Hocası Sadreddîn-i Konevî anlatır: "Rüyâmda Fahr-i kâinât efendimizi
gördüm. Yanlarında Eshâb-ı kirâm ile medreseyi teşrîf etmişlerdi.Sofanın
ortasına oturd ular. Bu sırada Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî de oraya gelip
uygun bir yere oturdu. Peygamber efendimiz Mevlânâ'ya çok iltifât ettiler ve
hazret-i EbûBekr'e dönerek; "Yâ Ebâ Bekr! Ben Celâleddîn ile diğer
peygamberlerin arasında öğünürüm. Çünkü onun öğrendiği ilim, işlediği amelin
feyz ve nûru ile ümmetimin gözleri aydın olur. O benim oğlumdur."
buyurdular. Mevlânâ'yı sağ tarafına oturttular. Peygamber efendimiz bu rüyâ
ile, talebelerimden Mevlânâ'nın derecesinin yüksekliğine işâret buyurdular.
Bu durumu diğer talebelere hatırını gözetip, ilminin yüksekliğini anlamaları
için anlattım."
Bir gün büyük bir ilim meclisi kurulmuş ve Konya'nın büyükleri orada
toplanmışlardı. Sadreddîn-i Konevî de orada bir seccâde üzerinde oturuyordu.
Mevlânâ içeri girince seccâdeye oturmasını teklif etti. Bunun üzerine
Mevlânâ; "Terbiyesizlik edip sizin seccâdenize oturursam, kıyâmette bunun
hesâbını nasıl verebilirim?" deyince, Sadreddîn hazretleri; "Senin oturmakta
fayda görmediğin seccâde bize de yaramaz." buyurup, seccâdeyi oradan
kaldırdı
Mevlânâ Celâleddîn hazretlerinin hocalarından biri de Şems-i Tebrîzî'dir.
Şems-i Tebrîzî, Tebriz şehrinde Ebû Bekr-i Tebrîzî'nin talebesi idi. Şems-i
Tebrîzî evliyâlıkta yüksek makamlara ve derecelere yükseldi. Lâkin daha
yüksek mânevî makamlara kavuşmak istiyordu. Şems-i Tebrîzî seyahat ettiği
yerlerde, uğradığı memleketlerde iyi bir dost bulabilmek için duâ ederdi.
Israrla yaptığı bu duâların netîcesi olarak rüyâsında, Konya'da bulunan
Celâleddîn-i Rûmî'ye gidip onun yetişmesinde yardımcı olması îcâbettiği
bildirildi. Şems-i Tebrîzî, Allahü teâlâya şükrederek; "Böyle dosta canım
fedâ olsun." dedi. Konya'ya gelip, Şekerciler Hanına indi. Günlerini orada
geçirirken, bir gün kapıda oturmuş, Allahü teâlânın mahlûkâtı hakkında
tefekkür ediyordu. O sırada Mevlânâ talebeleriyle oradan geçerken, kapı
önünde tefekkür hâlinde duran, kıyâfetinden yabancı olduğu anlaşılan Şems-i
Tebrîzî hazretlerine baktı, ona selâm verdi ve yoluna devâm etti. Kendi
kendisine de; "Bu yabancı bir kimseye benziyor. Buralarda böyle birisini hiç
görmedim. Ne kadar da nûrlu bir yüzü var." diye düşünürken, âniden atının
yularını bir elin tuttuğunu gördü. Mevlânâ atı durduran elin sâhibinin o
yabancı olduğunu görünce; "Buyurunuz! Bir arzunuz mu var?" dedi. O kimse;
"İsminizi öğrenmek istiyorum?" deyince, o da; "Celâleddîn Muhammed." diye
cevap verdi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî; "Bir suâlim var. Acabâ Muhammed
aleyhisselâm mı, yoksa Bâyezîd-i Bistâmî mi büyüktür?" diye sordu. Böyle bir
soruyu ilk defâ duyan Mevlânâ hazretleri; "Elbette ki Muhammed aleyhisselâm
efendimiz büyüktür. Bütün mahlûkât ve Bâyezîd, O'nun hürmetine yaratıldı."
buyurdu. Bu cevâbı bekleyen Şems-i Tebrîzî; "Peki Muhammed aleyhisselâm;
"Biz seni lâyıkıyla bilemedik yâ Rabbî!" dediği hâlde, niçin Bâyezîd-i
Bistâmî; "Sübhânî." "Benim şânım ne yücedir." diye söyledi. Bunun hikmetini
söyler misiniz?" diyerek tekrar sordu. Mevlânâ buna da şöyle cevap verdi:
"Peygamber efendimizin mübârek kalbi öyle bir deryâ idi ki, ona ne kadar
mârifet, aşk-ı ilâhî tecellî etse, ne kadar muhabbet, Allahü teâlânın
sevgisi dolsa onu içine alır, onu kuşatırdı. Hattâ daha çoğunu isteyip; "Yâ
Rabbî! Verdiğin bu nîmetleri daha da artır." derdi. Fakat, Bâyezîd-i
Bistâmî'nin kalbi, o kadar geniş olmadığı için, ilâhî feyzlere tahammül
edemeyerek tecellî ile dolup taşardı". Bu îzâhata hayrân kalan Şems-i
Tebrîzî; "Allah!" diyerek yere yığıldı. Bayılmıştı. Mevlânâ hemen atından
inerek Şems-i Tebrîzî'yi kucakladı, ayağa kaldırdı. Bu nûr yüzlü zâta o
kadar ısınmıştı, kalbinde o kadar muhabbet hâsıl olmuştu ki, ayılınca büyük
bir hürmet ve edeple evine götürdü. Bu zâtın, ilk hocası Seyyid Burhâneddîn
hazretlerinin geleceğini söylediği Şems-i Tebrîzî olduğunu öğrenince; "Ey
Muhterem efendim!Gerçi evimiz size lâyık değil ise de, zât-ı âlînize sâdık
bir köle olmaya çalışacağım. Kölenin nesi varsa efendisinindir. Bundan böyle
bu ev sizin, çocuklarım da evlâtlarınızdır." diyerek hizmetine koşmaya
başladı.
Gece-gündüz hiç yanından ayrılmayıp, onun sohbetlerini büyük bir zevk içinde
dinliyordu. Ondan hiç ayrılmıyor, talebelerine ders vermeye, insanlara
câmide vâz ü nasîhate gitmiyordu. Yanlarına da, hizmetlerini görmek üzere,
büyük oğlu
Sultan Veled
girebilirdi. Her gün Şems-i Tebrîzî ile sohbet ederler, Allahü teâlânın
yarattıkları üzerinde tefekkürde bulunurlar, namaz kılarlar, Cenâb-ı Hakkı
zikrederek muhabbetlerini tâzelerlerdi.
Bir gün Şems-i Tebrîzî havuzun başında Mevlânâ ile sohbet ediyordu. Mevlânâ
bir hizmet için oradan ayrıldı. Şems-i Tebrîzî de Mevlânâ'nın kitaplarını
havuza attı. Bir değnek ile de suyun dibine bastı. Mevlânâ oraya geldiğinde
kitapları suda görünce çok üzüldü ve "Diğerleri ne ise, Ferîdüddîn-i Attâr
hazretlerinin hâtırası olan Mantık-ut-Tayr kitabı ıslanmasaydı." diyerek âh
etti. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî kolunu sıvayarak havuza soktu. Kitabın
birisini sudan çıkardı. Çıkan kitap Mantık-ut-Tayr idi ve hiç ıslanmamıştı.
Bu hâdise, diğer bir rivâyette de şöyle anlatılır: Bir gün, Mevlânâ havuz
kenarında idi. Yanında kitaplar vardı. Şemseddîn gelip, kitapları sordu.
Mevlânâ; "Sen bunları anlamazsın." dedi. Şemseddîn, kitapları suya attı.
Mevlânâ; "Ah! Babamın bulunmaz yazıları gitti!" diyerek çok üzüldü.
Şemseddîn, elini uzatıp herbirini aldı. Hiçbiri ıslanmamış görüldü. Mevlânâ;
"Bu nasıl iştir?" deyince, Şems; "Bu zevk ve hâldir. Sen anlamazsın."
buyurdu. Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî'nin bu kerâmetini görünce ona olan
bağlılığı daha da artıp, sarsılmaz bir kale gibi oldu. Mevlânâ'nın oğlu
Sultan Veled, onların hâllerini şöyle anlatır: "Ansızın Şems-i Tebrîzî
gelip babam ile görüştü. Babamın gölgesi, onun nûrundan yok oldu. Onlar
birbirlerine öyle muhabbet gösterdiler ki, etraflarında kendilerinden
başkasını görmüyorlardı. Şems-i Tebrîzî, babama mârifetten, Allahü teâlânın
zâtına ve sıfatlarına âit ince bilgilerden ve O'na muhabbetten bahsediyor,
babam da bunları büyük bir haz ile dinliyordu. Eskiden herkes babama uyardı,
şimdi ise, babam Şems'e uyar oldu. Şems, babamı bu muhabbete dâvet ettikçe,
o da, Allahü teâlânın muhabbetinden yanıp kavrulurdu. Babam artık onsuz
yapamıyor, yanından bir an ayrılmıyordu. Bu şekilde aylarca sohbet ettiler.
Böylece babam, pek büyük mânevî derecelere yükseldi."
Mevlânâ Celâleddîn ile Şems-i Tebrîzî hazretlerinin zâhirî ve bâtınî
çalışmaları devâm ederken, onların bu sohbetlerini hazmedemiyen ve
Mevlânâ'nın kendi aralarına katılmamasına üzülen bâzı kimseler, Şems-i
Tebrîzî hakkında uygun olmayan sözler söylemeye başladılar. Bu söylentiler,
Mevlânâ'nın kulağına kadar geldi. Diyorlardı ki: "Bu kimse Konya'ya geleli,
Mevlânâ bizden tamâmen uzaklaştı. Gece-gündüz hep birbirleriyle sohbet
ediyorlar da, bizlere hiç iltifât göstermiyorlar. Yanlarına oğlu hâriç
kimseyi de almıyorlar. Mevlânâ, Sultân-ül-Ulemâ'nın oğlu olsun da,
Tebrîz'den gelen, ne olduğu belli olmayan bu kimseye gönül bağlasın. Onun
için bize sırt çevirsin. Hiç Horasan toprağı ile Tebriz'in toprağı bir olur
mu? Elbette Horasan toprağı daha kıymetlidir." Bu söylentilere Mevlânâ; "Hiç
toprağa îtibâr olunur mu? Bir İstanbullu, bir Mekkeliye gâlip gelirse,
Mekkelinin İstanbulluya tâbi olması hiç ayıp sayılır mı?" diyerek cevap
verdi. Fakat söylentiler durmadı. Şems-i Tebrîzî artık Konya'da
kalamayacağını anladı. O çok kıymetli dostunu, o mübârek ahbâbını bırakarak
Şam'a gitti.
