* Dinin Doğuşu
* Dinler Tarihi'nin en fazla üzerinde durduğu konulardan biri de Dinin Doğuşu meselesidir. Dinin kaynağı, bir başka ifade ile dinin doğuşu, nasıl başladığı, hangi etkenlerin bunda etkili olduğu vb. konulardır.
Dinin ne zaman, nasıl ortaya çıktığı, kaynağının ne olduğu hususunda kutsal kitapların verdiği bilgilerin dışında herhangi tarihî bir belge yoktur. 0 bakımdan bilimsel metotlarla dinin başlangıcı ve kaynağı hakkında kesin bir yargıya varmak mümkün değildir.
İnsanlık, var olduğu günden bu yana kendisinin ve kâinatın nasıl/neden yaratıldığı, nereden geldiği, hiçbir şey yokken neyin var olduğunu sorgulayıp durmuş; din, felsefe ve Mitoloji ile bu sorulara yanıt vermeyi amaç edinmiştir. Din ve Mitoloji, felsefeden farklı olarak kutsal olan ile alakalıdır ve burada bir yaratıcıya inanma ihtiyacı ön plana çıkmaktadır. Ayrıca, bir yaratıcının varlığı inancı, bütün yaratılışın tatmin edici bir açıklaması olarak benimsenmiştir.
Dinin doğuşu hakkında ileri sürülen “Tekâmülcü teori”yi savunanlara göre kâinatta her şey basitten mükemmele doğru bir istikamet içerisindedirler. XIX. yüzyılda materyalizm rüzgârlarının hızlı estiği devirde oldukça taraftar bulan bu nazariye, içinde bulunduğumuz yüzyılda geçerliliğini büyük ölçüde yitirmiştir.
“Tarih metodu”nu esas alan teori ise dinin doğuşunu, tarihi seyri içinde ele almakta ve tekâmül fikrine karşı çıkarak tespitini kendi sınırları çerçevesinde ortaya koymaktadır. Bu nazariye, gerektiğinde belli bir milletin dini içinde kaynak tespitine giderek her dini başlı başına incelemektedir. Dinin doğuşu hakkındaki teoriler şunlardır:
Tabiatın gücünden korkan insanın dini zihninde inşa ettiğini ileri sürenler; Şöyle söylerler: “Gök gürlemesi, şimşek çakması, Ay'ın ya da Güneş'in tutulması, hastalıklar, afetler, vb. doğa olayları insanın merakını çekmiş, onu korkutmuştur. Öte yandan, bu olgu, insanı, doğadan korkusunu yenmeye ve merakını gidermeye zorlamış, doğanın karşısında çaresiz kalan insan kendisine sığınılacak bir kuvvet aramış ve bunun neticesinde de "din" kavramı insan zihninde ortaya çıkmıştır. Yani dinin Allah'ın bildirdiği bir yol olmayıp insanların uydurduğu bir husus olduğunu ifade etmeye çalışmaktadırlar.
Julian Huxley, Schleiermacher gibi dinin mahiyetinin insana ait olduğunu iddia edenler der ki: "... dinin mahiyeti korku ve saygı sebebiyle insan kapasitesinden çıkar ki dinin hedefleri... başlangıçta ve mahiyette kutsiyet duygusundan çıkan bu şeyler, olaylar ve fikirlerdedir.”
Bu ve benzeri görüşler insanlık tarihini tam manasıyla idrak edilemediğini ortaya koymaktadır. Bugünkü medeniyet seviyesine gelmiş olmak eski zamanlarda yaşayan insanların ulaştığı medeniyet safhasını küçümsemeyi mi gerektirmektedir? Bugün bilim neden hâlâ Mısır piramitlerinin nasıl yapıldığını açıklayamıyor? Sümerlilerin, Mısırlıların ve Mayaların astronomi ile ilgili bilgilerini bir kenara bırakıp gök gürlemesinden korktuklarını söylemek ne kadar doğru bir yaklaşımdır?
Max Horkheimer, "Özgürlüğün tanımı, tarih kuramıdır; tersinden alırsak tarih de özgürlüğün gelişme öyküsüdür.” diyerek insanın özgürleşmesi, insanın doğa üzerindeki egemenliğini ilerletmesinin ve doğal halden farklılaşmasının bir ürünü olduğunu ifade etmeye çalışmıştır. Bu da insanın, tarihsel süreç içerisinde tabiattan bağımsızlaşarak özgürleştiğini ve kendi kimliğinin inşasını gerçekleştirmiş olduğu iddiasını ortaya koyar. Bu düşünce akıl sahibi olan insanın, Allah'ın yarattığı tabiatın içerisinde kendince yeni bir tabiat yaratarak dünyada yaşama yeteneğini Allah'tan bağımsız olarak ortaya koyduğu mekrî düşüncesini göstermektedir.
Bugün tabiattan bağımsızlaşarak özgürleştiğini iddia eden insanlar küresel ısınma, buzulların erimesi kısaca tabiatın değişik bir seyr içerisine girmesi karşısında ne yapacaklarını şaşırmış bir vaziyettedirler. Demek ki bizler hiçbir zaman tabiattan bağımsız bir noktaya gelmedik. İnsan, biyolojik bir varlık olduğundan dolayı tabiattan kendisini hiçbir zaman soyutlayamaz.
Günümüzde sosyoloji, arkeoloji ve kültür tarihi araştırıcıları bu iki iddianın geçersizliğini çeşitli verilerle ortaya koymuşlardır. Çünkü günümüzden binlerce yıl önce yaşamış bazı toplumlarda elde edilen bulgular bu iddiaların gerçek olmadığını göstermiştir.
İnsan varlığının tesadüfen oluştuğunu savunanların açıklamaları insanı sadece maddi bir varlık olarak görmelerinden kaynaklanmaktadır. Ancak insan varlığı sadece maddi bedenden ibaret değildir ruh da taşımaktadır. İnsanı tesadüflerin değil de Allah'ın yarattığını düşünenler insanın yaratılmasında Allah'ın arzusunun ne olduğunu düşünürler. 0 zaman bu konu maddi olmaktan çıkıp manevi bir anlam kazanır.
Din, insanlıkla doğmuş, gelişmiş ve daima insanoğluyla birlikte varlığını devam ettirmiştir. Tarihin hangi devresine bakılırsa bakılsın dini inançları olmayan bir topluma rastlanmak mümkün değildir. İnsanlık tarihinde, insanın önemli sayılabilecek en bariz niteliklerinden birisi din olgusu olmuştur. İnsanoğlu tarih boyunca, her zaman kendisinin insanüstü bağları olduğunu ve ihtiyaçları için kendini aşan bir kudrete yönelmesi gerektiğini düşünmüştür.
* Dinlerin konumlarına göre farklı tasnifleri yapılmıştır. İslâm âlimlerinin dinleri sınıflandırırken temelde Kur’an’a dayandıkları görülür. Bu konuda Kur’an’daki “..Şüphesiz Allah katında din İslâm’dır” (Âl-i İmran, 3/19), “..İşte bu dosdoğru dindir” (Rum, 30/30) bu âyetlerde yegâne dinin İSLÂM olduğu vurgusu yapılmaktadır. Bununla beraber bazı âyetlerde de İslâm’dan başka dinlerin varlığından söz edilmekte ve onlar da din olarak nitelendirilmektedir. Nitekim “Kim İslâm’dan başka bir din ararsa (bilsin ki o din) ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette hüsrana uğrayacaktır” (Âl-i İmran, 3/85). Bu ve diğer bazı âyetlerde (Saf,61/9; Fetih, 48/28; Tevbe, 9/33). İslâm’ın dışında birtakım inançlara da din denildiği anlaşılmaktadır. Bir dinin kaynağının ilâhi olması ve asliyetini muhafaza etmesi, o dinin hak din olduğunun açık bir göstergesidir.
