 16 yaşında genç ve tecrübesiz
Abdülmecid Hanın çıkması İngilizlere bekledikleri fırsatı
verdi. Mısır meselesinde destek olmaları vadiyle genç padişaha
Mustafa Reşid Paşayı sadrazamlık
makamına tayin ettirdiler. Reşid
Paşa da daha önce Lord
Rading'le beraber hazırlamış olduğu
reform ve ıslahatları Tanzimat Fermanı adı altında yayınlatarak
yürürlüğe koydu. Bu ferman sayesinde büyük vilayetlerde mason
locaları açıldı. Casusluk ve hıyanet ocakları açılıp çalışmaya
başladı. Osmanlıyı geri bırakan sebepler olarak İslamiyet
gösterilmeye çalışıldı. Gençlere ecdat düşmanlığı aşılandı ve
milli birlik parçalandı. Fatih devrinden beri medreselerde
okutulmakta olan fen, hesap, hendese, astronomi dersleri, "din
adamlarına lazım değildir" denilerek kaldırıldı. Batının günlük
kültürü Osmanlı toplumunu sarsmaya başladı.
Giyim ve ev eşyalarından, evlerin stili ve insanlar arası
ilişkilere kadar Avrupa örf ve adetleri yayıldı. Nihayet konu
batılı kanunların alınması meselesine kadar geldi.
Reşid Paşa ekolünden yetişen Ali,
Fuad, Kabuli
ve Midhat paşalar mahkemelerde
Fransa medeni kanunlarının uygulanmasını istediler.
İstanbul'daki Fransız elçisi Marqui
de Mousteir, Fransız medeni hukuku
hakkında malumat vererek onların fikirlerini destekledi. Halbuki
bu kanunlar, batı insanının aile, toplum, iktisat ve siyaset
anlayışını temsil ettiklerinden Osmanlı cemiyetinin yapısına
ters düşüyordu. Nitekim meşhur hukukçu ve tarihçi zamanın adliye
nazırı (Adalet Bakanı) Ahmed Cevdet
Paşa ve taraftarları bu görüşün karşısında yer aldılar.
Ahmed Paşaya göre; "Bir milletin
temel kanunlarını değiştirmek o milleti ölüme mahkum etmek."
demekti.
İşte Üçüncü Ahmed
Handan itibaren "Avrupalıların ilim ve tekniğini tatbik etmek"
şeklinde kabul edilen batılılaşma, Tanzimat devri aydınlarınca
"batının sadece kültür örf ve adetlerini almak ve batılı gibi
yaşamak" şeklinde benimsendi ve yozlaştırıldı. Konu aslından
saptırıldı. Bu şekilde düşünmek aydın olmanın icabı sayıldı.
Batılılaşmayı gerçek manasında anlayanlara gerici, yobaz
denildi. Devlet kademeleri tamamıyla Mustafa
Reşid Paşa zihniyetinde yetişenlerin
eline geçti. Avrupa'da tahsil yapmış denilerek işbaşına
getirilenlerin kısa bir süre sonra, ilim ve teknikten habersiz,
tek sermayelerinin İslam düşmanlığı ve kuru bir Avrupa
hayranlığı olduğu görüldü. Batının ilim ve tekniğini alma
gayesiyle Avrupa'ya giden bu gençlerden
herbiri dönüşte ateşli bir hatip veya yazar kesiliyor ve
Osmanlı Devletini meşruti bir rejime oturtmak için gayret sarf
ediyorlardı. Onlara göre padişahın yetkileri azaltılmalı ve asıl
iktidar gücü meclise devredilmeliydi. Böylece batılılaşmanın en
önemli unsurlarından olan devlet idaresinde çok seslilik
sağlanacaktı. 1876'da İkinci Abdülhamid
Hanın ilan ettiği meşrutiyet neticesinde kurulan ve çoğunluğunu
Türk olmayanların meydana getirdiği meclis, altı ay içerisinde
devleti felaketlerin eşiğine getirdi. Osmanlı cemiyetinin henüz
böyle bir sisteme hazır olmadığını ve o şartlar içerisinde
Meşruti idarenin ülkeyi yıkıma götürdüğünü gören padişah,
meclisi feshetti.
Devleti, tam otuz bir sene dahiyane bir siyaset ve adaletle
yönetti. İçte Ermeni, Rum, Bulgar, Arnavut çetecileri, dışta
bunları destekleyen süper güçler ve mason teşkilatlarının
çalışmalarına rağmen devletin bütünlüğünü korudu. Ayrıca bu
büyük meseleler yanında, ülkesini ileri bir seviyeye ulaştırmak
için eğitim, sanayi, imar, haberleşme ve memleket kalkınmasında
büyük hamleler başlattı. Her vilayetde
mektepler, hastahaneler, yollar ve
çeşmeler yaptırdı. Mekteb-i Mülkiye,
Güzel Sanatlar Akademisi, Yüksek Ticaret Mektebi, Hukuk, Yüksek
Mühendis Mektebi, Bursa'da İpekçilik Mektebi, Halkalı Ziraat ve
Baytar Mektebi, Yatılı Kız Lisesi, Mülkiye Lisesi, Üsküdar
Lisesi, Maden Arama Mektebi, Fen ve Edebiyat Fakülteleri, Dilsiz
ve Sağırlar Mektebi, Haydarpaşa Mekteb-i
Tıbbıye-i Şahane, Gülhane Tababet-i
Askeriye Tatbikat Mektebi açılan eğitim müesseselerinden sadece
bir kaçıdır. Ayrıca ziraat, sanayi ve ticaret odaları açıldı.
