Eğitim sistemimiz, “Bilim-Din çatışması” varsayımı ve bu varsayıma dayalı çağdaşlaşma anlayışının ürünüdür. Bu anlayışın tabii bir sonucu olarak, sanayileşme ve gelişme, sadece Batı kültürüne mal edilerek, bir kültür sorunu olarak ele alınmıştır. 1950’li yıllara kadar eğitim sistemimiz, bilim-din çatışması ve kültürel batılılaşma argümanları üzerine oturtulmuştur. 1950’li yıllardan sonra ise, özellikle muhafazakar tabanın Demokrat Partiye yönlendirilmesinin yol açtığı siyasi süreç, ister istemez politika yapanları muhafazakar çizgiye zorlamış, bu da eğitim alanında, söz konusu argümanlarla bağdaşmayan süreçlere yol açmıştır.
1960 ve 71’de, bu süreçleri baltalamaya dönük müdahaleler yaşanmıştır. 1980 Müdahalesi, eğitim sistemimizin ürettiği nesillerin yol açtığı kaos ve anarşi gerekçesine dayandırılmıştır. 28 Şubat süreci ise, “Din terakkiye manidir” ve “kültürel batılılaşma” argümanlarından oluşan ideolojik zihniyetin yeniden hayata geçirilmesi çabasından ibarettir. Kamu gücünü kullanarak, bu argümanların şekil verdiği eğitim anlayışını dayatan zihniyet, muvaffak olabilecek midir? Muvaffak olamayacak ve geri çekilecektir. Çünkü, dayandıkları bu argümanlar yıkılmıştır. Millet yapılan tahribatın farkındadır.
Bilim - Kilise Çatışması
Batı'da modern bilim zihniyetinin oluşmaya başladığı dönemde, kilise ile bilim adamları arasında bir çatışma başladığı, bilim adamlarının aforoz edildiği, Engizisyon mahkemelerinde yargılandıkları tarihsel bir gerçektir.
"Bilimin faydacı ve pratik özelliği ve bilhassa mekanik icatları ile insanın en büyük özlemi olan bedeni refahı artırması"(1) ve bunun Batı toplumunda gözle görülür bir gerçeklik kazanmasıyla modern bilimin tahlil ve muhakeme metotları, bilim adamları ve dolayısıyla da modern bilim zihniyeti toplumsal bir boyut kazanmıştır. İşte, bilimsel zihniyetin yaygınlaşmasını, dini otoritesine bir tehdit olarak algılayan kilise, dini gerekçeler ileri sürerken aslında siyasi amaçlarla bilim adamlarını aforoz etmişlerdir.
Kilisenin bu tavrı, Batı'da Rönesans hareketlerine “dine tepki” hüviyeti kazandırmıştır. Ernest Renan kilisenin bilime karşı tavrına karşı oluşan tepkiyi, bir konferansında "din terakkiye mânidir" sözü ile tüm dinlere genelleştirmiştir. Oysa, Hıristiyanlık dinine ve din adamlarına özgü olan bu tutumu, bütün dinlere genelleştirmek ne derece gerçeğe uygun düşecektir? Batı’da olan gerçekte, bilim-din çatışması değil, bilim-kilise çatışmasıdır.
Din Terakkiye Manidir(!)
1945 yılında yazılan ve İçişleri Bakanlığı Matbuat Umum Müdürlüğü'nce yayınlanan bir tebliğde yer alan: "Biz her ne şekilde ve surette olursa olsun, memleket dahilinde dinî neşriyat yaptırarak dinî bir atmosfer ve gençlik için dinî bir zihniyet vücuda getirilmesine taraftar değiliz."(2) cümlesi, eğitim sistemimizin Batıdaki bilim-kilise çatışmasından etkilendiğini ortaya koyması açısından oldukça çarpıcıdır.
Yine, Talim ve Terbiye Kurulu'nun 05.06.1982 tarih ve 71 sayılı kararı ile basılan ve yayınlanan "Cumhuriyet döneminde Eğitim" isimli kitapta, Tevhid-i Tedrisat Kanunu değerlendirilirken:"Din ve ahlâk dersleri ile ilim ve fen yapılamayacağı artık anlaşılmış ve çağdaş eğitim kabul edilmişti"(3) denilmektedir. Elbette burada kastedilen çağdaş eğitim, dini değerlerden soyutlanmış bir eğitim anlayışıdır.
Sadece bu iki örnek de göstermektedir ki, eğitim sistemimizi şekillendiren zihni yapı, bilimsel değerlerle, dinî değerlerin birbiriyle bağdaşmaz olduğunu temel bir varsayım olarak kabul etmiş ve eğitim kurumlarının bütün programlarını bu varsayıma dayandırmıştır.
