* ÇIPLAK KADINLAR İLE YAPILAN REKLAMLAR
VE PEZEVENKLİK HAKKINDA İSLAMİYET'İN HÜKMÜ
*
* Müminler arasında ahlâksızlığın yaygınlaşmasını isteyenlere "dünyada ve âhirette can yakıcı bir ceza" vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz. (Nur Suresi-19).
Toplumda ahlâkî zafiyet içinde bulunan bir kısım kimseler vardır ki bunlar, iffet ve hayâyı kendilerine şiâr edinmiş mü’minler arasında her türlü çirkin işlerin, ahlaksızlığın, sefahetin fiilen yayılmasını ve pervasızca dedikodusunun yapılmasını isterler.
Bunların tabii bir olaymış gibi kınamadan sohbetini yapar, yapılmasını da arzu ederler. Halkı ahlâksızlığa, sefahate teşvik edecek basın yayın faaliyeti yaparlar.
Böyle davranışlar cezasız kalmayacak, hem dünya hem de âhirette bu kişilere hak ettikleri cezalar verilecektir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 35)
Zira bu tür yıkıcı faaliyetlere karşı gerekli tedbirler alınmadığında, kötülüklerin, günahların yayılmasına mâni olmak imkânsız hale gelebilir.
* Bu sebeple Allah Resûlü (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Allah’ın kullarını incitmeyiniz. Onları ayıplamayınız. Ayıplarını araştırmayınız. Kim müslüman kardeşinin ayıbını araştırırsa, Allah da onun ayıbını araştırır, evinin içinde bile olsa onu rezil eder.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 279)
“Bir kimse müslüman kardeşinin ayıbını örterse, Allah da onun dünya ve âhiretteki ayıplarını örter.” (Müslim, Zikir 38; İbn Mâce, Mukaddime 17)
“Kardeşinin ayıbına, hatasına sevindiğini açıkça belirtme. Çünkü Allah ona merhamet eder, senin başına da o ayıpladığın şeyi verir.” (Tirmizî, Kıyamet 54
Bu bakımdan müslüman bir toplumda insanların ayıp ve hataları örtülmeli, ancak iffetli ve faziletli davranışlar açıkça konuşulmalı, takdir ve teşvik edilmelidir.
Çirkin fiil ve davranışlar ise ancak gerektiği ölçüde dile getirilerek değerlendirilmeli, cezalandırılmalı ve bunun ıslah çareleri üzerinde çalışılmalıdır.
Çünkü ferdî gibi gözüken bu fiillerin toplum üzerinde meydana getirdiği tesiri ve halkın bundan ne kadar etkilendiğini bizim tam olarak bilmemiz mümkün değildir. Fakat Allah Teâlâ bunu çok iyi bilmekte, bu sebeple ne yapmamız gerektiğini beyân etmektedir. Bu da O’nun kullarına olan nihâyetsiz şefkat ve merhametinin bir tecellisidir. Eğer ilâhî rahmetin en mühim tecellilerinden biri olan Kur’an’la önümüz aydınlanmasa idi, nasıl davranacağımızı bilemez, perişan hallere düşerdik.
(Kaynak: Prof. Dr. Ömer Çelik - Hakkın Daveti Kur'an-ı Kerim Meali ve Tefsiri )..
* Bu Ayette söz konusu edilen “ahlâksızlığın yaygınlaşması” ifadesi, hem fiilen ahlâka aykırı davranışları, günahları, sefaheti, hem de bunların dedikodusunun, sohbetinin yapılmasını, tabii bir olaymış gibi kınamadan konuşulmasını kapsamaktadır.
Topluluk içinde birçok kötülük, buna karşı zamanında ve yeterli tepki gösterilmemesi sebebiyle yayılmakta ve yerleşmektedir. Erdemli bir toplulukta ancak erdeme, fazilete, ahlaka uygun davranışlar açıkça ve takdir edilerek konuşulur, sohbet konusu olur; çirkin ve kötü olaylar ise yalnızca gerektiği kadar dile getirilir ve erdem ölçülerine göre değerlendirilir, mahkûm edilir, ıslah çareleri üzerinde durulur. Haram ve günahların nasıl önleneceğine dair tedbirler hakkında konuşulmalıdır.