*
* Tek Tanrılı Dinlerin Kökeni Sümerler mi?
* Son yıllarda, Sümerlerle ilgili çalışma yapan bazı kişiler tarafından, insanlık tarihindeki bütün bilimsel ve teknolojik gelişmelerin kaynağı, Sümerlere dayandırılmaktadır. Çünkü hareket noktası olarak “tarih Sümer’de başlar” tezi, kabul görmektedir. Bununla birlikte manevi gelişmelerin de kaynağı olarak Sümerler görülmektedir. Bu çerçevede üç büyük semavi din olan Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam’ın da kaynağı Sümerlere dayandırılmaktadır. Tevrat, İncil ve Kur’an’daki ilke ve prensiplerin, Sümer çoktanrılı dinlerinin bir kopyası olduğu düşünülmektedir. Oysa İslam dinini ve Kur’an’ı incelediğimizde, insanlık tarihinin hem maddi hem manevi açıdan peygamberlerle başladığını onlarla devam ettiğini görüyoruz. Dolayısıyla “tarih Âdem ile başlar” , demek durumundayız. Tevhit sistemini işleyen peygamberler, diğer taraftan da bilimsel gelişmelerin ilk mucitleri olmuşlardır. Sümerlerin, dinlerini ve mitolojilerini incelediğimizde ise, onların tevhidi sitemin muharref birer ürünü oldukları anlaşılmaktadır. Sahip oldukları ilke ve prensiplerin ise tevhit sisteminden izler taşıdıkları görülmektedir.
* SORU : Tek tanrılı dinlerin çıkışının İsrailoğulları dönemine ait olduğu, Asur, Hitit ve Sümer yazıtlarından kopyalandığı iddia ediliyor?
CEVAP : Tek tanrılı dinler İsrailoğullarıyla başlamamıştır ki, böyle bir iddiaya değer verilebilsin. Üç semavî dinin tevhit beşiği kabul edilen Hanif dini, çok önceden gelip tarihe mal olmuş Hz. İbrahim (as)’in dinidir.
Kaldı ki, üç semavî dinin ittifakla söylediği inanç esaslarını; ilk insan olan Hz. Âdem(as) aynı zamanda ilk peygamber olup, tevhit inancını yaşamış ve öğretmiştir.
* Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanlık ile Sümer dini arasında bazı ortak noktalar olması bazı kişileri yanlış bir çıkarım yapmaya ve "İlahi dinlerin kaynağı Sümerler'dir" demeye itmiştir. Ancak burada çok bariz bir hata yapılmaktadır. O da şudur: Tek tanrılı dinlerin başlangıcı olarak Yahudilik ve Tevrat gösterilmekte ve "tarihteki tek tanrılı dini inanış ilk kez Îbranilerde görülmüştür" denilmektedir. Bunu iddia edenler Allah'ın din arzusunun Hz. Âdem'den başladığını unutmuş görünüyorlar.
Sümerlerin böyle bir medeniyete sahip olup, ilahi dinlerde de kısmen onların inançlarına benzer kuralların bulunması Sn. Muazzez ilmiye Çığ gibi bazı arkeolog ve ilim adamlarını, ilahi dinlerin ve özellikle de İslam'ın kaynağını bu kültürlerde aramaya ve bazen de çeşitli asılsız iddialar ileri sürmeye sevk etmiştir. Ancak böyle bir arayışa başlarken veya böyle bir arayışı sürdürürken ilmi metodlardan ayrılmadan, objektif bir bakış açısı ile çalışmaya başlamak en doğru metod olsa gerektir. Sn. Çığ'ın ileri sürdüğü iddiaların asılsız olduğunu ortaya koyabilmek için öncelikle Hz. Peygamber - Kur'an ilişkisini ele alıp, Kur'an'ın Allah'ın sözü olup olmadığının incelenmesi gerekir. Hz. Muhammed(sav.) Kur'an ilişkisi öteden beri çok tartışılmış ve özellikle İslam'ın muarızları tarafından Kur'an'ın, Hz. Muhammed(sav.)'in sözü olduğu ileri sürülmüştür. Bununla da kalınmamış, Onun deli veya büyülenmiş birisi olduğu ileri sürülmüştür. Kur'an bu iddia sahiplerini ve iddialarını kesin bir dil ile reddetmiş ve kaynağının Allah'tan olduğunu açıklamıştır.
* Allah Teâlâ kullarını hidâyete sevk eden bilgileri, emir ve yasaklarını peygamberlerine gönderdiği vahiy yoluyla bildirmiştir (eş-Şûra 42/51). İlk insan Hz. Âdem (a.s.) ile başlayan nübüvvet, son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.) ile tamamlanmıştır. İman esaslarından biri de peygamberlere indirilen kitaplara inanmaktır. Kitaplara iman, Allah (c.c.) tarafından bazı peygamberlere kitaplar indirildiğine ve bu kitapların içeriğinin tümüyle doğru ve gerçek olduğuna inanmak demektir. Kur'ân-ı Kerîm bize tek bir kitaba yani sadece Kur'ân’a değil, Allah nezdinden gönderilen bütün kitaplara inanmamızı emretmektedir (el-Bakara, 2/4). Kitap kelimesi her ne kadar indirilen vahyin yazılı metnini ifade etse de bununla birlikte istiare yoluyla metnin sözlü şekli için de kullanılmıştır. Dolayısıyla Allah kelâmının sözlü şekline de kitap denilir (Râğıb, Müfredât, “ktb” md.). Kur'ân-ı Kerîm’de kitap ile aynı anlamda kullanılan kelimelerden biri de suhuftur. Suhuf kelimesi “sahîfe” kelimesinin çoğulu olup İslâm öncesi dönemde kitapla eş anlamlı olarak kullanılmasının yanında mektup, hukukî sözleşme, şiir, hitabe ya da bir araya getirilmiş sözleri nitelemek için de kullanılmaktaydı. Yazıya geçirilsin veya geçirilmesin Yüce Allah’ın indirdiği tüm kitap ve sahîfeler ilahî vahye dayanmaktadır.
Günümüzde ulaşılan bilimsel veriler doğrultusunda yazının, M.Ö. 3500 yıllarında Sümerler tarafından icat edildiği kabul edilmektedir. Bu bilgi, arkeolojik bulgulara ve bilimin imkânlar dâhilinde ulaşabildiği diğer verilere dayanmaktadır. Ancak bu durum Sümerlerden önce kesin olarak yazının olmadığı anlamına gelmemektedir. Bu itibarla yazının tarihçesine ait bu bilgiler esas alınarak vahye dayalı kutsal kitapların kayda geçirilmesiyle ilgili kesin bir hüküm vermek doğru değildir.
Dört büyük kitabın nazil olduğu dönemde yazının var olduğu kesin olarak bilinmektedir. Kur'ân-ı Kerîm ’de isim olarak geçen bu kitapların dışında, Hz. İbrahim (a.s.) ve Hz. Musa’ya (a.s.) sahîfeler/suhuf verildiği (el-‘A‘lâ, 87/19) açıkça geçmekte olup onların yaşadığı devir de aynı şekilde yazının var olduğu zamana denk gelmektedir. Bununla birlikte insanlık tarihinin başlangıcından itibaren bilgi, yazı dışında sözlü aktarım gibi yöntemlerle muhafaza edilmiştir. Bu itibarla Hz. Âdem (a.s.) , Hz. Şît (a.s.) ve Hz. İdris (a.s.) gibi erken dönemde yaşayan peygamberlere indirildiği kabul edilen sahîfelerin şifahen aktarılmış olmaları yeterlidir. Zira elimizde, yazının var olduğu dönemlerde dahi peygamberlerin kendilerine indirilen kutsal kitapları iki kapak arasında toplayarak günümüzdeki kitap formatına soktuklarına dair kesin bir bilgi bulunmamaktadır.