Ernest Renan'ın "din terakkiye mânidir" sözü, çağdaşlaşma hareketlerimizin ana fikri haline getirilmiştir. Böylece, eğitim sistemi, bilim zihniyeti ve kendi milli kültürümüz üzerine sistemleştirileceği yerde, "Mademki Batı din yüzünden geri kalmış, sonra da reform yaparak bu uygarlığı elde etmiştir, öyleyse bizim de ilerlememiz için dinde reform yapmamız lazımdır"(4) gibi "millî varlığın büyük ve bereketli kaynağı olan dinimizin ve onunla gelişen millî, kültürel ve tarihî mukaddesatımızın"(5) tahrip ve tasfiyesi anlamına gelen bir değişim süreci başlatılmıştır. Bu değişimin sistematik aracı ise eğitim sistemi olmuştur.
İslam’ın modern ve çağdaş bir kimlik kazanmamıza engel teşkil edeceği gerekçesiyle başlatılan kültürel batılılaşma politikalarına karşı ortaya çıkan kültürel mukavemet, Batı'daki bilimsel gelişmelere karşı ortaya çıkan kilise mukavemetinin aynının bizdeki belirişi olarak değerlendirilmiştir. Gerçekte bu mukavemet, Batı'daki gibi bilim ve teknolojiye karşı bir mukavemet değildir. Aksine, "Milletimiz, hiçbir zaman gerçek uygarlık hamlelerine karşı bir mukavemet göstermemiştir. Onun mukavemeti medeniyet perdesi altında, onun kültürel kimliğine yönelen darbelere olmuştur ki, bu gerçekte sağlıklı bir tepkidir."(6) Çünkü, kendi inanç ve kültürünü inkâr etmesi anlamına gelecek bir değişim önerisi insan tabiatına aykırıdır ve millî ve manevî kültürün her varlık gibi kendini yıkan ve tasfiyeye yönelen bir tehlikeye karşı mukavemet göstermesi de en tabii bir tepkidir. İşte bu tepkinin böyle anlaşılmayıp, bilim ve teknoloji alanındaki yeniliklere karşı bir tepki gibi algılanması da, kültür ve eğitim politikalarında büyük stratejik hatalara yol açmıştır.
Batı'nın dinî ve ahlâkî değerleri tasfiye ederek bugünkü gelişmelere dönüşen bilimsel ve teknik ilerlemeleri sağladığı varsayımı, aydınlarımızda sabit bir fikir haline gelmiştir. Öncelikle, çağdaşlaşma hareketlerimizin ana fikri haline getirilen ve dolayısıyla eğitimimizin muhtevasını büyük ölçüde belirleyen bu varsayım doğru değildir.
"Robert Merton bir eserinde (Social Theory and Social Structure,1951,s.628.), sanayi toplumlarının gelişmesinde prütan aydınların rolünü açıklarken, prütan ahlakın-prütanizma temel olan değer yönelimlerinin bir ideal-tipik ifadesi olarak-bilimin güçlenmesinde önemli bir unsuru teşkil ettiğini vurgulamıştır. Bu örnek bize, (Batı'daki) ahlâkî zihniyet ve değerlerin bilimsel ilerlemedeki tesirini göstermesi bakımından dikkat çekicidir."(7)
Bilinenin aksine, Batı toplumlarında din eğitimden hiçbir zaman dışlanmamıştır. Bilim karşıtlığı, dine değil, kiliseye ve temsilcilerine mal edilmiştir. Batı'da uzun bir dönemi kapsayan devrede, kilisenin bağnaz tutumu ile bilim arasındaki çatışma, giderek "gözlemlenebilen olaylarla, modern bilimsel metotların kavrayamadığı, ancak insan ruhu ile izah edilebilen (ve toplumca dokunulmaz ve tartışılmaz değeri bulunan) inançlar arasında bir ayırım yapılmak suretiyle"(8)sona erdirilmiştir. Böylece, Batı'da belli bir çatışma dönemi müstesna olmak üzere, topluma yeni görünen bilimsel araştırmaların, onun dokunulmaz inançlarına karşı bir tahrip tavrını temsil etmediği kanaati yerleştirilmiştir. İşte bu uzlaşma sayesindedir ki, Batı'da müspet ilimler alabildiğine geliştiği halde, toplumun yücelttiği inançlar hiçbir zaman baskı altına alınmamış, gerçek manada din-vicdan özgürlüğü hayata geçirilmiştir.
İkinci olarak da, sanayi inkılâbı, tekniğin, sınaî üretimin ve ulaştırma imkânlarının gelişmesi ile XVIII. yüzyıldan itibaren Batıda ortaya çıkan değişimi ifade eder. Bu değişimin temelinde, elbette bilim zihniyetinin gelişmesi olduğu kadar, batı kültürünün ahlaki ve sosyal normları da vardır. Bu iki disiplinin etkileşimi ile bu gelişmeler sağlanmıştır.