Şems-i Tebrîzî'nin gitmesi, Mevlânâ'yı çok üzdü. Günler geçtikçe ayrılık
acısına sabredemiyordu. Ayrılık, kendisinde tahammül edecek bir hâl
bırakmıyordu. Şems'in ayrılık hasreti ve muhabbeti ile yanıyordu. "Şems,
Şems!" diyerek ciğeri yakan kasîdeler söylüyor, göz yaşlarıyla dolu yazdığı
mektupları Şam'a, Şems-i Tebrîzî hazretlerine gönderiyordu. Ona bir
mektubunda; "Ey gönlümdeki nûr, gel! Ey gönlümde ona arzu olan gel. Ey sevgi
ve samîmiyetini ispat eden gel. Gelirsen ne mutluluk ve ferah. Gelmezsen ne
hüzün ve akla durgunluk. Gel, sen güneş gibisin uzak ve yakın olduğunda. Ey
uzaktakilere yakın olan gel." diye yazıyordu.
Eğer bir kimse, Mevlânâ hazretlerine; "Şems'i gördüm." diye yalan söylese,
ona müjde için üzerindeki elbisesini verirdi. Bir defâsında birisi; "Şems-i
Tebrîzî'yi Şam'da gördüm. Sıhhati yerindeydi." dedi.Mevlânâ, ona elinde
bulunan ne varsa hepsini verdi. Orada bulunan diğer bir kimse; "O, Şems-i
Tebrîzî'yi görmedi, yalan söylüyor." deyince, Mevlânâ da; "Ona verdiğim bu
elbiseler, sevdiğimin yalan haberinin müjdesidir. Onun hakîkî haberini
getirene canımı veririm." diye cevap verdi. Böylece aylar geçti. Zamanla
şehirdeki fitne ortadan kalktı. Şems-i Tebrîzî'ye olan düşmanlıktan,
vazgeçildi. Mevlânâ artık dayanamayacağını anlayınca, oğlu Sultan Veled'i
Şam'a göndermeye karar verdi. Oğlunu çağırıp;
"Süratle Şam'a varıp, filanca hana gidersin. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin o
handa bir genç ile sohbet ettiğini görürsün. O genci küçümseme sakın! O,
Allahü teâlânın sevdiği evliyânın kutuplarından biridir. Selâmımı ve duâ
isteğimi kendilerine bildir. İçinde bulunduğum şu vaziyetimi, hasretimi dile
getir. Buraya acele teşriflerini tarafımdan istirhâm et!" dedi.
Sultan Veled
hemen hazırlıklarını tamamlayıp yola çıktı. Şam'da, babasının târif ettiği
handa Şems-i Tebrîzî'yi bir gençle konuşuyor buldu. Durumu dilinin döndüğü
kadar anlattı. Konya'da bu hâdiseye sebeb olanların tövbe ettiğini ve
Mevlânâ'dan özürler dilediklerini de sözlerine ekledi. Bunun üzerine Şems-i
Tebrîzî, Konya'ya tekrar gitmeye karar verdi. Hemen yola çıktılar. Sultan
Veled, Şems hazretlerini ata bindirdi, kendisi de arkasından yaya yürüyordu.
Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled'in ata binmesi için ne kadar ısrâr ettiyse, o;
"Sultânın yanında, hizmetçinin ata binmesi bizce yakışık olmaz.
Hizmetçilerin, efendisi arkasında yürümesi gerektiğini öğrendik." diyerek
ata binmedi. Sultan Veled, Konya'ya yaklaştıklarında, babası Mevlânâ'ya
haberci gönderip, Konya'ya girmek üzere olduklarını bildirdi. Mevlânâ
müjdeyi getirene o kadar çok hediye verdi ki, o kimse zengin oldu. Konya'da
tellâllar bağırtılarak, Şems'in Konya'ya teşrif etmek üzere olduğu
bildirildi. Konya'nın, başta sultan olmak üzere, ileri gelen vezirleri,
hâkimleri, zenginlerinin yanısıra, bütün halk yollara döküldü. Büyük bir
bayram havası içinde, mübârek velî Şems-i Tebrîzî hazretlerini karşılamaya
çıktılar. Öğleye doğru Şems-i Tebrîzî ile Sultan Veled göründüler. Sultan
Veled, atın yularından tutmuş, Şems de atın üzerinde başı önünde ağır ağır
ilerliyorlardı. Bu muhteşem manzarayı seyredenler büyük bir heyecana
kapıldılar. Mevlânâ koşarak ilerledi, atın dizginlerine yapıştı. Göz göze
geldiler. Şems'in attan inmesine yardım eden Mevlânâ, üstâdının ellerini
sevinç gözyaşları arasında doya doya öptü. Bu arada yanık sesli hâfızlar
Kur'ân-ı kerîm okumaya başladılar. Herkes büyük bir haz içinde Kur'ân-ı
kerîmi dinledikten sonra, sıra ile Şems-i Tebrîzî hazretlerinin ellerini
öptü. Sonra Mevlânâ'nın medresesine geldiler. Şems-i Tebrîzî, Sultan
Veled'in kendisine gösterdiği hürmeti ve yaptığı hizmetleri Mevlânâ'ya
anlattı. Bundan çok memnun olduğunu bildirerek; "Benim bir serim (başım, bir
de sırrım vardır. Başımı sana fedâ ettim. Sırrımı da oğlun
Sultan Veled'e verdim. Eğer Sultan
Veled'in bin yıl ömrü olsa da hepsini ibâdetle geçirse, ona verdiğim sırra
yâni evliyâlıkta ilerlemesine sebeb olduğum derecelere kavuşamaz." dedi.
Mevlânâ Celâleddîn ile Şems-i Tebrîzî, eskisi gibi yine bir odaya çekilip
sohbete başladılar. Hiç dışarı çıkmadan, yanlarına oğlundan başka kimseyi
almadan, mânevî bir âlemde kendilerinden geçtiler. Halk, Şems gelince
Mevlânâ'nın sâkinleşeceğini, aralarına katılıp, kendilerine nasîhatte
bulunacağını, sohbetlerinden istifâde edeceklerini ümîd ederken, tam tersine
eskisinden daha fazla Şems'e bağlandığını ve muhabbetinin ziyâdeleştiğini
gördüler.
Şems-i Tebrîzî Mevlânâ'yı evliyâlık makamlarının en yüksek derecelerine
çıkarmak için elinden gelen bütün tedbirlere başvuruyordu. Ona her türlü
riyâzet ve mücâhedeyi yaptırdı. Bir gün; "Her kim; "Âlimler, peygamberlerin
vârisleridir." hadîs-i şerîfinin sırrına vâkıf olmak isterse, Mevlânâ'nın
hareketlerine, ahlâkına, davranışlarına baksın. Onun gibi olmaya çalışsın.
Onu sevsin. Onda enbiyâ ve evliyânın bütün âdet ve vasıfları toplanmıştır.
Her fende emsâlsizdir. Kısaca ben ona ulaşmış olmasaydım, mahrûm olurdum.
Fakat Mevlânâ'nın sırrı, âlemde gizli kaldı, onu kimse keşfedemedi."
buyurdu. Günler bu şekilde devâm ederken, halk, Mevlânâ'nın hiç
görünmemesinden dolayı yine Şems'e kızmaya başladı. Söylenenleri, Şems-i
Tebrîzî işitince, Sultan Veled'e; "Ey evlâdım! Hakkımda yine sû-i zan etmeye
başlandı. Beni, Mevlânâ'dan ayırmak için söz birliği etmişler. Bu seferki
ayrılığımın acısı çok derin olacak!" buyurdu.
1247 senesi Aralık ayının beşine rastlayan Perşembe gecesiydi. Mevlânâ ile
Şems yine odalarında sohbet ediyor, Allahü teâlânın muhabbetinden ve
çeşitli evliyâlık makamlarından anlatıyorlardı. Bir ara kapı çalındı ve Şems
hazretlerini dışarı çağırdılar. Dışarıda bir grup kimse, bir anda üzerine
hücûm ettiler. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin; "Allah!" diyen sesi duyuldu.
Mevlânâ hemen dışarı çıktı, fakat hiç kimse yoktu. Yerde kan lekeleri vardı.
Derhal oğlu Sultan Veled'i uyandırıp durumun tetkîkini istedi. Yapılan bütün
araştırmalarda, Şems-i Tebrîzî hazretlerinin mübârek cesedini bulamadılar.
Bir gece
Sultan Veled,
rüyâsında Şems-i Tebrîzî'nin cesedinin bir kuyuya atıldığını gördü. Uyanınca
yanına en yakın dostlarından birkaçını alarak, gördüğü kuyuya gittiler.
Cesed hiç bozulmamıştı. Cesedi alıp Mevlânâ'nın medresesine defnettiler.
Şems-i Tebrîzî hazretlerinin bu ayrılığına, Mevlânâ pek üzüldü. Ayrılığın
verdiği hasret ile nice beyitler, kasîdeler söyledi. Evliyâlık hâllerini,
derecelerini nazım ile öyle güzel anlattı ki, o zamâna kadar öylesini hiç
kimse söyleyemedi. Hazret-i Ali'den gelen feyz ve bereketleri, vilâyet
yolunu, onun kadar açıklayan bulunmadı. Şems-i Tebrîzî'ye olan muhabbetinden
dolayı eserinde "Şems" ve "Hâmûş" kelimelerini mahlas olarak kullandı.
Dîvânına Dîvân-ı Şems dendi.
Mevlânâ bundan sonra talebeleri arasına karışmaya, onlara ders vermeye,
câmilerde nasihat etmeye başladı. Pek çok velînin yetişmesine sebeb oldu.
Bunların arasında en meşhûru, Hüsâmeddîn Çelebi idi. İnsanların hasta
kalplerine, tatlı, serin şerbetler vererek şifâ olmaya çalıştı.
İlim ve fazîleti sebebiyle az zamanda, o derece şöhret buldu ki, ilim
talebesi, her taraftan huzûruna kavuşmak için cân atıyordu. Her zaman
etrafında dört-beş yüz dinleyici bulunurdu. Evine gidip gelirken bile,
etrâfını sarıp, çeşitli suâller sorar, müşkillerini çözerlerdi.
Mevlânâ, Kitap ve sünnetten zerre kadar ayrılmayarak, tasavvufta emsâlinden
üstün oldu. Binlerce talebesi vardı. Onları büyük bir îtinâ ile yetiştirmeye
çalıştı. Zamanla talebe sayısı arttı, medreseler çoğaldı. Büyük âlimler
yetişti.
Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Rûmî'nin talebelerinin en önde gelenlerinden
biri, Selâhaddîn Zerkûb idi. Selâhaddîn, önceleri kuyumculuk yapardı. Bir
gün Mevlânâ, Selâhaddîn'in dükkanının önünden geçerken, içerden, altına
şekil vermek için vurulan her çekicin; "Allah, Allah!" diye ses çıkardığını
kalp gözüyle anladı. Bu hâl çok hoşuna giderek, dükkan sâhibi olan
Selâhaddîn'i medreseye dâvet edip, iltifâtlarda bulundu. Selâhaddîn,
Mevlânâ'nın sohbetlerinden çok haz duyduğundan kuyumculuğu bıraktı. Artık
her gün medreseye gidiyor, hocası Mevlânâ'nın sözlerini sahrâda susuz kalan
kimse gibi, damlasını telef etmeyerek âdetâ içiyordu. Mevlânâ da bu yeni
talebesini çok sevip, bütün feyz ve teveccühlerini onun üzerine çevirdi.