Netice itibarıyla peygamberlere indirilen vahiylerin, levhaların, sahîfelerin, zikirlerin ve kitapların günümüz kitap ve kitapçık algısından hareketle yazıya geçirilip iki kapak arasında toplanma zarureti olduğunu aksi hâlde onların kitap hüviyeti kazanamayacaklarını düşünmek doğru değildir. Bu minvalde onlarla yazının icadı arasında bir bağlantı kurma gereği de bulunmamaktadır. Şu hâlde kutsal kitapları ve sahîfeleri, lafızları ile insanlara tebliğ edilmek üzere peygamberlere indirilen vahiyler mecmuası olarak algılamak isabetli olacaktır.
* “Çoğu uzmana göre insanlık tarihinin en önemli buluşu olan yazının, ilk olarak M.Ö. 3500 yıllarında Sümer rahipleri tarafından kullanıldığı bilinmektedir. Sümer rahipleri yazıyı, tapınak ve depolarda bulunan malları kaydetmek amacı ile kullanmışlardır” ifadesinden de Sümerlerde dinin ve din adamları rahiplerin bulunduğunu göstermektedir. Demek ki Sümerlere vahiy yoluyla bazı bilgileri öğreten Allah, aynı bilgileri daha sonraki dinlerle de vahiy etmiştir.
Ağırlık kazanan görüşe göre Nuh Aleyhisselam Sümerlerden önce yaşayan ve “birinci baba” olan Adem’den sonra “ikinci baba” adını almıştır. Bu arada geçen onlarca peygamber Âdem, İdris, Nuh gibi peygamberler ve Sümer peygamberi olarak bilinen İbrahim Aleyhisselam ve İdris Aleyhisselam hep birer tevhit ehli peygamberdir.
Sümer şehri, Mezopotamya’nın güney ucunda, Dicle ve Fırat nehirleri arasında, sonradan Babil olmuş, günümüzde de Irak’ın Bağdat şehrinden Basra Körfezi’ne kadar olan bölgede idi.
Sümer şehri, Sümerlerden önce yaşamış ve Sümerce konuşmayan ve Sami olmayan bir halk tarafından, MÖ 4000-2350 yılları arasında kurulmuştur. Bu halka günümüzde Proto-Fıratlılar ya da Ubaidliler denmektedir. Ubaid ismi Al-Ubaid şehrindeki kazı alanından gelir. Ubaidliler Sümer şehrinde kurulmuş ilk medeniyettir. Bataklıkları tarım için kurutmuşlar, ticaret, dokumacılık, dericilik, demircilik, taş oymacılığı ve çanak-çömlekçilik gibi işlerle uğraşmışlardır. Ubaidlilerin bölgeye yerleşmesinden sonra çeşitli Sami halklar da aynı bölgeye yerleşmiş, kültürlerini Ubaidlilerinki ile karıştırarak Sümerler öncesi yüksek bir medeniyet kurmuşlardır.
Sümerler milattan önce 4.000-2.000 arasında yaşamış kadim bir medeniyetin insanlarıdır. “Uyaran bir peygamber gelmiş olmayan hiçbir millet yoktur.” (Fatır, 35/24) mealindeki ayette ifade edildiği üzere, Hz. Âdem’den Hz. Muhammed (asm)’e kadar gelmiş geçmiş bütün insanlara mutlaka bir peygamber gönderilmiştir. Zaten, İslam inancına göre, bir peygamberin mesajını duymayan insanların sorumlulukları da yoktur. “Biz , bir peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz.” (İsra, 17/15) mealindeki ayette bu gerçeğin altı çizilmiştir.
– İşte bu açıklamalardan anlaşıldığı üzere, yaklaşık 2.000 yıllık bir zaman diliminde tarih sahnesinde yer alan Sümerlere de bir çok peygamber gönderilmiştir. Sümer medeniyetinin güzel ve doğru yanları, bu peygamberlerin öğrettikleri ilahi vahiy ışığında şekillenmiştir. Bu sebeple, daha sonraki semavi dinlerin bildirdiği bazı hakikatlerin Sümerler döneminde de söz konusu olması, bu dinlerin oradan kopyalandığını değil, bütün dinler gibi Sümerlerin medeniyetinin de aslı semavi dinlerin öğretilerine dayandığını göstermektedir., Nitekim, Hz. İbrahim, Sümerlerin son devrelerini yaşadığı m.ö 2.000 yılında yaşamıştır. Demek ki, uzun bir süre yaşayan Sümer medeniyetinin kaynağı olan dinlerden sonra, Hz. İbrahim ile başlayan yeni bir dönemde artık İbrahimi dinler devri başlamıştır. Bu her iki medeniyetin kaynağı da Allah’ın gönderdiği dinlerdir.
Sümerlerin tabletlere nakşettiği bütün dinsel metinler peygamberlerden alıntıladıkları birer kopyadır ama bozuk olduğu kadar da tahrife uğramış birer kopyadır.
Sümerler Hz. Âdem'den önce yaşamış bir kavim olsaydı, bu düşünce belki doğru olabilirdi. O halde Sümer mitolojisi tek tanrılı dinleri değil, tek tanrılı din anlayışı Sümer mitolojisini etkilemiştir demek daha doğru bir çıkarım olacaktır. Mitolojilerin, dinlerin bozulmuş şekilleri olduğu burada da görülmektedir.
İsrailoğulları İbrani soyundan gelirler. İbrani kelimesi "Eber" kökeninden gelmektedir. Eber Nuh'un soyundan gelen ve Yakup'un büyükbabası İbrahim'in atasıdır. Ortodoks Yahudiler ve dindar Yahudilerin çoğu “ilk İbrani” olarak İbrahim'i kabul ederler. Bununla birlikte Kur'an'da Yakup'un Yahudi veya Hıristiyan olmadığı belirtilir (Bakara 140].
Eski ve Yeni Ahid olarak bilinen Tevrat ve İncil içerisinde birçok bilgi tahrif edilmiş olduğundan tamamen bu bilgilere dayanarak tarihi yorumlamak ve doğru bilgi sahibi olmak mümkün değildir. İbraniler kutsal kitapları Tevrat'ı tanımlarken “destan harmanı, şiir, propaganda ve mitos” olduğunu söyler. Ayrıca Tevrat'ın tarihsel önermelerinin kronolojisinin tarih bilimi ile örtüşmediğini Tevrat'tan elde edilen resmin karanlık ve bölük pörçük olduğunu da eklerler.
Kur'an'da "Andolsun ki biz her ümmete, “Allah'a ibadet edin ve putlara tapmaktan sakının." diye bir peygamber gönderdik. Allah, bu ümmetlerden bir kısmına hidayet etti, bir kısmına da sapıklık hak olmuştur. Şimdi yeryüzünde bir gezip dolaşın da bakın ki, peygamberleri yalanlayanların sonunun ne olduğunu bir görün?”(Nahl , 36). âyeti her topluma bir uyarıcı gönderildiğini bildirmektedir. 0 halde bu ayet ışığında Sümer toplumuna da bir peygamber gelmiş olabileceği, o peygamberin getirdiği tebliğin, Sümer mitolojisini etkilemiş olabileceğini düşünmek gerekir.
Bu ayet gösteriyor ki, din yalnızca belli bir topluma veya coğrafyaya ait delildir. Allah, ilk insandan itibaren her kavme peygamberler göndermiştir. Sümerlerde de dini izlerin bulunması, onların ilk vahiylerden etkilendiğini ve zamanla bu vahiylerin bozulduğunu gösterir.