(Kur'an Yolu Tefsiri -Cilt: 4 , S.61)..
* ....yüzde yüz ihtimal ile sefahet ve haram ve itikadsızlık ve fıskta devam edenler -tövbe etmemek şartıyla- ya i'dam-ı ebedî (âhirete inanmayanlara) veya daimî ve "karanlık haps-i münferid" (cehennemde tek başına karanlık ve yakıcı bir zindanda) (beka-i ruha inanan ve sefahette gidenlere) ve şekavet-i ebediye i'lamını alacaklarını yüzde doksandokuz ihtimal ile kat'î haber veren... (binlerce peygamber ve milyonlarca evliya ve asfiya âlimler)...
(Asa-yı Musa-14)..
* Ben o Eskişehir hapishanesindeki müşahede ile meşgul iken "sefahet ve dalaleti tervic eden" (artıran, çoğaltan, reklam eden) bir şahs-ı manevî, insî bir şeytan gibi karşıma dikildi ve dedi: "Biz hayatın herbir çeşit lezzetini ve keyiflerini tatmak ve tattırmak istiyoruz, bize karışma."
Ben de cevaben dedim: Madem lezzet ve zevk için ölümü hatıra getirmeyip dalalet ve sefahete atılıyorsun, kat'iyyen bil ki:
Senin dalaletin hükmüyle bütün geçmiş zaman-ı mazi ölmüş ve madumdur (hiç ve yok olmuştur) ve içinde cenazeleri çürümüş bir vahşetli mezaristandır. İnsaniyet alâkadarlığıyla ve dalalet yoluyla senin başına ve varsa ve ölmemiş ise kalbine, o hadsiz firaklardan (ayrılıklardan) ve o nihayetsiz dostlarının ebedî ölümlerinden gelen elemler, senin şimdiki sarhoşça, pek kısa bir zamandaki cüz'î lezzetini imha ettiği gibi; gelecek istikbal zamanı dahi itikadsızlığın cihetiyle yine madum (yokluktur) ve karanlıklı ve ölü ve dehşetli bir vahşetgâhtır.
Ve oradan gelen ve başını vücuda (varlık âlemine) çıkaran ve zaman-ı hazıra uğrayan bîçarelerin başları, ecel celladının satırıyla kesilip hiçliğe atıldığından, mütemadiyen akıl alâkadarlığıyla senin imansız başına hadsiz elîm endişeler yağdırıyor. Senin sefihane cüz'î lezzetini zîr ü zeber (darmaduman) eder.... (Asa-yı Musa-16)
Fısk ve sefahete (günahlara ve haram lezzetlere) seni teşvik eden şeytana ve o adama dersin:
Eğer ölümü öldürüp, zevali (herşeyin bitişli oluşunu) dünyadan izale etmek ve aczi ve fakrı, beşerden kaldırıp kabir kapısını kapamak çaresi varsa, söyle dinleyelim. Yoksa sus. Kâinat mescid-i kebirinde Kur'an kâinatı okuyor! Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım, hidayetiyle amel edelim ve onu vird-i zeban (dilimizde zikir) edelim. (Sözler - 32)
Elhasıl, gençlik gidecek. Sefahette gitmiş ise, hem dünyada, hem âhirette, binler bela ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle sû'-i istimal ile, israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere ve manevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz; hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz.
Elbette hastahanelerin ekseriyetle lisan-ı halinden, gençlik saikasıyla israfat ve sû'-i istimalden gelen hastalıktan enînler, eyvahlar işittiğiniz gibi; hapishanelerden dahi, ekseriyetle gençliğin taşkınlık saikasıyla gayr-ı meşru dairedeki harekatın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini işiteceksiniz.
Ve kabristanda ve mütemadiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o âlem-i berzahta -ehl-i keşfelkuburun müşahedatıyla ve bütün ehl-i hakikatın tasdikıyla ve şehadetiyle- ekser azablar, gençlik sû'-i istimalâtının neticesi olduğunu bileceksiniz.
Hem nev'-i insanın ekseriyetini teşkil eden ihtiyarlardan ve hastalardan sorunuz. Elbette ekseriyet-i mutlaka ile esefler,
hasretler ile "Eyvah gençliğimizi bâd-i heva, belki zararlı zayi' ettik. Sakın bizim gibi yapmayınız." diyecekler.