Selâhaddîn'i, kısa zamanda evliyâlık derecelerine yükseltti. Ona olan
sevgisinden dolayı oğlu Sultan Veled'e Selâhaddîn'in kızını isteyerek nikâh
yapıp akrabâ oldu. Selâhaddîn, on sene Mevlânâ hazretlerinin sohbetiyle ve
hizmetiyle şereflendi. Mevlânâ'nın sağlığında vefât etti. Selâhaddîn'in
vefâtına çok üzülen Mevlânâ talebelerinden Çelebi Hüsâmeddîn'in üzerinde
çok durarak, onu kendisine vekîl olacak şekilde yetiştirdi. Çelebi
Hüsâmeddîn'in, Mevlânâ'ya en mühim yardımı Mesnevî'yi yazması oldu. Mevlânâ
mânevî bir aşkla edebî değeri yüksek İslâm ahlâkının üstünlüğünü anlatan
ince bilgiler ve Allah sevgisiyle dolu beytler söyledi. Mesnevî'nin ilk on
sekiz beytini kendisi yazdı, diğer beyitleri ise, kendisi söyleyerek Çelebi
Hüsâmeddîn'e yazdırdı. Böylece daha bir benzeri yazılmamış olan Mesnevî-i
Şerîf meydana geldi.
Mevlânâ bir gün meclisinde bir gencin, bir ihtiyârın üst tarafında
oturduğunu gördü. O gence bir şey söylemeden, hazret-i Ali'nin sabah
namazına giderken önünde yürümekte olan yahûdî bir ihtiyarı, yaşına hürmeten
geçmediğini, bu sebeple namaza geç kalınca, birinci rekatın rükûunda Cebrâil
aleyhisselâmın Resûlullah'ın sırtına lutf ile dokunup durdurduğunu ve
hazret-i Ali'nin yetiştiğini anlatıp; "Yahûdî ihtiyara hürmet edilince,
müslüman ihtiyara daha çok hürmet edilir. Hele ömrünü dîne uymakla geçirmiş
ihtiyarlara saygı ve hürmet gösteren gençlerin, Allah katında ne kadar
yüksek mertebe kazanacağını düşünmelidir." buyurdu. Bu nasîhatı dinleyen
genç, mükemmel bir ders alıp, bir daha büyüklerin üst tarafına oturmadı.
Bir yerde büyük bir cemiyet tertîb edilmişti. İlim sâhibi biri; "Bugün
Mevlânâ, bu mecliste ne söylerse, karşı gelip, ters cevap vereceğim." dedi.
Oradakilerin nasîhatlerine rağmen, o sözünde ısrar etti. O sırada Mevlânâ
kapıdan içeri girip, söze başladı: "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah,
söylüyorum. Bana karşı çıkıyorsan çık, ters cevap verebiliyorsan ver."
buyurdu. Bu hâli gören o kibirli adam, tövbe edip Mevlânâ'nın elini öptü,
sâdık talebelerinden oldu.
Sultan Rükneddîn'in hanımı anlatır: "Bir gün Mevlânâ âniden aramızda peydâ
olup; "Acele bu evden çıkın, çabuk olun, evi boşaltın!" buyurdu. Biz hemen
evden çıktık. Çıkar çıkmaz ev yıkıldı. Hepimiz kurtulduk. Mevlânâ'nın bu
kerâmetinin bir şükrânesi olarak, Sultan Rükneddîn, bin altını Mevlânâ'nın
medresesinde okuyan talebelere dağıttı
Bâzı beyler, Sultan Rükneddîn'i Aksaray'a dâvet ettiler. Mevlânâ; "Gitme!"
dedi. İkinci dâvette sormadan gitti ve orada öldürüldü.
İmâm İhtiyârüddîn anlatır: "Birgün Mevlânâ ile ikimiz Hüsâmeddîn Çelebi'nin
bağına gidiyorduk. Ben, Mevlânâ'nın ardından yavaş yavaş giderken, onun bir
arşın kadar yüksekten havadan gittiğini gördüm. Hayretimden kendimden
geçmişim. Ayıldığımda gördüm ki, Mevlânâ gitmiş. Acele ederek kendilerine
yetiştim. Kulağıma eğilerek; "İnsanoğlu bir kuştan daha mı âciz ki, havaya
kalkmasına hayret ediyorsun?" buyurdu. Bağa vardık. Sohbet esnâsında
Mevlânâ, Hüsâmeddîn Çelebi'ye; "İsterim ki, Şeyh Ziyâeddîn'in dergâhı bizim
Hüsâmeddîn Çelebi'nin olsun." buyurdu. Hüsâmeddîn Çelebi; "Efendim!
Başkalarının makâmında gözüm yoktur." dedi. Mevlânâ; "İyi ama benim
gönlümden öyle geçti." buyurdu. Sonra sohbet bitti. Ertesi sabah şehirden
gelenler, Şeyh Ziyâeddîn'in, dergâhında âniden öldüğü haberini getirdiler.
İki-üç gün sonra da Hüsâmeddîn Çelebi oraya müderris tâyin edildi."
Hanımı anlatır: "Bir gün Mevlânâ evden kayboldu. Hiçbir yerde bulamadık. Bir
ara uyumuşum. Uyandığımda Mevlânâ'yı namaz kılarken gördüm. Mübârek ayakları
tozlu idi. Sonra ayakkabılarını çevirmek istedim, onlarda kırmızı kumlar
gördüm. Sorduğumda; "Mekke'de bir velî dostum vardır. Biraz onunla sohbet
ettim. O kum, Hicaz'ın kumudur." buyurdu. Bu kadar kısa zamanda oralara
gidip gelmek nasıl olacağı aklıma geldi. Hemen anlayıp; "Allahü teâlânın
velî kulları gönül gibi, bir anda her yeri dolaşabilir." buyurdu. Böylece
tayy-i mekânı târif ettiler. Yâni kısa zamanda uzak yerlere gitmeyi ve çok
iş yapmayı anlattılar."
Mevlânâ'yı çok sevenlerden biri, vefât etmeden yaptığı vasiyyetinde; kabrine
Mevlânâ hazretlerinin gelip, Kur'ân-ı kerîm okumasını istirhâm etti. O zât
vefât edince vasiyyeti Mevlânâ'ya bildirdiler. Mevlânâ da memnun olup, onun
kabrinde Kur'ân-ı kerîm okudu. Vefât eden kişinin çocuklarından biri,
rüyâsında babasının çok iyi bir hâlde olduğunu görünce; "Babacığım! Bu
dereceye nasıl vâsıl oldunuz?" diye sordu. Babası da: "Beni kabre koyunca
Münker ve Nekir melekleri suâl sormaya gelirken, oraya güzel yüzlü bir melek
geldi. Onlara; "Allah bu zâtı Mevlânâ'ya bağışladı. Onu bırakınız! dedi. O
günden beri hamdolsun hâlim iyidir." diye cevap verdi
Mevlânâ'nın mübârek hanımı anlatır: "Mevlânâ bir gün namaza durdu. Sükûnet
ve tevâzu içinde tâzim ve hürmetle Kur'ân-ı kerîm okuyor, bir taraftan da
gözlerinden yaşlar akıtıyordu. Evde bulunanlarla birlikte Mevlânâ'nın bu
hâlini görüyor, hayretle ona bakıyorduk. Namazdan sonra her zamanki gibi
tesbihini çekip cenâb-ı Hakk'a uzun uzun yalvarıp yakararak duâsını yaptı.
Onun bu hâli bana çok tesir etti, ağlamaya başladım. Sonra; "Ey efendi!
Dünyâda ve âhirette biz günahkârların ümîdi sensin. Bu kadar çok ibâdetinle,
böyle korkar, ağlar, yalvarırsan, biz bu tenbel hâlimizle kıyâmet gününde ne
yaparız?" diye sordum. Yemîn ederek; "Allahü teâlânın bana verdiği
nîmetlerin, ihsânların yanında benim yaptığım ibâdet, yalvarışlar ve bütün
hareketlerim, ziyâde kusûr ve nihâyetsiz eksiklikten başka bir şey değildir.
Bütün bu korku ve yakarışlarımla; "Ey Kerîm olan Allah'ım! Benim gibi bir
âcizin, bir çâresizin kuvveti ve tâkatı ancak bu kadardır, mâzur buyur yâ
Rabbî!" demek istiyorum. YoksaO'na lâyık bir ibâdeti kim yapabilir?"
buyurdu.
Mevlânâ müslim veya gayr-i müslim herkese karşı yaptığı iyi muâmele ve
güler yüz ile her tarafta meşhûr oldu. O zamanlar İstanbul'da bulunan meşhûr
bir hıristiyan papaz, merâk edip Mevlânâ'yı görmek istedi. Yollara düşüp
Konya'ya geldi. Konya'da yaşayan hıristiyanlar onu karşıladılar. Yolda
giderken Mevlânâ'yı gördüler. Papaz süratle yetişip, Mevlânâ'ya çok tâzim ve
hürmet gösterdi. Mevlânâ da onu iyi karşıladı. Papaza, papazın yaptığından
daha fazla iltifatta bulundu. Papaz ve orada bulunan diğer hıristiyanlar,
Mevlânâ'nın bu iltifât ve güzel ahlâkı ve bu olgunluğu karşısında
dayanamayıp, Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldular.
Mevlânâ, bir gün oğlu Sultan Veled'e: "Oğlum! Eğer Cennet'te olmak istersen,
herkes ile dost geçin, hiç kimseye kin tutma, herkese tevâzu göster. Zîrâ
alçak gönüllü olmak asıl sultanlıktır." buyurdu.
Mevlânâ, ezân-ı şerîf okunmaya başladığı zaman, ya ayakta durur veya dizi
üstüne oturarak huşû içinde dinlerdi. Bitince de ezân-ı şerîf duâsını
okuyup, salevât-ı şerîfe söylerdi. Sonra namaza kalkar, talebelerine, namazı
vaktinde kılmalarını tavsiye ederdi. Buyururdu ki: Belh şehrinde bir kimse
vardı. Her ne zaman ezân okunmaya başlasa bütün işini bırakır, iki dizi
üstüne gelerek otururdu. Ezânı, mütevâzî bir hâlde dinler, bitince salevât-ı
şerîfe getirir, ezân duâsını okurdu. Sonra araya bir iş karıştırmadan hemen
namazını kılardı. Bu kimse devamlı böyle yapar, hiç bu âdetini bozmazdı.
Nihâyet bir gün vefât etti. Cenâzesini teneşirde yıkarken ezân-ı şerîf
okunmaya başladı. Cenâze birden doğruldu, ezân bitinceye kadar diz üstü
oturarak hareketsiz bekledi. Sonra tekrar yattı. Cenâzeyi kabre
koyduklarında, suâl melekleri geldiler. Bu sırada onlara Allahü teâlâdan; "O
kulum, ismim anıldığı zaman, ismimi aziz tutarak hürmetle beklerdi. Siz de
onu ziyâret edip aziz tutun." hitâbı geldi.