Kur’ân-ı Kerîm, ilk peygamber Hz. Âdem’den (a.s.) son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.s.) kadar pek çok peygamberin gelip geçtiğini ve her kavme Allah’ın peygamber gönderdiğini bize haber vermektedir (Yûnus, 10/47; en-Nahl, 16/63; Fâtır, 35/24). Bu bağlamda “Ey Muhammed! Andolsun, senden önceki topluluklara da peygamber gönderdik” (el-Hicr, 15/10) ve “Andolsun biz, her ümmete, ‘Allah’a kulluk edin, tağuttan kaçının’ diye peygamber gönderdik…” (en-Nahl, 16/36) buyrulmaktadır. Bu âyetler tarihî süreç içerisinde Yüce Allah’ın (c.c.) genel anlamda insanoğlunu peygambersiz bırakmadığını gösterir.
Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan “Biz, bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edici değiliz” (el-İsrâ, 17/15) ve “Andolsun, senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan sana kıssalarını anlattığımız kimseler de var, durumlarını sana bildirmediğimiz kimseler de var” (el-Mü’min, 40/78) âyetleri de açık bir şekilde gönderilen peygamberlerin sayısının Kur’ân’da zikredilen 25 peygamberle sınırlı olmadığını göstermektedir. Bununla birlikte peygamberlerin sayısıyla ilgili kesin bir bilgi yoktur.
Dinlerin ilk kökeni hakkında farklı açıklamalar öne sürülmesine rağmen, bu teorilerin tek bir ortak amacı vardı: "Çok tanrılı dinlerin tek tanrılı dinlerden önce ortaya çıktıkları iddiası. Bu kabule göre insanoğlu ilk olarak çok sayıda toteme, puta tapınmıştı. Tek tanrı fikri ise MÖ. ikinci binyılda Yahudiler arasında ortaya çıkmıştı. Bu tarihten itibaren Yahudiler Tevrat'ı yazmaya başlamış ve böylece tek tanrı fikrini savunan ilk kutsal kitap oluşmuştu. Bu evrimci düşünürlere göre Hz İsa'nın getirmiş olduğu İncil ve Hz. Muhammed'in getirmiş olduğu Kur'an da Tevrat'ı model alarak yazılmış insan ürünü kitaplardı."
Oysa 19. Yüzyılın ateist antropologları tarafından masabaşında yazılan senaryolarla ortaya atılan ve sonra da hararetle savunulan bu teori, bir yanılgı ve bir aldatmacadan başka birşey değildi.
Nitekim ilerleyen dönemlerde dinlerin evrimi iddiası, hem tarihsel bulgular, hem de yapılan araştırmalarla beraber çürütüldü. Bu araştırmaların sonucunda çok önemli bir sonuca daha ulaşıldı. Bu, "dinlerin evrimi" denebilecek bir sürecin değil, "dinlerin dejenerasyonu" denebilecek bir sürecin gerçekten varolduğuydu.
Antik Yunan'ın dini inançları üzerine araştırmalar yapmış olan Axel W. Persson, Tarih Öncesi Yunan isimli eserinde şöyle der: "İlk baştan beri var olan Tek Tanrı, daha sonra Yunan dinsel mitlerinde gördüğümüz sayısız önemli önemsiz tanrısal kişiliklere dönüşmüştür. Benim görüşüme göre bu birçok ilahın varlığı, tek ve bir olan bir tanrıyı tanımlayan değişik isimlerin zamanla değişik yorumlanmasına bağlıdır."
Eski çağların Orta Doğu kültürlerinin taşıyıcıları dil ve ırk yönünden farklıdırlar. Aralarındaki kültür birliği ve kökler Sümerlilere kadar inen Mezopotamya etkisidir. Sümerlilerce geliştirilen çivi yazısı çoğu Batı Asya kültürlerince, özellikle dînî alanlarda kullanılmıştır. Verimlilik, bereket ve büyü kültleri ve tasavvurları çeşitli isimler altında günümüze kadar gelmiştir. Bölgenin Kur'an'da adı geçen Peygamberlerin de yaşadıkları, faaliyetlerini sürdürdükleri, çoğu kez karşı çıktıkları çevreler olması; hâlen aramızda yaşayan bâtıl inançlara kaynak teşkil etmeleri; bizim de üzerinde yaşadığımız coğrafî çevreler olmaları; önemini bir kat daha artırmaktadır.
Sümerliler'in inançlarıyla ilgili en eski delillerin ortaya çıkmasını arkeolojiye borçluyuz. Yaratılışla ilgili Sâmî efsanelerin kaynağı da yine Sümerlilerdir. Hatta, Sâmî edebiyatının meşhur Gılgamış ve Tufan efsaneleriyle ilgili bir kısım muhtevaya da Sümerce metinlerde rastlanır.
Bu medeniyetin kökleri M.Ö. 4500-4000 yıllarına kadar iner. Yapılan kazılarda bu devirlerden kalma çok sayıda Ana Tanrıça ve boğa figürlerine rastlanmıştır. Sümerliler buraya m.ö. 3500 yıllarında gelmişler ve yüksek bir kültürü oluşturmuşlardır. Bölgenin hâkim dili Sümerce olmuştur. M.Ö. 3000 yıllarına gelindiğinde bölgede en az 12 şehir devleti kurulmuştu. Kiş, Uruk, Ur, Nippur, Lagaş, Larsa vs. bunlardandı. Devletlerin her biri surlarla çevrili bir şehir ve çevresindeki köy ve arazilerden oluşuyordu. Şehrin merkezinde birer tapmak bulunuyordu. Şehrin idaresi önceleri halkın elinde iken, şehirler arası savaşlar krallıkların doğmasına sebep olmuştu. Günümüze ulaşan bir belgedeki Sümer krallar listesine göre, Tufandan önce sekiz kral yaşamıştı. Şehir devletlerini birleştiren ilk kral Kiş hükümdarı Etana'dır (m.ö. 2800). Şehirler arası mücadeleler sonunda zayıflayan Sümerliler, önce Elâmlıların (m.ö.y. 2530-2450), sonra da Akadların (m.ö 2234-2279) saldırılarına uğramış ve istila edilmiştir. Sümerliler zaman zaman bağımsızlıklarını kazandılarsa da Sümer medeniyeti en son ihtişamını 3.Ur sülalesi zamanında yaşamıştır. İlk kral Ur-Nammu bilinen en eski kanun derlemesini hazırlatmıştır. Amorilerin Mezopotamya'yı ele geçirmeleriyle m.ö.1900 den sonra özgün kimliklerini kaybetmişlerdir. Fakat dilleri dinsel metinlerde yaşamaya devam etmiştir.
Sümerliler buraya M.Ö. 3500 yıllarında gelmişler ve yüksek bir kültürü oluşturmuşlardır. Bölgenin hâkim dili Sümerce olmuştur. M.Ö. 3000 yıllarına gelindiğinde bölgede en az 12 şehir devleti kurulmuştu. Kiş, Uruk, Ur, Nippur, Lagaş, Larsa vs. bunlardandı. Devletlerin her biri surlarla çevrili bir şehir ve çevresindeki köy ve arazilerden oluşuyordu. Şehrin merkezinde birer tapınak bulunuyordu.
Tahmin edildiğine göre, Sümerlilerin anayurdu Mezopotamya'da değildi. Buraya başka bir yerden göç ederek Basra Körfezi civarında ve Fırat Irmağının aşağı mecrası bölgesinde Sümer adı verilen mıntıkaya yerleştiler. Asıl yurtlarının neresi olduğu bilinmemektedir. Sümerliler buraya geldikleri zaman burada oldukça gelişmiş bir uygarlığın ve tarım faaliyetinin mevcut olduğu sanılmaktadır. Fakat Sümerliler Mezopotamya medeniyetini çok ileri götürdüler. Gerçekten, Mezopotamya medeniyeti diye adlandırılan uygarlığın kurucusu Sümerlilerdir.