Çünki beş-on senelik gençliğin gayr-ı meşru zevki için, dünyada çok seneler gam ve keder ve berzahta azab ve zarar ve âhirette cehennem ve sakar belasını çeken adam,
en acınacak bir halde olduğu halde
لرَّاض۪ى بِالضَّرَرِ لَا يُنْظَرُ لَهُ “Er-râzî bi’z-zarari lâ yunzaru lehû” sırrıyla hiç acınmaya müstehak olamaz.
Çünki zarara rızasıyla girene merhamet edilmez ve lâyık değildir.
Cenab-ı Hak bizi ve sizi, bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin, âmîn... (Sözler - 147)
* Ey nefis! Ehl-i dünyaya, hususan ehl-i sefahete, hususan ehl-i küfre bakıp surî zînet ve aldatıcı gayr-ı meşru lezzetlerine aldanıp taklid etme. Çünki sen onları taklid etsen, onlar gibi olamazsın. Pek çok sukut edeceksin. Hayvan dahi olamazsın. Çünki senin başındaki akıl, meş'um bir âlet olur. Senin başını daima döğecektir. (Sözler - 362)
Şirk ve dalaletin ve fısk ve sefahetin yolu, insanı nihayet derecede sukut ettiriyor (aşağılara düşürüyor). Hadsiz elemler içinde nihayetsiz ağır bir yükü zaîf ve âciz beline yükletir.
Çünki insan, Cenab-ı Hakk'ı tanımazsa ve Ona tevekkül etmezse, o vakit insan, gayet derecede âciz ve zaîf, nihayet derecede muhtaç, fakir, hadsiz musibetlere maruz, elemli, kederli bir fâni hayvan hükmünde olup, bütün sevdiği ve alâka peyda ettiği bütün eşyadan mütemadiyen firak (ayrılık) elemini çeke çeke, nihayette, bâki kalan bütün ahbabını bir firak-ı elîm (elem verici bir ayrılık) içinde bırakıp, kabrin zulümatına (karanlığına) yalnız olarak gider.
Hem müddet-i hayatında gayet cüz'î bir ihtiyar ve küçük bir iktidar ve kısacık bir hayat ve az bir ömür ve sönük bir fikir ile nihayetsiz elemler ile ve emeller ile faydasız çarpışır ve hadsiz arzuların ve makasıdın tahsiline, semeresiz boşu boşuna çalışır. Hem kendi vücudunu yüklenemediği halde, koca dünya yükünü bîçare beline ve kafasına yüklenir. Daha cehenneme gitmeden cehennem azabını çeker.
Evet şu elîm elemi ve dehşetli manevî azabı hissetmemek için, ehl-i dalalet ibtal-i his nev'inden gaflet sarhoşluğuyla muvakkaten hissetmez. Fakat hissedeceği zaman yani kabre yakın olduğu vakit birden hisseder.
Çünki Cenab-ı Hakk'a hakikî abd olmazsa, kendi kendine mâlik zannedecek. Halbuki o cüz'î ihtiyar, o küçük iktidarı ile şu fırtınalı dünyada vücudunu idare edemiyor. Hayatına muzır mikroptan tut, tâ zelzeleye kadar binler taife düşmanları, hayatına karşı tehacüm (hücum ediyor) vaziyetinde görür. Elîm bir korku dehşeti içinde her vakit kendine müdhiş görünen kabir kapısına bakıyor.
Hem bu vaziyette iken insaniyet itibariyle nev'-i insanî ile ve dünya ile alâkadar olduğu halde, dünyayı ve insanı Hakîm, Alîm, Kadîr, Rahîm, Kerim bir zâtın tasarrufunda tasavvur etmediği ve onları tesadüf ve tabiata havale ettiği için, dünyanın ehvali (korkutucu halleri) ve insanın ahvali onu daima iz'ac eder (rahatsız eder). Kendi elemiyle beraber insanların elemini de çeker. Dünyanın zelzelesi, taunu (bulaşıcı hastalıkları), tufanı (sel ve kasırgaları), kaht u galâsı (yokluk ve fakirliği), fena ve zevali (fani ve bitici olması), ona gayet müz'iç (usandırıcı) ve karanlıklı birer musibet suretinde onu tazib eder (dünyada azab verir)... (Sözler - 632)
Bedîüzzaman, beşeri Risale-i Nur'la sefahet ve dalaletten (dinsizlikten) kurtarırken, korku ve dehşet vermek tarzını takib etmiyor. Gayr-ı meşru bir lezzetin içinde, yüz elemi gösterip, hissi mağlub ediyor. Kalb ve ruhu hissiyata mağlub olmaktan muhafaza ediyor.