Ancak, Batı kültürünün, Batı toplumlarında inanç değeri taşıdığından, bu toplumlar için bir disiplin değeri taşıması ve bu anlamda fonksiyonelliği normaldir. Fakat, bizim için de aynı fonksiyonelliğe sahip olduğunu kabul etmek, son derece yanlıştır. Çünkü, inanç değeri bulunmayan bir kültürün teklif ettiği hiçbir gaye, hiçbir disiplin, insan iradesine kendisini bir mükellefiyet olarak empoze edemez. Bu sebeple, her toplumun eğitim sistemi, o toplumun inanç ve kültürünün kalıcı unsurlarını temsil etmediği sürece, başarısız kalmaya mahkumdur.
"Avrupa'nın 12. yüzyılla başlayan ve Rönesans'tan günümüze kadar giderek
hızlanan parlak bilimsel başarılarını azımsanmayacak ölçüde, İslâm döneminin
çalışmalarına borçlu olduğu inkâr edilemez."(9) Gerçekten de "Ortaçağ
Avrupa'sında kilise dininin, hayatın her alanı üzerinde kaba ve sert bir baskısı
vardı. Özellikle bilim alanında rastladığımız taassup, yeni buluşların,
gelişmelerin sürekli karşısına dikilmek suretiyle aklın buluş gücünü
engelliyordu. Oysa, İran'da Cundisapur, Bağdat ve Endülüs'te 756 yılında kurulan
İslâm-Arap(Emevi Devleti)1492 yılına kadar değişen şartlar içinde (Kurtuba Emevi
Halifeliği ile daha sonra Muvahhiddin Devleti ve nihayet Gırnata Beni Ahmer
Devleti), Kurtuba merkez olmak üzere İslâm dünyasının bilimsel gelişmeleri bir
güneş gibi doğmaktadır. Bu yüzden George Sarton Ortaçağı Batı için kullanırken,
İslâm için bunun geçerli olamayacağını açıklamıştır. Bu dönem gerçekten İslâm'ın
aydınlık çağıdır. İslâm, sürekli olarak bilimi destekleyen ilkeler ortaya
koyuyordu. Bu yüzden, Avrupa'da gözlendiği biçimde bilim-din çatışması İslâm
için geçerli değildir. Bilimsel düşünce ve dinî değerler uyumu İslâm'ın bizzat
yapısından kaynaklanmaktadır."(10) Çünkü, İslam’ın, bilimsel gerçeklerle hiçbir
problemi yoktur. Batı’da olduğu gibi, siyasi otoriteyi eline geçiren ruhban bir
sınıfı da yoktur. Bu sebeple de "din terakkiye manidir." sözü İslam için geçerli
değildir. Matbaa örneği ise bayatlamış bir hikayedir. Çünkü, matbaaya karşı
çıkanlar, sadece geçimini el yazmacılığı ile sağlayanlardan ibarettir.
FAYDALANILAN
KAYNAKLAR_________________
(1) Ren'e Guenon, Doğu ve Batı, Çev. Fahrettin Arslan, Yeryüzü Yayınları, İstanbul, 1980, s. 55.
(2)Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Sosyal Hareketlerin Sosyolojisi, Kültür ve Turizm bakanlığı Yayınları No: 858, Kültür Eserleri Dizisi: 106, 1. Baskı, Ankara, 1988 s. 444.
(4)Ziya Uygur, Tarih Boyunca Devrimler, İhtilaller ve Tevrat'a göre Siyonizm, İhya Yayınları, 3. Baskı, İstanbul , s. 118.
(5)A.g.e. s. 141.
(6)Prof. Dr. Mümtaz Turhan, Garplılaşmanın Neresindeyiz, Yağmur Yayınevi, İstanbul 1980, s. 21.
(7)Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Millî Kültür Modernleşme ve İslam, Üçdal Neşriyat, İstanbul 1983, s. 243.
(8)John Nef, Sanayileşmenin Kültür Temelleri, Çev: Prof. Dr. Erol Güngör, Kalem Yayıncılık, İstanbul, 1980, s. 49.
(9) Cemal Yıldırım, Bilim Tarihi, 2. Baskı, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1983, s. 14.
(10)Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Sosyal Hareketlerin Sosyolojisi, Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yayınları No: 858, Kültür Eserleri Dizisi: 106, 1. Baskı, Ankara, 1988
s. 418.
****
*** *** *** *** *** ***
MAKALE YAZARI :
Emekli Askeri Hakim Yusuf
ÇAĞLAYAN
YENİ ASYA GAZETESİ 'NDEN
İKTİBAS EDİLDİ