Mezopotamya'da çok tanrılı inanç sistemi benimsenmiştir. Sümer, Sami, Hurri, Hitit ve Elam tanrıları birbirinden farklıydı. Ancak Sümer din anlayışı her zaman baskın olmuştur. Antik Mezopotamya dini, kayıtları bilinen en eski dindir. Sümerlerde her şehrin bir tanrısı vardı: Uruk’ta İnanna, Ur’da Nanna, Lagaş’ta Ningirsu, Nippur’da Enlil, Babil’de Marduk ve Assur’da Assur gibi. O şehirde yaşayan insanlar da tanrının hizmetkârları durumundaydılar. Başlangıçta ölümden sonraki hayatın varlığına inanan Sümerler'in Sami asıllı toplulukların bölgeye gelmesinden sonra bu inançları zayıflamıştır. Mezopotamya uygarlıkları genel olarak tanrıların gökte olduğuna inanmış ve onlara yakın olabilmek amacıyla yedi kattan oluşan ve Ziggurat adı verilen tapınakları yapmışlardır. Zigguratları aynı zamanda gözlemevi ve depo olarak da kullanmışlardır.
* Vahiy Temelli Görüş
* Dinin kaynağı ile ilgili vahiy temelli görüşe göre din, Allah tarafından vahiy yoluyla insanlar arasından seçtiği peygamberlere gönderilen İlahî kurallar bütünüdür. Allah kendisinin nasıl tanınması ve bilinmesi gerektiğini insanlardan ne yapmaları gerektiği hususunu peygamberleri ile insanlara bildirmiştir. İslam bilginlerine göre dinin kaynağı mutlak surette vahiydir. Din, Hz. Adem ile başlayıp Hz. Muhammed'in (s.a.v.) peygamberliği ile tamamlanmıştır. Bu dinin genel adı İslâm'dır.
* Müslüman bilginler; dinleri, kaynağı bakımından “İlahî ve beşerî dinler" olarak ikiye ayırmışlardır. İlahî dinleri, Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâmiyet oluşturur. Ancak Yahudilik ve Hristiyanlık kaynağı itibarıyla ilâhî olsalar da bugün Müslümanlar açısından bozulmuş olarak kabul edilirler. Bu üç dinin dışındaki dinler ise beşerî kaynaklı kabul edilir. Yani Allah'ın gönderdiği vazifeli peygamberler tarafından değil insanlar tarafından oluşturulmuştur.
* Sonuç olarak dinin kaynağı Allah’tır. Peygamber dahil hiçbir beşer din koyamaz. Allah, insanoğluna rehber ve örnek olan birçok elçi göndermiştir. Onların sonuncusu tevhit zincirinin son halkası Peygamberimiz Hz. Muhammed’dir. Hz. Âdem(A.S.)’den bu yana gönderilen elçiler belli bir bölge veya topluma gönderildiğinden elçilerin tebliğ ettikleri ilahî mesajlar o bölge ve toplumla sınırlı olmuştur. Oysa son elçi Hz. Muhammed (S.A.V.), bütün insanlığa gönderildiği için onun tebliğ ettiği din evrensel bir özellik taşır.
* Görüldüğü gibi, İslâm'a göre, dinin kaynağı ilahîdir. Bir ibtidaî durumdan çok-tanrıcılığa, oradan da tek-tanrıcılığa geçiş değildir. İlk insandan bu yana, Yüce Allah'ın bütün elçileri aynı tevhid esasını tebliğ etmişlerdir. Bu tebliğ, anlaşılsın ve tatbik edilsin diye her peygamber kavmine, kendi dili ile gönderilmiştir.
* İslâm, diğer dinler arasında, adını kendi kutsal kitabından alan yegane dindir. Kur'an-ı Kerim'de Allah Teala, "Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize olan nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'a razı oldum." [ Maide, 5/3.] demekte ve İslâm'dan başka bir dinin kabul edilmeyeceğini[ Bk. Al-i Imran, 3/85] bildirmektedir. Dolayısıyla İslâm'la din müessesesi ikmal edilmiş, Yüce Allah'ın, insanlara olan nimeti tamamlanmıştır.
* İslâm, Allah’ın, vahiy yoluyla son peygamberi Muhammed (a.s) vasıtasıyla bütün insanlığa gönderdiği en son ve en mükemmel dinin adıdır. İslâm’ın gelmesiyle diğer semâvî dinlerin geçerliliği kalmamıştır. Zira İslâm’ın en son ve Allah katında tek geçerli din olduğu Kur’an’da şu şekilde belirtilmektedir: “Allah katında yegâne (hak) din İslâm’dır.” (Âl-i İmrân, 3/19), “Kim İslâm’dan başka din ararsa, ondan (seçtiği dini) kabul edilmeyecektir ve o, âhirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır” (Âl-i İmrân, 3/85); “Bugün dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı kabul ettim (seçtim)” (Maide, 5/3).
* İslâm hak dinlerin genel adıdır. Bütün peygamberlerin insanlara tebliğ ettiği din aynı hak dindir. Fakat ayetlerde de geçtiği üzere İslâm dini geldikten sonra diğer dinlerin hükmü ve geçerliliği kalmamıştır. Hz. Muhammed’den sonra peygamber, Kur’an’dan sonra ilahî bir kitap yoktur. İslâm son yegâne hak dindir.
* Son din İslâm, aslında bu kâinatın kurulduğu günden beri olan tek dindir. İslâmî inanç yani teslim olma inancı, tarih boyunca insanlığa daima yön vermiştir. Buradaki en büyük yanılgı, gelen her dinin ayrı bir din olarak algılanmasıdır. Kur’an’da Hz. İbrahim (as) hikayesi anlatılırken de Hz. Musa (as) kıssası anlatılırken de Allah'a inananlar için "Müslüman" ya da "teslim olan" olarak yazmakta ve anlatılmaktadır. Buradan şu sonucu çıkartmak gerekiyor. Tüm kâinat TEK olan Allah’ın kullarıyla yaşamına bir ilahi plan dahilinde devam etmektedir. Dolayısıyla bugün yazıtlarına ulaşabildiğimiz uygarlıkların da tarihten silinip gitmiş uygarlıkların da aslında bir Tanrı inancına sahip olduğunu, adaklar adadıklarını ve yaşamaya devam etmek için Tanrı ile irtibatta olmaları gerektiğini biliyor olmaları önemli bir ayrıntıdır.
Tarih kitapları pek çok uygarlıktan bahseder. Bunların bir kısmını milattan şu kadar yıl önce olarak bahsederken erişemediği, bilemediği, ulaşamadığı yıllara Karanlık Çağlar olarak isimlendirilmektedir. Bu ise bizlerin beynimizle oynadıklarının başka bir ispatıdır. Karanlık kelimesinin beynimizde bilinmeyen, medeniyetten uzak ve serseri mayın gibi savruldukları bilincini oluşturuyor. İşin daha ilginci sadece tarih bilinciyle yapılan yaklaşımların bu sonucu ortaya çıkartmakta rol üstlenmiş olmaları, Dinler tarihi bilgisinden uzaklaşmış olan tarih bilincini eksik ve yanlış hale getirmektedir. Tarihin "karanlık çağlar" olarak nitelendirdiği zaman aralığına bakacak olursak yaklaşık günümüzdeki tarihten 14bin yıllık tarihin kanıtlarıyla, ispatlarıyla ve tarihi delillerle bilebiliyorken geride kalan bilinmeyen 3,999,976 yıl bilinmeyenlerle dolu üstelik bilinen tarih kısmının bilinmeyen tarih kısmına oranla çok büyük bir zaman dilimi olması, bilinen kısmın adeta devede kulak denebilecek bir zaman dilimine denk geldiğini görüyoruz. İşte tam da bu noktada tarih bilgisine ek olarak dinler tarihine ve bu tarihin en gerçekçi delillerini içinde barındıran kutsal kitaplara başvuruluyor. Mesela herkesin çok iyi bildiğini düşündüğü NUH TUFANI, beraberinde pek çok açıklanamayan soru işaretleri ile gelmektedir. Tabi ki her ne kadar soru işaretleri olsa da kutsal kitaplarda yazan olayların doğrulukları tartışılamaz. Tarihin karanlık olarak isimlendirildiği zaman dilimi içinde yaşanan bu olayın aslında karanlık çağa ışık tutan bir fener olduğunu söylesek yanlış olmaz.
