İSLAM AÇISINDAN DİN ve BİLİM | |
|
Prof. Dr. Osman ESKİCİOĞLU
D.E.Ü. İlahiyat Fakültesi |
Önce Allah vardı; ondan başka hiçbir şey yoktu. Allah Teâlâ murat etti; varlıklar âlemini yarattı. Allah, kâinat ve insanı var edip bunların hepsinin ayrı ayrı kanun ve kurallarını koydu. Zaten kainat ve tabiat demek, üzerlerinde Allah’ın mühür ve imzasını (dizayn-çizim ve tasarımını) taşıyan varlıklar demektir. Çünkü “tabaa” kelimesi, şekil vermek, bir şekil üzere yapmak, basmak ve basım anlamlarına gelir. Allah, canlı ve cansızları yaratmış nizam ve düzeni kurup koymuştur. O, âlemi çift, çift yaratmış; kâinat ile insanı var etmiştir. Kâinatta canlı ve cansızları; insanda ruh ve bedeni; cansızlarda varlık ve tesiri; canlılarda gaye ve iradeyi; ruhta doğruluk ve iyiliği; bedende ise fayda ve ünsiyeti yaratıp koymuştur. Allah, mekânda zamanı var etmiş; maddede enerjiyi tesirli kılmış; nebatta hayatı gaye yapmış; toplulukta şuura irade vermiştir. Allah, ilimde dil ile doğrunun ifadesini; dinde sanat ile iyi ve güzelin yayılmasını; iktisatta teknik ile faydalının yapılmasını; idarede hukuk ile ünsiyetin tesisini gerçekleştirmiştir. İşte bütün bu sebeplerden dolayı hamd sadece Allah’a mahsustur.
Allah Teâlâ, varlıklardan bahsederken her şeyi çift çift
yarattığını açıkladığı ayette söyle buyurmaktadır: “Biz, düşünesiniz diye
her şeyden çift çift yarattık.”
[2] Bundan sonra ilim ile din
konusuna gelecek olursak yine Kuran’a baktığımız zaman dini de ilmi de
Allah’ın koyduğu görülmektedir. Bu hususta ayetlerde söyle denilmektedir.
“Allah Âdem’e bütün isimleri (yani eşyanın adlarını ve ne için
yaratıldıklarını) öğretti.”
[3] Şu halde ilmi ilk öğreten
Allah’tır. “Melekler, ya Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih eder, kemal
sıfatlar ile tavsif ederiz ki, senin bize öğrettiklerinden başka bir
bilgimiz yoktur. Şüphesiz alim ve hakim olan ancak sensin, dediler.”
[4] Öyleyse meleklere de ilim
öğretip bilgi veren Allah’tır. “Eğer sen, sana ilim geldikten sonra
onların hevalarına-arzularına-heveslerine uyarsan, iste o zaman sen
zalimlerden olursun.”
[5] “Eğer siz doğru iseniz bana
bir ilim ile haber veriniz.”
[6] “Bilgisizce insanları
saptırmak için Allah’a iftira eden kişiden daha zalim kim vardır?”
[7] “Her bir ilim sahibinin üstünde bir bilen vardır.”
[8] “Size ilimden az bir şey verilmiştir.”
[9] İlim hakkında Kuran’da daha birçok ayet ve açıklamalar vardır. Biz ancak bunları aldık.
İlimden sonra simdi dine gelecek olursak, bu konuda da Kuran’a
baktığımız zaman din hakkında da bir takım açıklamalar getirdiğini
görürüz. Din Allah’ındır ve dini o koymuştur. Bu hususta “Göklerde ve
yerde ne varsa Allah’ındır, din de devamlı olarak O'nundur.”
[10] “Hiç şüphesiz Allah sizin için dini seçip koymuştur.”
[11], buyrulmaktadır. “Allah’ın yanında din İslam’dır.”
[12] “İnsanlar Allah’ın dininden
başkasını mı arıyorlar? Hâlbuki göklerde ve yerde olanlar ister istemez
Allah’ın emir ve kanunlarına teslim olmuşlardır.”
[13], denilmektedir.
İnsanlar dine, Allah’ın emirlerine kendi iradeleriyle uydukları
halde Allah, duman halinde olan göğe ve yere itaat ederek veya zorla gelin
buyurduğu zaman onlar “İtaat ederek geldik”, dediler. Şu halde insanlar
irade sahibi olmaları dolayısıyla itaat veya isyan edebildikleri halde yer
ve göklerde ise itaat etmek ve uymak vardır. O sebeple hayvan, bitki ve
cansız varlıklar, Allah’ın kendileri için koymuş oldukları kanun ve
kuralların dışına çıkmazlar ve çıkamazlar. İnsanlar ise dinlerine kendi
istek ve arzuları ile uyarlar. Onun için ayette “Dinde zorlama yoktur.