Risale-i Nur'da muvazenelerle küfür ve dalalette, bir zakkum-u Cehennem tohumu olduğunu ve dünyada dahi Cehennem azabları çektirdiğini ve iman ve İslâmiyet ve ibadette, bir Cennet çekirdeği ve leziz lezzetler ve zevkler ve Cennet meyveleri bulunduğunu, dünyada dahi bir nevi mükâfata nâil eylediğini isbat ediyor.
(Sözler - 765)
* Ey sefahet ve dalaletle bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmış Avrupa! Deccal gibi bir tek gözü taşıyan kör dehan ile ruh-u beşere bu cehennemî haleti hediye ettin! Sonra anladın ki: Bu öyle ilâçsız bir illettir ki, insanı a'lâ-yı illiyyînden, esfel-i safilîne atar. Hayvanatın en bedbaht derecesine indirir. Bu illete karşı bulduğun ilâç, muvakkaten ibtal-i his hizmeti gören cazibedar oyuncakların ve uyutucu hevesat ve fantaziyelerindir. Senin bu ilâcın, senin başını yesin ve yiyecek!
(Lemalar - 116)
* Veyl (yazıklar olsun) o erkeğe ki; sâliha (dindar) kadınını ebedî kaybettirecek olan sefahete girer. Ne bedbahttır o kadın ki; müttaki (takvâlı) kocasını taklid etmez, o mübarek ebedî arkadaşını kaybeder.
Binler veyl o iki bedbaht zevc ve zevceye ki; birbirinin fıskını (günahlarını) ve sefahetini taklid ediyorlar. Birbirine ateşe atılmasında yardım ediyorlar!.. (Lemalar - 197)
Bu sene inzivada iken ve hayat-ı içtimaiyeden çekildiğim halde bazı Nurcu kardeşlerimin ve hemşirelerimin hatırları için dünyaya baktım. Benimle görüşen ekserî dostlardan, kendi ailevî hayatlarından şekvalar işittim.
"Eyvah!" dedim. İnsanın hususan müslümanın tahassungâhı (sığınağı) ve bir nevi cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatıdır. Bu da mı bozulmağa başlamış dedim. Sebebini aradım.
Bildim ki: Nasıl, İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesine ve dolayısıyla din-i İslâma zarar vermek için gençleri yoldan çıkarmak ve gençlik hevesatıyla sefahete sevketmek için bir iki komite (dinsiz mason örgütler) çalışıyormuş. Aynen öyle de; bîçare nisa taifesinin gafil kısmını dahi yanlış yollara sevk etmek için bir iki komitenin tesirli bir surette perde altında çalıştığını hissettim. Ve bildim ki: Bu millet-i İslâma bir dehşetli darbe, o cihetten geliyor.
(Lemalar - 201)
* Bahtiyardır o adam ki; refika-i ebediyesini (ebedi hayat arkadaşını, eşini) kaybetmemek için sâliha zevcesini taklid eder, o da sâlih olur.
Hem bahtiyardır o kadın ki; kocasını mütedeyyin (dindar) görür, ebedî dostunu ve arkadaşını kaybetmemek için o da tam mütedeyyin olur; saadet-i dünyeviyesi içinde saadet-i uhreviyesini (ahiret saadetini) kazanır.
Bedbahttır o adam ki; sefahete girmiş zevcesine ittiba eder (uyar); vazgeçirmeye çalışmaz, kendisi de iştirak eder.
Bedbahttır o kadın ki; zevcinin fıskına (günahlarına) bakar, onu başka bir surette taklid eder. Veyl o zevc ve zevceye ki; birbirini ateşe atmakta yardım eder. Yani; medeniyet fantaziyelerine birbirini teşvik eder.