Tarih bilginleri, medeniyetin M.Ö. 6bin yılında Sümerler ile başladığını ısrarla iddia ederlerken kitabın başında da bahsettiğimiz Göbeklitepe’nin bulunması tüm bu tezleri ortadan kaldırmıştır. Çünkü Sümer Uygarlığı öncesinde insanlığın taşla sopayla savaştıkları ve avlandıkları mağaralarda yaşadıklarını, yerleşik hayata geçmediklerini anlatıyorlardı. Nuh Tufanı öncesinde kutsal kitaplarda anlatılan olaylara ve o tufandan kurtulmak için yapılan bir gemiden bahsedilir. İçerisine her hayvandan bir çift alabilen, insan alabilen, onların gıdalarım ve gerekli malzemelerini alabilen büyüklükte bir geminin ne kadar büyük olabileceğini hayal edin. Bu geminin taşla ve sopayla yapıldığını mı düşünüyorsunuz? Ya da o dönemde yaşayan insanların yerleşik bir düzene geçmediklerini neye dayanarak iddia edebiliyorsunuz? Bu geminin yapılabilmesi için ağaçların kesilmesi, kalasların şekillendirilmesi, özel kızaklar yöntemiyle taşınması, bu kalasların ve levhaların birleştirilmesi ve gemi haline getirilmesi büyük bir teknoloji ve medeniyeti gerektirmektedir. İnsanlığın kurtuluşuna sebep olan bir geminin hiçbir proje ve çizim ya da yazı olmadan meydana getirilebileceği düşünülebilir mi?
Hz. Nuh (as)’ın gönderildiği kavmin, Allah' a şirk koşan, akıllanmaz, uslanmaz yapısının olduğu ve o bölgedeki halka zulmettiklerinden bahsedilir Kur'an-ı Kerim’de. Bu neyi göstermektedir derseniz, insanların düzenli ve yerleşik bir hayatın içinde olduğunu aralarında ticaretin dahi (en azından ilkel bir ticaret olduğu tahmin ediliyor) yapıldığını gösterir. Tarih kitaplarında yazan bilgilere göre Sümer Uygarlığı yazıyı kullanmış, ticaret hayatına girmiş bir uygarlık olarak biliniyor. Önceki yıllarda yaşayan insanlarınsa cahil, taş ve sopayla avlanan ve kendini koruyan, yerleşik bir hayattan uzak bir yaşam sürdükleri iddia edilmektedir. Bunların aslında gerçekleşmediği ve hatta yalandan ibaret olduğu daha önce de söylediğim üzere Göbeklitepe(*) ile ortaya çıktı. İnsan, bilmediğini, anlatamadığını ya da öğrenemediğini bir şekilde açıklama ihtiyacı hissettiği zaman yalanlara ve hilelere başvurmaktadır. Bize anlatılan tarihin tamamen gerçekleri yansıttığını düşünebilmek bazı gerçeklere gözümüzü yummaktır.
Sümer Uygarlığından sonra yeryüzü üzerine gelen onlarca medeniyet, onlarca yaşam var. Kutsal kitaplarda anlatılan ve Kur’an’da da detaylı bir şekilde bahsedilen Hazreti Dâvûd (as) zamanını ele alalım. İnsanlığın bilinen çağlar içinde avlandıkları, taşlardan sopalardan kendilerine silahlar yaptığından bahseden tarihçilere karşı Kur’an Hz. Dâvûd (as)’ın yeteneklerinden ve ona bahşedilen özelliklerin aslında hiç de öyle tarihçilerin yalanlarına benzemediğini göstermektedir. Şüphesiz ki Allah katından indirilen Kur’an'ın doğruluğunu tartışamayız. Bu durumda ortaya çıkan biz insanlığı, istediği gibi yönlendirmeye çalışan tarihçilerin yalanları oluyor. Hz. Dâvûd (as), simya ilmine vakıf bir peygamberdi ve aynı zamanda da yöneticiydi. Dûa ederek demire ve bakıra şekil verme ilmine sahipti. Bu ona Allah tarafından verilmiş bir hediyeydi ve ayrıca onun en büyük düşmanı olan ve dini kitaplarda, günümüzde DEV olarak bilinen büyük yapıya sahip insan ya da insansılarla savaşarak, yine simya ile dövdüğü çift başlı (bazı kaynaklarda çatal başlı) kılıcı ile yendiğinden bahsedilir. Topkapı Sarayı'nda kutsal emanetler odasında halen daha sergilenmekte olan bu kılıç beraberinde pek çok gizemi de taşımaktadır. Kılıcın en önemli özelliği, hangi peygamberler tarafından hangi sırayla kullanılacağının bilgisi kılıç daha ilk gün yapıldığında üzerine işlenmişti.
Bu bilginin ışığında tekrar düşünecek olursak, bilinmeyen bir tarihte insanların yerleşik hayata geçtiklerini, ticaret gibi karmaşık sistemleri adaletli bir şekilde yerine getirdikleri, daha da önemlisi öyle taşla sopayla değil kılıç ve kalkan kullanarak savaştıkları ortadadır. Burada akıllara şu sorular gelmektedir. İnsanlık nasıl bir ortamdaydı ve neye karşı kendisini savunuyordu ki demirden ve bakırdan zırh yapma ihtiyacı hissetmişti? O dönemde özellikle insanlardan daha büyük ve daha güçlü ırk olan devlerden kendilerini korumak ve savunmak amacıyla zırh yapılmış hatta demir ve bakır dövülerek silahlar yapılmıştı.
* (*) "Göbeklitepe veya Göbekli Tepe, Türkiye'nin Güneydoğu Anadolu Bölgesi'ndeki Şanlıurfa ilinin 18 km kuzeydoğusunda, Haliliye ilçesine bağlı Örencik köyü yakınlarında yer alan Neolitik bir arkeolojik sit alanıdır. MÖ 9600–9500 civarına tarihlenen Göbeklitepe, dünyanın şu ana kadar bilinen en eski tarihî yapısıdır."
* *
* Allah'ın Peygamberleri ile İnsanlara Bildirdiği Din, Vahiy Geleneğine Dayanır
* İslam anlayışına göre vahiy, peygamberlerin insanlara iletmek üzere Allah'tan aldığı bilgilere denir. Allah'ın insanlarla konuşması Kur'an'da şu şekilde tarif edilir: “Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla yahut perde arkasından konuşur. Yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz o yücedir, hüküm ve hikmet sahibidir."
Vahiy kavramı Yahudilikte önemli bir yer tutar. Yahudilerin kutsal kitabı olan Tora, Hz. Musa'ya Sina Dağı'nda levhalar hâlinde vahyedilmiştir. Hz. Musa'nın vefatından sonra İsrailoğullarına gelen peygamberlerle de vahiy geleneği devam etmiştir. Bu gelenek, aslında Allah tarafından gönderilen tek bir din olduğunu gösterir.
Hristiyanların kutsal kitabı olan Ahd-i Cedit'in (Yeni Ahit) bölümlerinin Hz. İsa'nın bu kitabın yazarlarına yaptığı ilhamlar sonucu yazıldığına inanılır. Hristiyanlığın Katolik mezhebi, vahiy geleneğinin kilise kurumunda hâlâ devam ettiğini ileri sürer.