Mevlânâ, başkalarından bir şey istemeyi talebelerine yasak ederek;
"Başkasına el açıp bir şey isteyen, bizim talebemiz değildir. Ona dünyâda da
âhirette de şefâat etmeyiz ve ondan uzak dururuz. Biz, talebelerimize dâimâ
vermeyi, ihsân ve ikrâmlarda bulunmayı, herkese karşı tevâzu üzere
bulunmayı, tatlı sözlü, güler yüzlü olmayı tavsiye ediyoruz. El açıp istemek
bizim yolumuzda yoktur." buyurdu.
Sultân Veled anlatır: "Ben, beş yaşında idim. Bir gün babamın, talebelerine
şöyle dediğini duydum: "Ben yedi yaşımda iken, nefsim tamâmiyle rûhuma tâbi
oldu. Nefsî isteklerimden kurtuldum." Bunu dinleyen talebelerden biri;
"Efendim! Biz, sizi devamlı nefsinizle mücâhede eder hâlde görüyoruz. Bu
sözünüzü nasıl anlamak icâbeder?" dedi. Bu suâle; "Nefs, yaratıkların içinde
en ahmak olanıdır. Hep kendi zararını ister. Onun yakasını bırakmağa gelmez.
Çünkü en büyük düşman nefstir. Büyüklerimiz, ölünceye kadar nefsle mücâdele
etmiştir. Biz de öyle yaparız." cevâbını verdi.
Önceleri
Mevlânâ hazretlerinin büyüklüğünü anlayamayan, onun devamlı aleyhinde söz
söyleyen biri bir gün rüyâsında gördüklerini anlattı: "Rüyâmda Karatay
Medresesindeki dershânenin ortasında, Peygamber efendimizi oturur hâlde
gördüm. Sanki güneş gökten inmişti. Nûrundan gözler kamaşıyor, Eshâb-ı kirâm
da hizmet ediyorlardı. Ben huzûruna doğru ilerleyip kendilerine selâm
verdim. Selâmımı aldılar ve yanlarında bulunan tabaktaki yahniden bir parça
sundular. Yahniyi alarak; "Yâ Resûlallah!Etlerin en lezzetlisi, en güzeli
hangisidir?" diye sordum. Buyurdu ki: "Etlerin en iyisi, kemiğe bitişik
olanıdır." O anda uyandım. Her tarafımı nûr kaplamıştı. Büyük bir sevinç
içinde Karatay Medresesine gittim. Dershânenin ortasında, Peygamber
efendimizi gördüğüm yerde Mevlânâ oturuyordu. Hayretle yanlarına yaklaştım
ve selâm verdim. Selâmımı tebessüm ederek aldı. Daha ben rüyâmı anlatmadan:
"Sevgili Peygamberimiz; "Etlerin en iyisi, kemiğe bitişik olandır."
buyurdu." dedi. Mevlânâ'nın rüyâmdan haberdâr olduğunu anlayınca, düşüp
bayıldım. Ayıldığımda büyük bir sevgiyle ellerini öpüp, talebeliğe kabûl
edilmemi taleb ettim ve sarsılmaz bir îtikâd ile kendisine bağlandım."
Bir kimse rüyâsında Resûlullah efendimizi görüp, huzûruna vararak hürmetle
selâm verdi. Peygamberimiz, mübârek yüzlerini öbür tarafa çevirdiler. O zât,
öbür tarafa dolanıp tekrar selâm verdi. Yine mübârek yüzlerini çevirip,
iltifât etmediler. O zât çok üzülerek ağlamaya başladı ve sebebini suâl
etti. Peygamber efendimiz; "Sen, bizim dostumuz olan Celâleddîn Muhammed
Rûmî'den yüz çeviriyorsun. Hâlbuki o, bizim çok sevdiğimiz evlâdımızdır."
buyurdular. O kimse korku ile uyanıp hatâsını anladı. Kendi kendine; "Ey
bedbaht! Şimdiye kadar yarasa gibi güneşin ziyâsından kaçtın. Bundan sonra
bâri Mevlânâ hazretlerinin huzûruyla şereflenip dünyâda ve âhirette saâdete
kavuş." dedi. Hemen Mevlânâ'nın medresesine doğru, onun talebesi olmak için
büyük bir ihlâs ile yola koyuldu. Kapıya geldiğinde, Muhammed ismindeki
talebeyle karşılaştı. Talebe, ona; "Beni hocam Mevlânâ gönderdi. Bize
kalbinde sevgi hâsıl olan bir kimse geliyor, onu kapıda karşılayın."
dediler. "Haydi içeriye buyurun!" dedi. O kimse içeri girip Mevlânâ'nın
elini öpüp, talebesi olmakla şereflendi.
Konya eşrâfından Muînüddîn
Pervâne, şehrin ileri gelenlerini yemeğe dâvet etti. Dâvetliler arasında
Mevlânâ de vardı. Herkese yemekler geldi. Mevlânâ'ya husûsî olarak altın
bir tabak içerisinde, bir kese altın konulmuş ve üzerine pirinç pilavı
doldurulmuş bir hâlde arz olundu. Mevlânâ, tabağı görünce yüzünü çevirdi ve
elini uzatmadı. Ev sâhibi yemesi için; "Helâl lokmadır, buyurunuz efendim."
diye ısrâr edince, Muînüddîn'e; "Altın tabak içinde altın kesesi saklıyarak
bizi imtihan mı ediyorsun? Bir de yememiz için ısrâr ediyorsun, bu size
yakışır mı?" dedi. Bu sözleri duyan ev sâhibi, pek mahcûb olarak Mevlânâ'nın
ellerine sarılıp öptü ve kendisini talebeliğe kabûl etmesini istirhâm etti.
Mevlânâ'ya öyle bağlandı ki, onun mânevî yardımları ile en önde gelen sâdık
talebelerinden oldu.
Emîr
Ahmed anlatır: "Mevlânâ'nın ismini ve vasıflarını işiterek ona âşık
olmuştum. Memleketim Diyarbakır'dan Konya'ya gitmeme, annem ve babam müsâde
etmiyorlardı. Her geçen gün ona olan kavuşma arzum artıyor fakat nasıl
gideceğimi bilemiyordum. Bir gece iki rekat namaz kılıp, Allahü teâlânın
sevgili kullarını vesîle ederek çok duâ ve niyâzlarda bulundum. Sonra En'âm
sûre-i şerîfini okuyarak uyudum. Rüyâmda Mevlânâ hazretlerini gördüm. Sîmâsı
bana anlatılanlara aynen uyuyordu. Bizim eve gelmişti. Onu görünce koşarak
huzûruna yaklaştım ve hürmetle ellerinden öptüm. Beni kucaklayıp alnımdan
öptü. Eline aldığı bir makas ile alnım üzerinden bir mikdâr saçımı keserek;
"Bu, Mesnevî âlimi olacak." buyurdu. Uyandığımda, saçlarım ve makas yastık
üzerinde duruyordu. Bu rüyânın tesiri altında idim. Annem ve babam,
ısrârlarıma dayanamıyarak izin verdiler. Doğruca Konya'ya gittim ve
Mevlânâ'ya talebe olmakla şereflendim. Mesnevî üzerinde çalışmamı emir
buyurdular. Kısa zamanda Mesnevî hakkında sorulan her soruyu cevaplandıracak
hâle geldim."
Kârî, Kur'ân-ı kerîmi ezbere bilen Muhammed anlatır: "Hacca gidip vazîfemizi
yaptıktan sonra Konya'ya dönmüştük. Hacı arkadaşlarımızdan bir delikanlı,
diğer arkadaşlarımı zaman zaman Mevlânâ'ya götürüyor, onun sohbetlerine
katılmayı teşvik ediyordu. Onun bu hâline şaşıyorduk. Birgün kendisine
sebebini sorduğumuzda; "Hacca giderken bir konakda uyumuşum. Uyandığımda
kâfilenin beni unutup gittiğini gördüm. Çok üzüldüm, zîrâ yolu bilmiyordum.
Cenâb-ı Hakk'a yalvararak göz yaşları arasında yaptığım duâlardan sonra,
herhangi bir istikâmete doğru yürümeye başladım. Bir müddet gittikten sonra,
kendimi büyük bir sahrâda buldum. İleride bir çadır vardı. Yanına
vardığımda, içeride heybetli birinin helva pişirdiğini gördüm. Durumumu ona
anlattım ve bu helvayı kime pişiriyorsun? diye sordum. Bana; "Bu helvayı
Sultân-ül-Ulemâ'nın oğlu Mevlânâ için pişiriyorum. Her gün buradan geçip
gider. Birazdan gelmesi lâzım. Sabredersen onu görürsün." dedi. Hakîkaten
biraz sonra Mevlânâ geldi. İkrâm edilen helvadan bir mikdâr yedi, ayrıca
bana da verdi. Sonra kendisine durumumu arzedince, kerem sâhibi Mevlânâ
bana tebessüm ederek; "Hiç merak etmeyiniz, yalnız gözünüzü yumup biraz
sonra açınız." buyurdular. Ben gözlerimi yumdum. Açtığımda kendimi kâfilenin
yanında buldum. İşte benim Mevlânâ hazretlerini çok sevmemin ve
arkadaşlarıma tavsiyede bulunmamın sebebi budur." dedi.
Mevlânâ'yı
çok sevenlerden biri, ticâret maksadıyla İstanbul'a gitmek için izin istedi.
Mevlânâ de; "İstanbul'a gitmenize izin verdim. Yalnız İstanbul'da şu
adreste bir kilise var. İçinde şu vasıflarda birini bulacaksın. Ona benden
selâm söyle." buyurdu. Tüccâr; "Peki!" diyerek yola çıktı. İstanbul'da işini
hallettikten sonra, emredilen adrese gidip kiliseyi buldu. İçinde târif
edilen kimse vardı. Ona, Mevlânâ'nın selâmını söyledi. O kimse ile
konuşurlarken, bir köşede Mevlânâ hazretlerini murâkabe hâlinde oturuyor
gördü. Hayretinden aklı gidip oraya düştü bayıldı. Kendisine geldiğinde,
kilisede sâdece selâm getirdiği kimse vardı. Ayrılmak için izin istediğinde,
o zât da; "Mevlânâ'ya benden selâm söyleyiniz." diye tenbihte bulundu.
Tüccar oradan ayrılıp, uzun bir yolculuktan sonra Konya'ya geldi. Doğruca
Mevlânâ'nın huzûruna gitti. İstanbul'daki kimsenin de kendisine selâmı
olduğunu söyledi. Mevlânâ'ya bunu söylerken, Mevlânâ'nın önünde o
İstanbullunun diz üstü oturduğunu gördü. Yine hayretinden aklı başından
gidip, orada bayıldı. Ayıldığında, Mevlânâ; "Ey tüccar! Bu gördüklerini,
sağlığımda kimseye söyleme." buyurdu. Bunun üzerine tüccar, bütün malını
İslâmın yayılması için harcadı ve Mevlânâ'nın huzûruna gelip talebesi
olmakla şereflendi. Dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmaya çalıştı.