İşte, Risale-i Nur'un bu mealdeki cümlelerinin manası budur ki: Bu zamanda aile hayatının ve dünyevî ve uhrevî saadetinin ve kadınlarda ulvî seciyelerin inkişafının sebebi, yalnız daire-i şeriattaki âdâb-ı İslâmiyetle olabilir. (Lemalar - 202)
İşte bu iki zât, benim itikadımca, on senelik bir takva ile elde edilecek bir kazanç kadar bir kâr (hastalıkları sayesinde) buldular. Eğer ikisi, bir kısım gençler gibi sıhhat ve gençliğine güvenip, gaflet ve sefahete atılsaydılar;
ölüm de onları tarassud edip tam günahlarının pislikleri içinde yakalasaydı; o nurlar definesi yerine, kabirlerini akrepler ve yılanlar yuvası yapacaklardı. (Lemalar - 212)
İşte ey benim gibi ihtiyarlık içine giren ve ihtiyarlığın ihtarıyla vefatı çok tahattur eden (hatırlayan) zâtlar!
* Kur'an'ın verdiği ders-i iman nuruyla, ihtiyarlığı ve vefatı ve hastalığı hoş görmeliyiz, belki bir cihette sevmeliyiz. Madem iman gibi hadsiz derecede kıymetdar bir nimet bizde vardır; ihtiyarlık da hoştur, hastalık da hoştur, vefat da hoştur.
Nâhoş birşey varsa; o da günahtır, sefahettir, bid'atlardır, dalalettir. ( Lemalar - 238 )
* İşte bütün ihtiyarlığımdan ve firak (ayrılık) belalarından gelen teessüratıma (üzüntülerime), bana nur-u iman tam kâfi geldi; kırılmaz bir rica, kopmaz bir ümid, sönmez bir ziya, bitmez bir teselli verdi.
Elbette sizlere ihtiyarlıktan gelen karanlık ve gaflet ve teessürat ve teellümata (üzüntü ve elemlere); iman kâfi ve vâfidir.
* Asıl en karanlıklı ve en nursuz ve tesellisiz ihtiyarlık ve en elîm ve müdhiş firak (ayrılık),
ehl-i dalaletin ve ehl-i sefahetin ihtiyarlıklarıdır ve firaklarıdır. O rica ve ziya ve teselli veren imanı zevketmek ve tesiratını hissetmek için,
ihtiyarlığa lâyık ve İslâmiyete muvafık ubudiyetkârane (ibadet ve kulluk içinde) bir tavr-ı şuurdarane takınmakla olur.
Yoksa gençlere benzemeye çalışmak ve onların sarhoşça gafletlerine başını sokup ihtiyarlığını unutmakla değildir.
خَيْرُ شَبَابِكُمْ مَنْ تَشَبَّهَ بِكُهُولِكُمْ وَشَرُّ كُهُولِكُمْ مَنْ تَشَبَّهَ بِشَبَابِكُمْ
-ev kema kal- mealindeki Hadîsi düşününüz.
Yani: "Gençlerinizin en iyisi, temkinde ve sefahetlerden çekilmekte ihtiyarlara benzeyenlerdir.
Ve ihtiyarlarınızın en fenası, sefahette ve başını gaflete sokmakta gençlere benzeyenlerdir." (Lemalar - 252)
Elhasıl, Nur Suresi 19.Ayette Rabbimizin ihtar ettiği gibi, bu İslam yurdu olan bu vatanda,
mümin ve müslüman olan milletimizin ahlakına ve dinine darbe vurmak manasında olan "çıplak kadınlar ile reklam yapmak",
dünyada musibet ve belâlara maruz bırakacağı gibi milyonları günaha sokmaya sebeb olduğu için affedilmez derecede büyük bir günah olmakla,
mesul olanları cehennemde dehşetli bir azaba sevkedecektir !
Bu dehşetli tecavüz ve hatadan derhal vazgeçip tevbe etmelerini ümid ederiz. Yoksa bedduamızdan korksunlar!
**
** BU MAKALE , Ali Kemal PEKKENDİR TARAFINDAN HAZIRLANMIŞDIR.
**
**
**