Yahudilik ve Hristiyanlık vahye dayalı dinler olmakla birlikte Kur'an, bunları bozulmuş dinler olarak tarif eder: "... Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler (Kitaplarını tahrif ederler.) Kendilerine öğretilen ahkâm(Tevrat)’ın önemli bir bölümünü unuttular.” (Maide , 13)
* Yahudilik ile Hristiyanlığa bakarken Müslüman toplumun perspektifine hâkim olan ana kavram, her ikisinin tahrif edilmiş ve hakikatlerini yitirmiş dinler olduğunu belirten "tahrif" kavramıdır. Tahrif ve bozmak, insanların dinle ilişkilerinde en kolay dile getirilen, özellikle selefi akımlarca en çabuk benimsenen bir yönelimi bize anlatır. Bu yaklaşıma göre Yahudilik ve Hristiyanlık sahih dinler olarak gelmiş, fakat zamanla tarihin ve kültürün etkileri altında bozulmuş, gerçek hüviyetlerini yitirerek kültürel kalıplara dönüşmüşlerdir. Bu yaklaşım dinin insanca yorumunu genellikle bir bozulma ve tahrif eylemi olarak görmeyi zımnen içeriyor. Hemen bütün sosyal hadiselere böyle bir bakış getirmek, onların gerçekte başka türlü olduklarını kabul ederek bir takım nedenlerle bozulduklarını iddia etmek mümkündür. Fakat böyle bir yaklaşıma karşı sorulabilecek, bâtılı ve tahrif edileni görüyor olsak bile, "hakikati nerededir?" sorusunun makul ve nesnel bir cevabı yoktur.
*
* Dinin Kaynağı Allah'tır
* Vahye dayanan dinler denildiğinde, aslî özelliği bozulmuş olsun ya da olmasın kökeni vahiy olan dinleri ifade için kullanılır. Bu dinler, varoluşları itibarıyla Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’dır. Allah inancı vardır. Peygamberlik, kutsal kitaplar bu dinlerin temel özelliklerindendir.
Vahye dayanmayan dinler de Allah’tan vahiy yoluyla geldiği iddia edilmeyen dinlerdir. Bu dinlerde Tanrı kavramı, Peygamberlik, kutsal kitaplar, ahiret anlayışı gibi unsurların biri veya bir kısmı olmayabilir. İlkel dinlerden sayılan totemizm, eski Çin dinleri, Şamanizm, Japon, eski Amerika, eski Mısır, Ortadoğu, Ön-Asya, ve İran dilleri bu grupta sayılabilir.
* Din konusunu tarihsel yönden araştırdığımız zaman ilk günde yani “Allah ve “Kul” ilişkisi ile tarihin başladığı görülecektir. Çünkü dünya belirli bir zaman ile mukayyet kılınmıştır.
Başlangıç Hz. Adem ile başladığına göre tarih ile değil din ile başlamıştır, Hayat “insan” faktörü ile başlamıştır. “Hayvan tekâmül etti de insan oldu” demek cismani bakıştır ki, böyle düşünen kendini madde ile kısıtlayıp insan varlığını küçümsemektedir. Bu şekilde değerlendirme yapanlar “ruhun tekâmülü” hakkında düşünmelidirler.
Allah'ın arzusundan ayrı olarak sadece insanı merkez alan tarihsel perspektif anlayışı tarihi anlamada yeterli değildir.
* İslâm inancına göre dinin kaynağı Allah’tır. İlk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’den son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) kadar bütün peygamberlere gönderilen dinin ortak adı İslâm’dır. İslâm’ın temeli tevhid (Allah’ın birliği) inancı olup insanların Allah’ın razı olduğu doğru yolu bulması ve böylece dünya ve âhiret mutluluğuna ermesi için çeşitli inanç, ibadet, muâmelât (sosyal ilişkiler) ve ahlâk ilkelerine sahiptir. Kur’ân-ı Kerim’de “Allah katında din şüphesiz İslâm’dır” (Âl-i İmrân 3/19), “Kim İslâm’dan başka bir dine yönelirse onun dini kabul edilmeyecektir; o âhirette de kaybedenlerdendir” (Âl-i İmrân 3/85) ve “Bugün dininizi kemâle erdirdim; üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim” (Mâide 5/3) meâlindeki âyetlerle kaynağının ilâhî olması ve orijinalitesini koruması sebebiyle Allah katında geçerli dinin İslâm olduğu vurgulanmaktadır. Diğer dinlerden ilâhî vahye dayanmayanlara “bâtıl dinler”, ilâhî vahye dayanmakla beraber aslî şeklini koruyamamış olanlara da (Hristiyanlık ve Yahudilik) “muharref dinler” denilmiştir. Ayrıca vahye dayanan dinler veya kısaca ilâhî dinlere mecazi adlandırma ile “semavî dinler” de denilmektedir.
* Muharref Dinler, tahrif edilmiş, bozulmuş dinler demektir.
Allah’ın gönderdiği İslâm Dini’nin atmalar ve katmalarla değiştirilmiş şeklidir. Yahudilik ve Hıristiyanlık Muharref Dinlerdir.
Dinleri Bozmanın Gayesi: İnsanlar zamanla Allah’ın yolundan sapmış, tatmin olmak bilmeyen arzu ve isteklerini gerçekleştirmek isteyince de,
Allah’ın insanlar arasında dengeyi ve huzuru sağlamak için gönderdiği din, kendilerine mâni olmuştur.
Bu engeli ortadan kaldırmak için de iki seçenek vardır:
a) Allah düşüncesini ve inancını reddederek, Allah’a dayalı bir dini de ortadan kaldırmak.
b) Allah’ın gönderdiği dinin, kendi arzu ve istekleriyle çelişen, kendi çıkarlarına müsaade etmeyen kurallarını değiştirmek.
* Din düşüncesinin reddedilmesi işlerine gelmeyen veya toptan reddetmenin mümkün olmadığını görenler, dinin işlerine gelmeyen yönlerini kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmişlerdir. Böylece hem cahil ve gafil dindarların tepkisinden kurtulmuşlar, hem de değiştirdikleri bu dinleri kendi sömürü düzenlerine koltuk değneği yapmışlardır. Bu tip insanlar, zaman zaman dinî merâsim ve törenlere katılıp kendilerinin de dindar olduklarını, dine karşı olmadıklarını söyleyerek dindar ama cahil kesimin desteğini almaya çalışmışlardır. Kısaca, Allah’ın gönderdiği Hak Din’in bazıları tarafından kendi çıkarları doğrultusunda değiştirilip Allah’ın dini imiş gibi sunulduğu dinlere muharref dinler denir.
* Kur’an’a göre din… Teslimiyettir, her türlü şüpheden uzak bir boyun eğiştir. Rabbin “Teslim ol!” çağrısına “Âlemlerin Rabbine teslim oldum.” diyen Hz. İbrahim misali samimi bir teslim oluştur. (Bakara, 2/131) Rabbe teslimiyet için bir mazeret olamaz. Allah, insanın fıtratına uygun olarak seçtiği dinini insanlara peygamberleri aracılığıyla, onların kültür ikliminde, onların diliyle, sade ve anlaşılır bir biçimde göndermiştir. Dolayısıyla dinin kaynağı Allah’tır, bir vahiyler bütünü olarak din sadece Allah’tan gelmiştir. Hedefi, insanın her anlamda iyiliğini gözetmek, mutluluğunu sağlamaktır. Din, layıkıyla özümsendiğinde rahatlamadır, ferahlamadır, mutluluktur; daralmadan, sıkıntıdan, huzursuzluktan kurtulmadır. Karanlıktan aydınlığa çıkıştır. Tünelin ucundaki ışıktır.
*
* Din de dahil olmak üzere bütün kavramlara iki şekilde bakmak mümkündür:
1) Dinin ilahi ve yüce kudret tarafından konulduğuna inanan düşünce.