Deyr-i Eflâtun yâni Eflâtun Kilisesinde bir kimse vardı. Üzerine râhip
elbisesi giyer, kiliseye gelenlere İslâmiyetin üstünlüğünü anlatır,
konuştuğu kimselerin müslüman olmasına vesîle olmaya çalışırdı. Bu arada
Mevlânâ hazretlerinin talebelerine de çok saygılı davranırdı. Bir gün
kendisine; "Senin, Mevlânâ'nın yakınlarına bu kadar hürmetli olmanın,
iltifât göstermenin sebebi nedir?" diye sordular. O da cevap olarak; "Biz
Mevlânâ'nın pekçok kerâmetlerini gördük. İsterseniz size içlerinden birini
anlatayım. Bir gün biz kırk papaz, cümlemiz Mevlânâ'ya bir suâl sormak için
giderken, kendisiyle bir fırının önünde karşılaştık. İçimizden biri; "Kur'ân-ı
kerîmde, Meryem sûresinin yetmiş birinci âyet-i kerîmesinin meâlinde;
"İçinizden, hiçbiri istisnâ edilmemek üzere, mutlaka Cehennem'e varacaktır.
Bu, Rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür." buyruluyor. Bu âyet-i
kerîmeye göre, müslüman olsun kâfir olsun, herkesin Cehennem'den geçeceği
bildiriliyor. Mâdem ki herkes Cehennem'e girecek, o zaman İslâmiyetin
üstünlüğü nereden belli olacaktır?" dedi. Mevlânâ; "Evet. Âyet-i kerîmede
bildirildiği gibi, herkes Cehennem'e uğrayacaktır. Müminler Cehennem'e
uğradığında, Cehennem'in ateşi ona tesir etmiyecektir. Hattâ Cehennem; "Ey
mümin, çabuk geç, nûrun ateşimi söndürüyor." diyecektir. Aynı ateş, Allahü
teâlânın emriyle kâfiri yakacaktır. Ateş, aynı ateştir. İsterseniz deneyelim
ve şimdi size bunu göstereyim." dedi. Bizden, üzerimize giydiğimiz
gömlekleri çıkarmamızı istedi. Çıkarıp, kendisine verdik. O da hırkasını
çıkarıp, bizimkilerin içine sardı. Öylece fırının içine attı. Biraz sonra
fırının kapağını açıp, elini alevlerin içine soktu. Biz hayretle hâdiseyi
tâkib ediyorduk. Sonra içerden hırkayı alıp önümüze koydu. Hırkada en ufak
bir yanık izi yoktu. İçini açtığında, bizim gömleklerimizin hepsinin yanıp
kül olduğunu gözlerimizle gördük. Sonra Mevlânâ bize dönerek; "Ey râhipler!
İşte gördüğünüz gibi, biz ateşe böyle uğrarız. Siz de böyle uğrarsınız."
deyince, hepimiz insâf edip, Kelime-i şehâdeti getirerek müslüman olduk. Her
birimiz de, bundan sonra İslâmiyetin yayılması için çalışacağımıza,
hıristiyanların doğru yola gelmesi için uğraşacağımıza söz verdik. İşte
benim Mevlânâ'nın talebelerine hürmet ve iltifât etmemin sebebi budur."
Bir gün Kâdı Sirâceddîn ismindeki bir hoca, talebelerine; "Bugün Mevlânâ'ya
gidip, onu soru yağmuruna tutalım. Öyle sorular hazırlıyalım ki, hiç
birisine cevap veremesin." dedi. Talebeler soru hazırlamaya koyuldular.
Kendisi de çalışmaya başladı. Bir ara Kâdı Sirâceddîn'in yanında Mevlânâ
tecessüm etti. Kâdı Sirâceddîn'in yüzüne dikkatlice bakıp oradan kayboldu.
Kâdı, talebelerine; "Mevlânâ buraya geldi." deyince, talebeler; "Biz
görmedik efendim." dediler. Bu hâl, Kâdı Sirâceddîn'in zihnine takıldı,
düşüncelere daldı. Bir saat kadar sonra Mevlânâ tekrar orada göründü. Bunu
kâdı ve talebeleri gördüler. Hepsine selâm verdi ve oradan ayrıldı. Biraz
sonra kâdı talebeleri ile namaz kılmak için büyük odaya geldiklerinde
duvarlarda bir takım yazılar gördüler. İncelediklerinde, Mevlânâ'ya soracağı
sorular ve bu soruların cevapları geniş olarak, yazılmış idi. Kâdı
Sirâceddîn ve talebeleri, hayretlerinden dona kaldılar. Böyle büyük bir âlim
ve velînin hakkında besledikleri kötü düşüncelerine pişmân oldular. Hep
birlikte gidip Mevlânâ'nın talebesi olmakla şereflendiler.
Malatyalı Selâhaddîn Efendi anlatır: "Gençliğimde İskenderiyye'ye ticâret
için gitmiştim. Gemimiz bir girdaba yakalandı, kurtulmamız imkânsızdı. Korku
içinde idik. Herkes adaklar adamaya başladılar. Tövbeler ettiler.
Helâllaşmaya başladılar. Bu arada bana, kurtulmak için duâ etmemi ricâ
ettiler. Konyalı olmam hasebiyle, aklıma bir anda Allahü teâlânın evliyâ
kullarından Mevlânâ geldi. Hemen; "Yâ hazret-i Mevlânâ! İmdâdımıza yetişmen
için yalvarıyorum." diye seslendim. O anda, herkesin gözü önünde, gelip
gemimizin yanıbaşında göründü. Gemiye yapışıp girdaptan kurtardı ve
kayboldu. İskenderiyye'den sonra Konya'ya gittik. Mevlânâ'nın huzûruna
çıktığımızda bize; "Elhamdülillah. Allahü teâlânın sevdiği kullarından
birine tâbi olanlar, dünyâda da âhirette de halâs olup, kurtulurlar."
buyurdu. Bunun üzerine hepimiz Mevlânâ'ya talebe olmakla saâdete kavuştuk."
Tebrizli bir tüccar, ticâret için Konya'ya gelmişti. Konyalı tüccarlara;
"Burada evliyâdan bir kimse var mıdır? Bir müşkilim var, onu soracağım."
dedi. Orada bulunanlar, Mevlânâ'nın kerâmetlerinden bahsettiler. Seni ona
götürelim dediler. Tebrizli, Mevlânâ'nın nâmını önceden duymuştu. Kabûl edip
hemen Mevlânâ'nın dergâhına gittiler. Tüccâr huzûra çıktığında; "Efendim,
namazımı kılıyor, Allahü teâlânın emirlerini yapıp, yasaklarından
kaçınıyorum. Hayır-hasenâtımı yapıyor, kimseye zararım olmuyor. Ancak,
kalbimde ibâdetlere karşı bir soğukluk var. Huzûrum yok. Sebebini de bir
türlü bulamıyorum. Bana yardım etmenizi istirhâm ediyorum." dedi. Mevlânâ,
şöyle bir murâkabeden sonra: "Ey Tâcir! Sen, Magrib'de bir yol üzerinde,
Allahü teâlânın velî kullarından biriyle karşılaştın. Onun dış görünüşünü
beğenmedin hattâ hakâret gözüyle baktın. Sendeki huzursuzluğun sebebi budur.
İsterseniz şuraya bakın." diyerek, karşıdaki duvarı gösterdiler. Tüccar
duvara baktığında, bir anda duvardan pencere gibi bir boşluğun meydana
geldiğini ve bu boşluktan o velî kulun yine bir yol kenarında oturduğunu
gördü. Mevlânâ sözüne devâm ederek; "Bu huzursuzluğunuzun çâresi de, o
kimseye gidip, ondan özür dileyip, affına kavuşmaktır." buyurdu. Mevlânâ,
tâcire daha birçok nasîhatler yaptıktan sonra; "Muhakkak onu bul, hakkını
helâl ettirip duâsını al. Bizim de selâmımızı söyle." dedi. Tâcir; "Peki
efendim!" deyip yol hazırlıklarını yaptı ve yola koyuldu. Araya araya o
mübârek zâtı buldu. Çok özür dileyip Mevlânâ'nın selâmını söyledi.
Affetmesini, hakkını helâl etmesini istirhâm eyledi. Bunun üzerine o mübârek
zât; "Öyle bir kapıya sığınmışsın, öyle bir kimseden yardım taleb etmişsin
ki, reddetmek mümkün değil. Seni Mevlânâ hürmetine affettim. Kendisini
görmek istersen şuraya bak." deyince, tâcir işâret edilen yerde Mevlânâ'yı
gördü. Bu hâle gözleriyle şâhid olan tâcir, o kimseyle vedâlaşıp, Konya'ya
geldi ve Mevlânâ'nın talebesi oldu.
Mevlânâ her halleriyle insanları doğru yola teşvik eder, vâz ve
nasîhatlarıyla hasta kalplere şifâ olan sözler söylerdi. Bir gün
talebelerine; "Ey bizi sevenler! Sevgili Peygamberimizin gittiği Ehl-i
sünnet yolundan yürüyüp, bu yolu ihyâ etmelidir. Allahü teâlânın sevdiği
ameller, ibâdetler ile, helâl yollardan çoluk-çocuğunun ihtiyaçlarını
kazanarak, râzı olunan kullar zümresine dâhil olmalıdır. Hep helâli
istemeli, helâlinden yiyip, helâlinden içmeli ve helâlinden giymelidir.
Söylediklerimiz, dinlediklerimiz, düşündüklerimiz hep helâl olmalı. Her
hareketimizi Peygamber efendimizin hâl ve hareketlerine uydurmalıyız.
Herkes, bir sanata sâhib olmalı ve din ilimlerini iyi öğrenmelidir.
Talebelerimden bunu husûsen istiyorum. Bizim yolumuzda olanlara, kıyâmet
günü yardımcı olur, yüzlerinin ak olmasına çalışırız. Ancak, edebe riâyet
etmeyenler ve Ehl-i sünnet yoluna muhâlefet edenler, kıyâmet günü bizi
göremeyeceklerdir." buyurdu.
Bir
gün huzûruna birbirlerine dargın iki kişi getirdiler. Onlara barışmalarını
söyledi sonra da; "Allahü teâlâ, bâzı insanları su gibi latîf, mütevâzî,
dâimâ aşağıya akıcı ve yumuşak huylu, bâzılarını da toprak, taş gibi sert
mizaçlı yarattı. Su, toprağa karışır, meyvelerin büyümesini, canlıların
içerek hayatlarının devâm etmesini sağlar. O sulardan rûhlara ve bedenlere
gıdâ temin edilip, menfaat sağlanır. Su toprağa gitmezse, topraktan ve sudan
lâyıkıyla istifâde edilmez. Ey Nûreddîn! Bu arkadaşın toprak hükmünde olup,
yerinden kalkmaz ve barışmaz ise, sen su gibi tevâzu üzere olup, anlaş.
Herkes bilir ki, iki küs olan kimseden hangisi öbüründen önce davranırsa,
Cennet'e ötekinden önce girecektir. Daha çok sevap kazanacaktır.
Dolayısıyla, bu barıştan her ikiniz de istifâde etmiş olacaksınız." buyurdu.
Bunu dinleyen iki küs kimse, daha çok sevap kazanmak gayretiyle hemen
barıştılar.