Hereke kumaş fabrikası, çini
fabrikası, Kadıköy havagazı fabrikası,
Hamidiye kağıt fabrikası, mum fabrikası kuruldu. Ereğli
kömür ocakları işletildi. Musul ve Kerkük civarında petrol
kuyuları açıldı. Medine-i münevvereye
kadar telgraf hattı ve ülkenin dört bir yanı demiryolu ile
döşendi.
Avrupalıların Osmanlı devlet adamları ve aydınları
bünyesinde yaptıkları tahribat pek büyüktü. Bunlar batıda mevcut
parti, fırka ve hizipcilik gibi her
türlü sosyal müesseseyi devletlerinin bünyesine uygun olup
olmadığını düşünmeden tatbik etmeye çalışıyorlardı. Bu
maksatlarının tahakkuku için her türlü gayri meşru yolu deniyor,
hatta Ermeni, Rum, Bulgar, Yunan ve Arnavut çetecileriyle
işbirliği yapıyorlardı. Nihayet İkinci Meşrutiyetin ilanı ile
kısmen ve 1909'da Sultan Abdülhamid
Hanı tahttan indirerek bu isteklerine tamamen kavuştular.
Böylece batılılaşma adı altında parti ve hizipçilik memlekete
hakim oldu. Bu idare 10 milyon km2 toprağı olan
Osmanlı ülkesini 10 yılda bitirerek düşmanlarının insafına terk
etti.
Türk milletinin gözü önünde tamamen mecrasından saptırılmış
batılılaşma adı altında böylesine acıklı bir manzara mevcutken
yüz yıla yakın bir süredir hala bu mevzu üzerinde tartışmalar
sürmekte, ilim, fen ve teknik sahalarında bu mesafenin kat
edildiği görülmemektedir. Meşhur Alman filozofu
Ranke: "Eğer millet layık olduğu
mevkiye yükselememiş ise bilin ki
hayatına bir kasıt vardır." demektedir. Gerçekte de tarihte
parlak medeniyetler tesis etmiş Türk milletinin en önemli bir
vasfı da ilim ve fende gerçekleştirilmek istenen hamlelere karşı
hiçbir zaman karşı çıkmamış olmasıdır. Onun mukavemeti ve
itirazı ancak örf ve adetlerine lüzumsuz yere müdahale edildiği
zaman olmuştur. Bu ise kültür bütünlüğü ve istiklali bakımından
çok sıhhatli bir tepkidir.Türk toplumu hakkında bu hususta en
iyi hükmü Fransız akademisi üyesi Claude
Farrere vermektedir.
O; "Yeni Türkiye'yi saran en bulaşıcı, en kötü mikrop,
şüphesiz siyaset mikrobu. Günümüzün Türkleri, kitaplarda
okudukları kimselere benzemek istiyorlar. Bu bakımdan şuurlu
veya şuursuz olarak, komşularında gerçekten yeni olan her şeyi
kopya etmişler, bilhassa ilerici olduklarını iddia eden
komşularından. Rusya da bunlardan biri. Fransa da... Eski
Türkiye'yi medeniyete götüren tek vasıta
İslamdı. Gerçek imanları vardı. Kadınları da kendileri
gibi mümindi. Toprağına çok çeşitli ve derin köklerle bağlı bir
halkın dinini kökünden sökmeye kalkışmanın iyi bir şey olduğunu
iddia edemeyeceğim. Menşelerine (asıllarına) çok yakın olan bir
halkın, iç dünyasının temelini teşkil eden dinini kökünden
sökmeye kalkışmanın çok ciddi ve tehlikeli bir şey olduğuna
eminim." diyerek hakikati bütün açıklığıyla gözler önüne
sermektedir.
Netice olarak, 1839'dan itibaren batılılaşma "yabancıların
kültürleriyle yoğrulma" gibi maksadından uzak bir manada ele
alındığı içindir ki Türkiye, ilim ve teknikte istenilen seviyeye
ulaşmak şöyle dursun sürekli geriledi. Nitekim bugün
pekçok Afrika ülkesi bile ilmi
araştırmalarda Türkiye'yi geçmiş bulunmaktadır. Japonya ve Kore
gibi ülkeler, ileri seviyedeki devletlerin teknik gelişmelerini
kendi kültürleri ile mecz ederek
kullanmak suretiyle 50 yıl gibi kısa bir süre içerisinde ilimde,
sanatta, teknikte hatta ticaret ve ekonomide dünyanın süper
güçleri arasına girdiler.
Türk milleti batılılaşmayı gerçek manasında
kavrayıp tatbik edebildiği gün, ileri milletler seviyesine
ulaşmaya ve layık olduğu mevkiyi
kazanmaya namzed olacaktır.
* KAYNAK
:
YENİ REHBER ANSİKLOPEDİSİ’NDEN
ALINDI.
**
**
**
****
****