2) İnsanın herşeyden üstün olduğuna inanarak, dini bizzat insanın ürettiğine inanan görüş.
Buna göre ilerlemeci ve evrim teorisine dayanan ikinci görüşe göre, insanlık her geçen gün iyiye giden geri dönülmez bir akışın içindedir. İnsan ilkel döneminde tabiat ve tabii hadiseler karşısında çaresiz kaldığından birtakım görünmez güçlerin var olduğuna inanmış ve bunları maddileştirerek zamanla tapınmaya başlamış, böylece putperestlik ortaya çıkmıştır. Bu yüzden insanlığın ilk dinine animizm (ruhlara tapma) adı vermişlerdir. Ölü ruhların, bedensiz varlıklarını devam ettireceği inancı atalara tapınmayı doğurmuş, buradan yağmur, ateş, kar gibi tabiat olaylarını idare eden çeşitli tanrıların varlığına inanılmış, zamanla bu tanrıların birleştirilmesiyle tek tanrı inancı ortaya çıkmıştır. Dinin insan tarafından uydurulup üretildiği anlayışına dayanan bu görüşlerin iddiaları şöyle maddeleştirilebilir:
“Eskiden kabileler kendilerini belli bir hayvan veya bitkiyle kan bağı içinde akraba sayar ve onlara saygılarını tapınma biçiminde gösterirlerdi.”
“Din toplumsal bir süreçtir. Toteme (kutsal olan şey) gösterilen saygı insanların kendi birliklerini temsil ettiği içindir. O halde dinin temel fikri kutsaldır. Kutsal olan da toplumun kutsal kabul ettiği şeydir.”
“Din insanın kendi kişiliğini bulurken hissettiği güçsüzlüğe karşı bir şeylere güvenme ihtiyacından doğmuştur.”
“İnsan kendi düşüncesini insanüstü bir plana aktarmayla ortaya çıkmıştır. Yani insanların ruhun ölmezliğine inanmaları, adalete olan susamışlıkları, insanların bir adaletin tecellisine olan inançları din mefhumunu ortaya çıkarmıştır.
“Din baskı altındaki insanların iç çekmesi, kalpsiz dünyanın kalbi, ruhsuz dünyanın ruhudur. Din halkın afyonudur.”
“Sonuç olarak din, ilkel insanın zayıflığının ürünüdür. İlkel ve çok tanrılı dinler tarihin ilk dönemlerinde yaşanmış olup, din de insanla birlikte evrim geçirmiştir. Din herhangi bir varlığın değil, bizzat insanın kendisinin ürünüdür. Teknolojinin ve tabii bilimlerin gelişmesiyle insan, tabiat üstünde hakimiyet kurmuş, tabiat olaylarına bilimsel açıklamalar getirmesi sonucu zamanla din, işlevini yitirecek, insan hayatının belli bir safhasında artık ihtiyaç olmaktan çıkacaktır.”
Tüm bu ve benzeri inançlar Allah’a inanmayan, dini kabul etmeyen, ateist, laik, materyalist, komünist ideolojileri benimsemiş olan insanların ortak inancıdır.
İslam inancına göre dinin kurucusu Allah’tır. Bütün vahiy kaynaklı dinler Allah tarafından gönderilmiş, ilk günkü saflıklarını korudukları müddetçe yürürlükte kalmıştır. İlk insan, aynı zamanda ilk peygamberdir. Dolayısıyla insanlığın ilk dini çok tanrılı değil; tek tanrılıdır. Yani Tevhid Dinidir.
Allah’ın varlığı ve birliği, zat ve sıfatları, melek inancı, kitap inancı, peygamber inancı, ahiret inancı vahiy kaynaklı dinlerde değişmemiş, sadece şeriatler değişmiştir. Bunun içindir ki, Hz Adem’den, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’e kadar tüm peygamberlerin getirdiği hak dinlerin ortak adı İSLAM’dır.
Fakat peygamberler halkın arasından ayrıldıktan sonra, insanlar hak dinden uzaklaşmış, birtakım salih insanlara, yıldızlara, ağaçlara, hayvanlara, taşlara, heva ve heveslerine tapınmaya başlamışlardır. Hak dinlerde meydana gelen bu sapmayı ortadan kaldırmak için Allahü Teala, merhametinin bir sonucu olarak peygamberler göndermiş, bu elçiler insanları tevhid inancına tekrar tekrar davet etmişlerdir.
Yani insanlığın çok tanrı inancından tek tanrı inancına doğru gelişme gösterdiği anlayışı İslâm inancına aykırıdır. İslâm i’tikadında insanlığın ilk dini Tevhid Dinidir.
* İslâm; Allah’a (c.c.) teslim olmak, boyun eğmek ve itaat etmek manasına gelir. Kur’ân’a göre İslâm; kişinin kendisini yalnız Allah’a teslim etmesi, O’na kul olması ve O’na ibadet etmesi demektir. Tevhidin gereği de budur. Bu anlamıyla İslâm; sadece son peygamber olan Hz. Muhammed’in (s.a.s.) getirdiği dinden ibaret değil, bütün peygamberlerin getirdiği bir inanç sistemidir. Bu bakımdan insanlığı temel iman esaslarına davet açısından peygamberlerin tamamının vazifesi aynıdır. Buna göre, bütün peygamberlerin ilk daveti tevhiddir. Çünkü tevhid, Hak yoluna girmenin başlangıcı ve Allah’a inanmanın ilk basamağıdır. Cenâb-ı Hak gönderdiği her peygambere, ümmetini tevhide davet etmesini şöyle emretmiştir: “Senden önce hiçbir resûl göndermedik ki ona: ‘Benden başka ilâh yoktur; şu hâlde bana kulluk edin.’ diye vahyetmiş olmayalım.” (el-Enbiyâ, 21/25).
Peygamberlik, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’le (a.s.) başlamış, Hz. Muhammed (s.a.s.) ile son bulmuştur. Dolayısıyla Allah’ın peygamberler aracılığıyla farklı zamanlarda gönderdiği dinin esası aynıdır ve hepsine “İslâm”, müntesiplerine de ‘‘Müslüman’’ denilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm bunu açıkça ifade etmektedir: “Allah, sizi hem daha önce, hem de bu Kur’ân’da Müslüman diye isimlendirdi.” (el-Hac, 22/78).
“İbrahim, ne Yahudi, ne de Hristiyan idi; fakat o, Allah’ı bir tanıyan dosdoğru Müslüman idi.” (Âl-i İmran, 3/67) âyetinde İbrahim (a.s.) için Müslüman ifadesi kullanılmıştır. Ayrıca “Allah’a, bize indirilene, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakup’a ve torunlarına indirilene, Musa’ya ve İsa’ya verilen ve diğer peygamberlere Rableri tarafından verilene iman ettik. Onlar arasında bir ayrım yapmayız, biz de Müslümanlarız, deyin.” (el-Bakara, 2/136) âyetinde de peygamberlerin mesajının temelde bir ve aynı olduğu ve bunun da İslâm’dan ibaret olduğu ifade edilmiştir. Ancak bugünkü hâliyle Yahudilik ve Hristiyanlık peygamberlere indiği şekliyle muhafaza edilemediği için bu dinlere bu hâliyle İslâm denilemez. Esas itibarıyla hak dinin temel prensiplerinde değişiklik yoktur. Fakat Yüce Allah (c.c.) zaman içinde ibadetlerin şekillerinde ve muamelata dair hükümlerde bazı değişiklikler yapmıştır. Yahudi ve Hristiyanlara gayrimüslim denmesi onların Allah (c.c.) tarafından, İslâm’ın son peygamberi Hz. Muhammed’e ve onunla gönderilen dine inanmamaları sebebiyledir.