Bir kimse, geçim darlığından şikâyette bulundu. Bunun üzerine Mevlânâ o
kimseye; "Eğer sana, âzâlarından birini kesip, yerine bin altın verelim
deseler râzı olur musun?" diye sordu. O da; "Hayır, râzı olmam." diye cevap
verdi. Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri; "Ey kardeşim! Mâdem ki râzı
olmazsın, niçin geçim sıkıntısından şikâyette bulunursun? Fakirim diyorsun,
bu kadar altından daha kıymetli âzâların var iken, vücûdun sıhhatte ve
âfiyette iken, niçin bunları sana bedâvadan ihsân eden Allahü teâlâya
şükretmiyorsun? Allahü teâlâ; meâlen "Nîmetlerimin kıymetini bilir,
emrettiğim gibi kullanırsanız onları arttırırım." (İbrâhim sûresi: 7)
buyurdu.
Mevlânâ bütün işleri ihlâs ile, Allahü teâlânın rızâsı için yapmak lâzım
olduğunu, bir misâl ile şöyle izâh ettiler: "Nişâburlu bir ilim talebesi ile
bir tüccar yol arkadaşı oldular. Çok fakir olduğundan talebenin ayakkabısı
yoktu. Yalın ayak yürürken, tüccar bir çift ayakkabı verdi. Sonra tüccar,
talebeye ikide bir; "Ey talebe! Yolun düzgün yerinden yürü... Sivri taşlara
basma... Ayaklarını sürüme... Dikenli yerlerden gitme.. Ayakkabıyı
eskitme..." diye tembih ediyordu. Bu tenbihler talebeyi usandırdı. Sonunda
talebe dayanamayıp ayakkabıları çıkardı, tüccarın önüne bıraktı ve; "Ben
senelerce yalın ayak seyâhat ederim. Kimse bana bunun için bir şart
koşmuyordu. Şimdi verdiğin bu ayakkabılar için sana mahkûm olamam." dedi.
İşte burada olduğu gibi, yapılan hayır-hasenât karşılıksız olmalı Allahü
teâlânın rızâsı için yapılmalıdır. Ancak böyle olursa makbûl olur.
Devlet
memurlarından bir kimse, zaman zaman Mevlânâ hazretlerini ziyâret eder,
vazîfesinden ayrılarak devamlı onun hizmetiyle şereflenmek istediğini
bildirirdi. Mevlânâ da, vazîfesini bırakmamasını ister, ona nasîhatler
ederdi. Bir gün ona şu menkıbeyi anlattı: "Abbâsî halîfesi Hârûn Reşîd
zamânında bir zâbıta âmiri vardı. Hızır aleyhisselâm ile her gün görüşüp
sohbet ederlerdi. Zâbıta âmiri bir gün vazîfesinden istifâ etti. Zâhid olup
insanlardan ayrı yaşamaya, kimseyle görüşmeyip tek başına ibâdet yapmağa
başladı. Fakat istifâ ettikten sonra Hızır aleyhisselâm kendisine hiç
uğramaz oldu. Bu duruma zâbıta âmiri çok üzüldü. Her gün sabahlara kadar
cenâb-ı Hakka yalvarıp, gözyaşı döktü, tövbe istigfâr etti. Bir gece
rüyâsında Hızır aleyhisselâmı görüp yalvardı. "Ey vefâlı dost! Ben seninle
devamlı olarak sohbet etmek maksadıyla dünyâ makamlarından istifâ ettim.
Uzlete çekilip, yalnız başıma ibâdet etmeye başladım. Böylece sana kavuşurum
sandım. Hâlbuki tam tersine seninle artık hiç görüşemedim. Beni, mübârek
cemâlinize hasret bıraktınız. Acabâ bunun hikmeti nedir? Yoksa bir kusûr mu
işledim? Bu şekilde daha ne kadar hasretinizle yanacağım?.." gibi sözlerle
yanıp yakılarak ağladı. Zâbıta âmirinin bu acınacak durumuna dayanamayan
Hızır aleyhisselâm; "Ey azîz dostum! Benim sana görünüp sohbet etmemin
sebebi, yaptığın ibâdetler, hayır hasenât ile değildi. Senin o mühim
vazîfeni yapıp müslümanların işlerini hak ve adâlet ile idâre ettiğin için
gelip seninle sohbet ediyordum. Hâlbuki, sen bu kıymetli vazîfeyi bırakıp,
müslümanlara hizmeti terkettin. Hattâ onları adâleti olmayan biriyle başbaşa
bıraktın. Sâdece kendi menfâatin için bir köşeye çekildin. Kendi menfaatini
müslümanlara tercih ettin. Şimdi o yerine geçen şahıs, müslümanlara zulüm ve
gayr-i meşrû işler ile elem vermektedir. Şu anda onlar sıkıntı ve üzüntü
içindeler. Bunlara hep sen sebeb oldun. Elbette senin şahsî menfaatinin,
müslümanların umûmî menfaatleri yanında bir kıymeti yoktur. Çünkü uzlete
çekilip abdest almayı, namaz kılmayı, oruç tutmayı, zikir etmeyi herkes
yapabilir. Fakat makâmı ile müslümanlara hizmet etmeyi herkes yapamaz. Bunun
için artık senin yanına gelmiyorum." dedi. Zâbıta âmiri bunları dinledikçe
gözyaşları sel oldu ve; "Çok doğru... Çok doğru..." dedi. Uyanınca, istifâ
etmekle ne büyük bir hatâ yaptığını anladı. Sabah olunca derhal hükümdârın
huzûruna çıkıp, eski vazîfesini yeniden istedi. Hükümdâr anlayışla
karşılayıp, onu tekrar eski vazîfesine tâyin etti. İşte bu zâbıta âmirinin
vazîfesi müslümanlar için ne kadar kıymetli ise, senin vazîfen de o derece
mühimdir. Bunun için, benim hizmetime gelmenden çok, vazîfene devâm etmen
önemlidir. Çünkü senin vazîfen, pekçok müslümanı ilgilendiriyor. Onların
başında senin gibi adâletli ve emîn bir kimsenin bulunması lâzımdır. Böylece
onlar da huzur ve refah içinde yaşasınlar. Bizim rızâmız bundadır. İstifâ
edip bize hizmette bulunmana aslâ rızâmız yoktur.
Bir gün birkaç kişi gelip Mevlânâ hazretlerine; "Efendim! Allahü teâlânın
velî kulları vefât edince, tasarruf hakkına sâhib olurlar mı? Hayatta
oldukları gibi insanlara yardım edip, sıkıntılarını giderirler mi?" diye
sordular. Mevlânâ de; "Cenâb-ı Hakk'ın evliyâ kulları âhirete intikâl
ettiklerinde, dünyâdakine oranla daha çok tasarrufa sâhib olurlar. Dünyâdaki
tasarruf hududlu, âhiretteki ise hududsuzdur." buyurdu. Oradakiler;
"Dostlarınıza ve talebelerinize dünyâdaki gibi âhirette de ihsân ve merhamet
eder misiniz?" deyince, Mevlânâ; "Ey dostlarım! Kılıç kınında iken kesmez.
Kınından çıktığı zaman keser. Bize şefâat hakkı verilirse, elbette biz de
sizlere şefâat ederiz." buyurdu.
Mevlânâ
kendisine vedâlaşmak üzere gelmiş bulunan ve nasîhat isteyen sevdiklerine;
"Kardeşlerim! Aklınız bir servet ve bir makâma bağlı kalmasın. Yalnız kalp
gözlerinizin açılmasını düşünün. Birbirlerinizi çok seviniz. Çünkü düşmanlar
pusudadır." buyurdular.
Talebelerinden biri, Mevlânâ hazretlerine incir getirmişti. Mevlânâ inciri
aldı ve; "Hayli güzel incir, fakat kemiği var." buyurdu ve yere bıraktı.
Talebe; "İncirin nasıl kemiği olur?" diye hayret etti ve yavaşça incirleri
alıp gitti. Bir zaman sonra tekrar bir sepet incirle dönüp geldi ve sepeti
Mevlânâ hazretlerinin önüne koydu. Mevlânâ bir tane alıp yedi ve; "Bu
incirin kemiği hiç yoktur." buyurdular ve incirleri orada bulunanlara
dağıtmasını emrettiler.
Herkes
bu duruma şaşakaldı. O talebe dışarı çıktığında oradakiler ona gidip inciri
nereden topladığını sordular. O da; "Vallahi bir dostum vardı. Onun
bahçesine uğradım. Bahçıvanı bağda bulamadım. İzni olmaksızın bir sepet
toplayıp Mevlânâ hazretlerine getirdim. Fakat niyetim bahçıvanı gördüğümde
topladığım incirlerin bedelini ödemekti. Mevlânâ velîlik nûru ile bunu
anladı ve yemedi. İşte incirin kemiği buydu. Bu defâ doğruca o dostun bağına
vardım. Ondan iyi incir satın alıp bedelini ödedim ve helâllaştım. O da
kabûl etti. İşte Mevlânâ bunu kabûl edip iltifâtlarda bulundu.
Bir gün Mevlânâ hazretlerine kötü huylu ve kötü tabiatlı kimselerden
soruldu. Bunun üzerine şu ibretli hâdiseyi anlattı: "Bir gün bir akrep bir
ırmağın kenarında dolaşıyordu. Birdenbire bir kaplumbağa akrebin yanına
gelip ona; "Burada ne yapıyorsun?" dedi. Akrep; "Ben ırmağın öte yanına
geçmek için bir çâre arıyorum. Çünkü benim bütün yavrularım ırmağın öte
yanındadır." diye söyledi. Kaplumbağa da şefkati ve yabancıya iyi davranması
sebebiyle onu en yakın bir akrabâsıymış gibi sırtına alıp su üzerinde
yüzmeye başladı. Irmağın ortasına gelince akrebin sokmak arzusu uyandı.
Kaplumbağanın sırtında iğnesini dokundurdu. Kaplumbağa; "Ne yapıyorsun?"
diye sordu. Akrep; "Hünerimi gösteriyorum. Sen bana iyilik edip yarama
merhem koydun. Ben de sana iğnemi sokuyorum. Benim göstereceğim şefkat de
ancak budur." dedi. Bunun üzerine kaplumbağa hemen suya daldı. Akrep de
boğulup gitti." Mevlânâ bundan sonra şu beytleri okudu: "Câhil, yakınlık
gösterse de sonunda câhilliğinden ötürü seni incitir." Sonra da; "Ahmağın
sevgisi, ayının sevgisine benzer. Onun kini sevgi, sevgisi kindir. Haydi
kötü nefsi öldürün. Bu hususta ihmal göstermeyin. Onu diri bırakmayın. Çünkü
o akreptir." buyurdular.
Bir
kısım insanlar Mevlânâ hazretlerine gelip; "Bâzı kimseler mescidde dünyâ
lafı ediyor." diye şikâyette bulundular. Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri;
"Her kim altı yerde dünyâ sözü ile meşgûl olursa otuz yıllık temiz ve kabûl
olmuş ibâdeti reddedilir ve boşa gider. Bu altı yerin birincisi mescid,
ikincisi ilim meclisi, üçüncüsü cenâze, dördüncüsü mezarlık, beşincisi ezan
vakti, altıncısı Kur'ân-ı kerîm okunurkendir. Bunların herbirisinin geniş
açıklamaları vardır." buyurdu.
Bir gün Selçuklu Sultanı İzzeddîn Keykâvus, Mevlânâ hazretlerini ziyârete
gelmişti. Mevlânâ ona gerektiği gibi iltifat etmedi. Sultan bu hâle şaştı
ve tevâzu gösterip; "Mevlânâ bana nasîhatte bulunsun." dedi. Bunun üzerine
Mevlânâ hazretleri; "Sana ne nasîhat vereyim? Sana çobanlık emretmişler, sen
kurtluk ediyorsun. Sana bekçilik emretmişler sen hırsızlık yapıyorsun. Allah
seni sultan yaptı, sen şeytanın sözü ile hareket ediyorsun." buyurdu. Bu
ağır nasîhat üzerine Sultan ağlayarak dışarı çıktı. Medresenin kapısında
başını açıp tövbe etti ve; "Yâ Rabbî! Mevlânâ bana sert sözler söyledi ise
de senin için söyledi. Ben zavallı kul da bu alçak gönüllülüğü ve yakarışı
gösteriyor ve sana yalvarıyorum. Bana merhâmet et." dedi ve pişmanlıkla
oradan ayrıldı.
Bir zaman Selçuklu vezîri Muînüddîn Pervâne, Mevlânâ hazretlerini ziyârete
geldi. Fakat Mevlânâ onu karşılamaya çıkmadı. Vezir büyük bir sıkıntıyla
Mevlânâ'nın kapısında beklemeye başladı. Sultan Veled babası adına vezîre
mâzeretler beyân edip özür diledi ve; "Efendim! Babam dedi ki, çok defâ
benim Allah ile işim ve hâllerim olur. Vezirler ve dostlar beni her zaman
göremezler. Onlar kendi hâlleri ve işleri ile meşgul olsunlar. Biz gider
kendilerini buluruz." buyurdu. dedi. Vezir bu sözler üzerine başını iki eli
arasına alıp düşüncelere daldı. Bu esnâda Mevlânâ çıkageldi. Vezir hemen
ayağa kalkıp; "Efendim niçin bize geç görünüyorsunuz?" dedi. Mevlânâ buna
hiç ses çıkarmadı. Vezir; "Ben şöyle bir şey düşündüm. Sanki bana; "Ey
Pervâne! Muhtaç bir kimsenin beklemesi büyük zahmettir. Bunu öğren ve hiç
kimseyi kapıda bekletme." demek istediniz öyle değil mi?" dedi. Mevlânâ
tebessüm edip; "Güzel düşünmüşsün. Ama öteden beri âdettir. Birinin kapısına
çirkin bir dilenci gelse, onun karanlık benzini görmemek ve sesini işitmemek
için eline bir şey tutuşturulup yolcu edilir. Ne var ki, güzel huylu, hoş
biri geldiğinde; "Ekmek pişinceye kadar biraz sabret ve bekle." derler.
Bizim de geç gelmemizin sebebi sizin muhabbet ve sevginizin bize hoş gelmesi
ve bunları daha çok işitmek içindir. Vezir sevildiğini anlayıp gözyaşlarını
tutamadı. Sevinçli olarak oradan ayrıldı.
Mevlânâ
çok ibâdet ederdi. Yine bir gece sabaha kadar namaz kılmıştı. Yakınları
kendisine; "Bu nasıl namazdır?" dediler. Mevlânâ onlara; "Allahü teâlânın
yenilmez arslanı hazret-i Ali namaz vakti olunca titrer ve rengi solardı.
Ona; "Ey İmâm! Neyin var?" diye sorulduğunda, o; "Kur'ân-ı kerîmde meâlen;
"Biz emâneti, göklere yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu
yüklenmekten çekindiler (mesuliyetinden) korktular. Onu insan yüklendi." (Ahzâb
sûresi: 72) buyruldu. Emânet vakti geldi." derdi. Namaz sözle
anlatılamayacak bir şekilde Allah ile konuşmaktır. Hazret-i Ali'nin hâli
böyle olunca bizlerinki nasıl olmalıdır?" buyurdular.
Buyurdular ki;
"Sünnet-i seniyyeye harfiyen uymak lâzımdır."
"Helâl kazanıp helâlden yemeli, giyinmeli, çalışmalıdır. Her hareketi
Resûlullah efendimize uydurmalıdır."
"Dargınlar barışmalıdır. Önce davranan önce Cennet'e girer."
"Tenhâda yalnız kalınca da günahtan sakınmalıdır."
"Nefsi mağlûb etmek için, onu rahatsız etmelidir. İstediği şeyi
vermemelidir. En tesirlisi, gündüzleri oruç tutmak, geceleri az uyuyup namaz
kılmaktır."
Gururlu olmayınız, nefsinizle mücâdele, riyâzet ediniz. Peygamberimiz hep
riyâzet çekmiş, zenginlik istememiş, arpa ekmeğini bile doyuncaya kadar
yememiştir."
"Hakîkî bir âlime, rehbere teslim olmalıdır."
Mevlânâ Celâleddîn Rûmî 1273 senesinde hastalandı. Hasta iken başkalarına
olan borçlarını gönderdi. Onlardan bâzıları "biz helâl etmiştik" dedilerse
de tekrar gönderip almalarını sağladı. "Elhamdülillah bu tehlikeden
kurtulduk." diyerek kul hakkına çok dikkat etmek lâzım geldiğine işâret
etti.
Mevlânâ hasta döşeğinde yatmakta iken yedi gece çok şiddetli derecede
zelzele oldu. Birçok evler ve bağların duvarları yıkıldı. Herkes bu durumdan
korkup feryâd etmeye başladı. Bu sırada Mevlânâ hazretleri; "Evet zavallı
toprak yağlı bir lokma istiyor. Bunu vermek lâzım." buyurdu ve sonra da;
"Ben size, gizlide ve açıkta Allahü teâlâdan korkmayı, az yemeyi, az
uyumayı, az söylemeyi, günahlardan çekinmeyi, oruca, namaza devâm etmeyi,
dâimâ şehvetten kaçmayı, halkın eziyetine ve cefâsına dayanmayı, aşağı ve
sefih kimselerle düşüp kalkmaktan uzak durmayı, kerîm olan sâlih kimselerle
berâber olmayı vasiyet ederim. Çünkü insanların hayırlısı, insanlara faydası
dokunandır. Sözün hayırlısı da az ve öz olanıdır. Hamd, yalnız Allahü
teâlâya mahsustur." buyurdu.
Mevlânâ
bir ara talebelerinin önde gelenlerinden Sirâceddîn'i yanına çağırdı ve ona
bir duâ öğretti. Bunu hoş ve sıkıntılı zamanlarda okumasını tenbih etti: "Yâ
Rabbî! Beni sana ulaştırmaya vesîle olan Mevlânâ'ya hasret çekiyorum. Sana
vesîle olan sağlığı, sıhhati seni bol bol tesbîh etmek, anmak için
istiyorum. Yâ Rabbî! Bana, ne senin zikrini unutturacak, sana olan şevkimi
söndürecek, seni tesbih ederken duyduğum lezzeti kesecek bir hastalık, ne de
beni azdıracak, şer ve kötülüğümü arttıracak bir sıhhat ver. Ey merhamet
edenlerin en merhametlisi, merhametinle bu duâmı kabûl et."
Mevlânâ hazretlerinin hastalığında, yanına hocası Sadreddîn-i Konevî ve
şehrin ileri gelen âlimleri geldiler. Ziyâret esnâsında Mevlânâ'ya; "Allah
âcil şifâlar versin. İnşâallah en kısa zamanda sıhhat bulursunuz? Zîrâ siz,
âlemin rûhusunuz, âlem sizinle hayat bulur." dediler. Mevlânâ onlara;
"Bundan sonra cenâb-ı Hak, size şifâlar, sıhhat ve âfiyetler ihsân eylesin.
Artık bizim işimiz bitmiştir. Rabbimle aramızda, kıldan yapılmış bir gömlek
kaldı. Kısa zamanda o gömleği de çıkarıp nûru nûra ulaştırırlar. Artık bana
duâ ediniz." buyurdu.
Mevlânâ hazretlerinin vefâtı sırasında medresede bulunan bir kedi feryâd
etmeye başladı. Bunu hasta yatağında işiten Mevlânâ; "Bu kedicik niçin
feryâd ediyor biliyor musunuz?" Orada bulunan dostları ve talebeleri; "Siz
bilirsiniz efendim." dediklerinde; "Bu günlerde siz, hakîkî âleme, asıl
vatana göç edeceksiniz. Biz çâresizleri yetim bırakacaksınız... Bizim
hâlimiz ne olacak?.. diyor." buyurdu.
Dostları, talebeleri; "Efendim! Zât-ı âlinizden sonra kime tâbi olalım.
Yerinize kimi bırakacaksınız?" diye sordular. Mevlânâ de; "Hüsâmeddîn
Çelebi'ye tâbi olunuz. Onu yerime vekil bırakıyorum." buyurdu. Oradakiler bu
suâli üç defâ sordular. Üçünde de aynı cevâbı aldılar. "Cenâze namazınızı
kim kıldırsın?" diye sordular. Ona da; "Hocam Sadreddîn Konevî kıldırsın."
buyurdular.
Hüsâmeddîn
Çelebi anlatır: "Mevlânâ hazretlerinin son günüydü. Fevkalâde yiğit bir
delikanlının, hocam Mevlânâ'nın bulunduğu yerde belirdiğini gördüm. Mevlânâ,
kalkıp bu delikanlıyı karşılayarak, bana; "Döşeği kaldırın." buyurdu. Ben
hayret ettim. Çünkü hocam hasta idi. O delikanlının yanına varıp; "Siz
kimsiniz ki, hocam hasta yatağından kalkarak sizi karşıladı?" diye sordum. O
da; "Ben Azrâil'im. Rabbimizin emrini yerine getirmek, Mevlânâ'yı öbür âleme
dâvet etmek için geldim." dedi. Mevlânâ da; "Rabbimiz, beni kendi hazretine
dâvet ediyor. Artık gitmek zamânıdır. Yâ Azrâil! Çabuk ol! Beni Rabbime
çabuk kavuştur!" deyip Kelime-i şehâdet getirdi. Cemâziyelâhirin beşine
rastlayan Pazar günü ikindi vaktinde fânî hayâta gözlerini yumdu."
Mevlânâ vefât edince, İmâm-ı İhtiyârüddîn gasl eyleyip yıkadı. Gasl ânında
gördüklerini şöyle anlattı: "Mevlânâ'nın mübârek cesedini yıkamaya
başlayınca, üzerime öyle bir ayrılık acısı çöktü ki ağlamaktan kendimi
alamadım. Yıkamak şöyle dursun, zerre kadar hareket etmeye kâdir olamadım.
Yüzümü yüzüne dayayıp ağladım. Yardımcılarım hiç ses çıkarmıyor, bana mâni
olmuyorlardı. Bir ara dayanamadım. Vücûduna sarılarak ağlamak istedim. O
anda Mevlânâ'nın eli bileğimi sıkıca tuttu. Korkumdan aklım başımdan gitti.
Bayılmışım. Kulağıma uğultu hâlinde, sâhibini göremediğim sesler geliyordu;
"Nûr, nûra karıştı. Âşık, Mâşuka kavuştu. Bunda endişe edecek bir şey
yoktur. Çünkü, Allahü teâlânın velî kulları için, hiçbir korku yoktur ve
onlar mahzûn da olmazlar. Müminler ölmezler, belki fânî âlemden, sonsuz
âleme naklolunurlar." Bu sözler beni kendime getirdi."
Şerâfeddîn-i Kayserî anlatır: "Sadreddîn-i Konevî talebesi Mevlânâ'nın
cenâze namazını kıldırmak için ilerlediği zaman, ona birden bire bir
hıçkırık gelip kendinden geçti. Bir müddet sonra kendine gelip namazı
kıldırdı. Mevlânâ'nın vefâtına çok üzülmüştü. Talebelerinin ileri
gelenlerinden bâzıları; "Efendim! Namaz kıldıracağınız zaman, üzerinizde hiç
görmediğimiz bir hâl vardı. Acabâ hikmeti nedir?" dediler. Bunun üzerine;
"Namaz kıldırmak için ilerlediğim vakit, meydanda meleklerin saf saf
dizilip, Peygamber efendimizin arkasında cenâze namazını kıldıklarını
gördüm. Gökteki meleklerin hepsi mâvi elbiseler giyinmiş ağlıyorlardı."
buyurdu.
Mevlânâ'yı sevenlerden Fahreddîn isminde biri vefât etmiş idi. Onu rüyâda
gördüler. Hâli iyi idi. "Bu mertebeye nasıl kavuştun?" diye sorduklarında,
"Mevlânâ'nın türbesi yapılırken bir direk lâzım olmuş. Bana gelip durumu
bildirdiler. Ben de cân u gönülden direği verdim. Bu sebeple Allah beni
magfiret eyledi." diye cevap verdi.
Muhammed
Hâdim şöyle anlatır: "Mevlânâ'nın yanında kırk yıl hizmet ettim. Husûsî
odasında ne yatak, ne de yastık gördüm. Bir gece bile, yatıp uyumak ve
istirâhat etmek için yanını yere koyup yattığını da bilmiyorum. Mevlânâ ezân
sesini duyduğu zaman, ya dizleri üzerine oturur veya ayağa kalkarak, ezân
bitinceye kadar o vaziyetini hiç bozmazdı. Bütün ömründe hiç ayağını
uzatmamış ve yatmamıştır."
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, olgun, âlim ve velî bir müslüman idi. Onun
çeşitli din, mezheb, meşreb sâhibi kimseleri kendisine hayran bırakan
merhameti, insan sevgisi, tevâzuu, gönül okşayıcılığı gibi üstün vasıfları,
İslâm dîninin emrettiği güzel ahlâkından bâzı nümûnelerdir. Onda, bunlardan
başka İslâm ahlâkının diğer hususları da kemâl derecede mevcuttu. Bunların
hepsini saymak, İslâmiyeti tamam olarak anlamak ve anlatmakla mümkün olur.
Hazret-i Mevlânâ'yı yalnız bir mütefekkir, şâir gibi düşünmek ve o şekilde
anlamaya çalışmak, aslı bırakıp, herhangi bir özelliği içinde sıkışıp
kalmaya benzer. Bu ise, en azından Mevlânâ'yı çok eksik ve yarım anlamaya,
hattâ hiç anlamamaya sebeb olabilir. Nitekim hazret-i Mevlânâ'yı, sözlerini,
yolunu anlamanın anahtarını, kendisi bir rubâisinde şöyle dile
getirmektedir:
Ben sağ olduğum müddetçe Kur'ân'ın kölesiyim.
Ben Muhammed
Muhtâr'ın yolunun tozuyum.
Benim sözümden bundan
başkasını kim naklederse,
Ben ondan da bîzârım,
o sözlerden de bîzârım.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî tasavvuf deryâsına dalmış bir Hak âşığıdır. İlmi,
teşbihleri, sözleri ve nasîhatları bu deryâdan saçılan hikmet damlalarıdır.
O, bir tarîkat kurucusu değildir. Yeni usûller ve ibâdet şekilleri ihdâs
etmemiştir. Ney, rebap, tambur gibi çeşitli çalgı âletleri çalınarak yapılan
törenler ve âyinler, ilk defâ on beşinci asırda ortaya çıkmıştır. İlk
mevlevî bestelerinin bestelenmesi de aynı zamâna rastlar. Bu târih, Mevlânâ
hazretlerinin yaşadığı devirden 3-4 asır sonradır. Onun Mesnevî'sinde geçen
"ney" kelimesi, bâzı kimseler tarafından çalgı âleti olan ney şeklinde
düşünülüp anlaşıldığı için, yanlış olarak, kendisinin ney çalıp dinlediği
sanılmıştır
Allahü teâlânın aşkı ile dolmuş, evliyânın büyüklerinden olan Celâleddîn-i
Rûmî (kuddise sirruh) ney ve başka hiç bir çalgı çalmadı. Mesnevî'de yirmi
dört bin, Dîvân'da kırk sekiz bin beyit bulunmaktadır. Celâleddîn-i Rûmî
Mesnevî'sini nazım şeklinde yazarak, düşmanların değiştirmesine imkân
bırakmamıştır. Mesnevî'sinden başka; Dîvân-ı Kebîr, Fîhi Mâfih, Mektûbât,
Mecâlis-i Seb'a gibi kıymetli eserleri de vardır. Mesnevî'sine her
memlekette, birçok dillerde şerhler, açıklamalar yapılmıştır. Bunlardan pek
kıymetlisi ve lezzetlisi, Mevlânâ Câmî'nin kitabı, bunu da birçok kimse
ayrıca şerh etmiştir. Bunların içinde de, Süleymân Neş'et Efendinin
şerhinden elli altı sahifesi, yalnız dört beytin şerhi olup, Sultan
Abdülmecîd Han zamânında, 1847 (H.1263)'de Matba'a-i Âmire'de tab
edilmiştir. Bu kitapta, Mevlânâ Câmî (kuddise sirruh) buyuruyor ki:
"Mesnevî'nin birinci beytinde [Dinle neyden, nasıl anlatıyor, ayrılıklardan
şikâyet ediyor] ney, İslâm dîninde yetişen kâmil, yüksek insan demektir.
Bunlar kendilerini ve her şeyi unutmuştur. Zihinleri her an, Allahü teâlânın
rızâsını aramaktadır. Ney, Fârisî dilinde, yok demektir. Bunlar da, kendi
varlıklarından yok olmuştur. Ney denilen çalgı, içi boş bir çubuk olup,
bundan çıkan her ses, onu çalan kimseden hâsıl olmaktadır. O büyükler de,
kendi varlıklarından boşalıp, kendilerinden, Allahü teâlânın ahlâkı,
sıfatları ve kemâlâtı zâhir olmaktadır. Neyin üçüncü mânâsı, kamış kalem
demektir ki, bundan da, insan-ı kâmil kasdedilmektedir. Kalemin hareketi ve
yazması kendinden olmadığı gibi, kâmil insanın hareketleri ve sözleri de,
hep Allahü teâlânın ilhâmı iledir." Sultan İkinci Abdülhamîd Han zamânında
Ankara vâlisi olan, Âbidin Paşa, Mesnevî Şerhi'nde, ney'in insan-ı kâmil
olduğunu, dokuz türlü isbât etmektedir. Mevlevîlik, sonraları câhillerin
eline düşdüğünden, "ney"i çalgı sanarak, ney, dümbelek gibi şeyler çalmağa,
dans etmeğe başlamışlar, ibâdete harâm karıştırmışlardır. Dînimizin ve
Celâleddîn-i Rûmî'nin (kuddise sirruh) beğenmediği bu oyun âletleri,
tekkelerden toplanarak, o tasavvuf üstâdının türbesine konunca, şimdi
türbeyi ziyâret edenlerden bir kısmı, bunları, onun kullandığını zannederek
aldanmakda ise de, (Mesnevî şerhlerini) okuyarak, o hakîkat güneşini
yakından tanıyanlar, elbette aldanmamaktadır.
Ney çalmak, ilâhi okumak, oynamak,
zıplamak şöyle dursun, Celâleddîn-i Rûmî (kuddise sirruh), yüksek sesle zikr
bile yapmazdı. Nitekim Mesnevî'sinde;
Pes
zi cân kün, vasl-ı cânânrâ taleb,
Bî leb-ü bî gâm mîgû, nâm-ı Rab!
buyuruyor. Yâni, "O hâlde, sevgiliye kavuşmağı, cân u gönülden iste.
Dudağını ve damağını oynatmadan, Rabbin ismini (kalbinden) söyle!" demekdir.
Sonradan
gelen, Mevlânâ'yı tanımayanlar, ney, saz, def gibi çalgılar çalarak, gazel
okuyup dönerek, dans ederek, nefslerini zevklendirmişlerdir. Bu, dînimize
uygun olmayan hâllerine ibâdet adını verebilmek ve kendilerini din adamı
tanıtabilmek için, Mevlânâ da böyle yapardı. Biz mevleviyiz, onun yolundan
gidiyoruz diyerek, asıldan uzaklaşmışlardır.
Halbuki
Celâleddîn-i Rûmî
yine, Mesnevî'de bir çalgıcı ile hazret-i Ömer'in
hikâyesine yer verir. Hikâyede yer alan çalgıcı uzun ve boşuna geçen bir
ömrün sonunda mezarlığa gelmiştir. Sonunda pişman olmuş ve hazret-i Ömer'in
elinde tövbe etmiştir.
Büyük âlim Abdullah-i Dehlevî hazretleri; "Üç kitabın eşi yoktur. Bunlar;
Kur'ân-ı kerîm, Buhârî-i şerîf ve Mesnevî'dir." buyurdu. Yâni evliyâlık
yolunun kemâlâtını bildiren kitapların en üstünü Mesnevî'dir. Fakat
evliyâlık ve nübüvvet kemâlâtını bildiren kitapların en üstünü, İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin Mektûbât kitabıdır.
Mevlânâ ölüme, "Şeb-i Arûs = düğün gecesi" adını vermektedir. Onun için, tasavvuf ehline göre ölüm; bir felâket değildir, güzel ve tatlı bir şeydir. Tekrar Allah'a dönmek olduğundan, ancak bir sevinç vesîlesidir. Tasavvufta keder ve ümidsizlik yoktur. Yalnız sevgi ve tecellîler vardır. Bunun için Mevlânâ:
"Gel, gel, her kim olursan ol gel!
Allah'a şirk koşanlardan, mecûsîlerden, puta tapanlardan da olsan gel!
Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir.
Tövbeni yüz defâ bozmuş olsan bile gel!" buyurmaktadır.
Mesnevide 47 bin. Divanda 30 bin beyit bulunmaktadır. Celâleddîn-i Rûmî (r.a.) , “Mesnevi”sini nazım şeklinde yazarak, düşmanların değiştirmesine imkan bırakmamıştır. Mesnevisinden başka; Divan-ı Kebir, Fîhi mâfih, Mektubât, Mecalis-i Seb’a gibi kıymetli eserleri de vardır..
MEHAZ : YENİ REHBER ANSİKLOPEDİSİ’NDEN
ALINDI.
*****
altuntopnet@gmail.com
BUCA / İZMİR