Çünkü doğruluk, sapıklıktan ayrılmıştır. Artik kim tağutu (Allah’tan başka
kendisine boyun eğilen şahıs, kuruluş veya putları) inkâr edip Allah’a
iman ederse, o, kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve
bilir.”
[14],
buyrulmuştur.
Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar gelen bütün dinler haktir ve
İslam’dır; o sebeple Kuran’da “Din Allah katında İslam’dır”,
buyrulmaktadır.
[15]
Ancak kim olursa olsun, yanlıştan döner, tahrif edilmiş dinini
bırakır ve tövbe eder, namaz kılar ve zekât verirse onlar, bizim din
kardeşlerimizdirler.
[16]
İslam dini son din olması dolayısıyla dinlerin en tekâmül etmiş bir
seklidir. Ayette bu konuda söyle buyrulmuştur. “Bugün size dininizi kemale
erdirdim ve üzerinize nimetimi tamamladım. Din olarak sizin için İslam’ı
beğenip seçtim.[17]
Böylece insan için bir dini alan ve bir de bilimsel alan olmak
üzere iki ortam ve şartlar bulunduğu anlaşılmaktadır. Bundan başka varlığı
bilinen iki âlem daha vardır ki, bunlar gayb ve şehadet âlemi, yani insan
için görünen ve görünmeyen, bilinen ve bilinmeyen âlem olarak
niteleyebileceğimiz iki alandan ibarettir. Şimdi din ve bilim üzerinde
biraz durup sonra ledünni ilmin alenî olan gayb âleminden ve şehadet
âleminden bahsedelim. Din ile bilim tüm insanlığa kurallar getiren ve kanunlar sunan iki kurumdur. Onun için hem din, hem de bilim insanlığın ortak malıdır, dediğimiz zaman bir gerçeği ifade etmiş oluruz. Yani din ile bilim evrenseldir, küreseldir. Bölgesel olan ve yöresel olan ise bunların anlaşılmaları, yorumları ve uygulamaya konulmalarıdır. Din olsun bilim olsun, zaman ve zemine göre yorum farklılıkları gösterebilir. İşte teknoloji, bilimin uygulaması, diyanet de dinin uygulaması olduğuna göre, yeryüzünde teknolojik ve diyanet açısından gördüğümüz farklılıklar bu yorum farkından, değişik ortam ve değişik şartların bulunmasından ve bu şartların yönlendirip zorlamalarından kaynaklanmaktadır. Bu bakımdan din ile bilim, sanki yeryüzünün bir ucundan diğer ucuna akan bir nehire benzer. Zira nehirler ve ırmaklar, her ne kadar burada akan su olsa da görüntü olarak yer yer farklılıklar gösterir; bazı yerde daralır bazı yerde genişler, kimi yerde derin, kimi yerde ise sığ olurlar. Zaten din ile bilim, insan hayatını fonksiyonel olarak birlikte meydana getirirler; insan hayatı din ile bilimin bir bileşimidir. Yani insan hayatında din kadar bilim, bilim kadar da din vardır. Çünkü hayat, din ile bilimin bir bileşkesinden ibarettir. O yüzden insan, din ile bilimin kesiştiği noktadan gecen düzlemde yasayan bir varlıktır, diye tarif edilmelidir. Hem bu hayat, fizikteki karışıma değil, kimyadaki bileşime benzediğinden bu bileşim, ölçü ve miktarlara uygun olmazsa, yabancı madde ve katkılar bulunur ya da bazı aşrılıklar olursa bünyede doku uyuşmazlığı meydana gelir ve organizma bundan zarar görür. Bugün her yerde ve her ülkede görmüş ve görmekte olduğumuz iç ve dış kavga ve kargaşaların, atışma ve çatışmaların sebebi bizce budur. İnsanlardaki stres, sıkıntı ve ruhi bunalımların, ailedeki çözülme, bozulma ve boşanmaların, ekonomi ve siyasetteki kriz ve buhranların sebebi budur. Çünkü insanlık, bir taraftan her ne kadar bilim açısından teknolojik bir birlik ve bütünlüğe ulaşmış ise de diğer taraftan din açısından kültürel bir birlik ve beraberliğe, ortak noktalara, icma ve ittifaklara ulaşamamıştır. Tam aksine zıtlıklar, çelişkiler, uzlaşması mümkün olmayan farklılıklar ve çatışmalar vardır. Halbuki toplum hayatında bireylerin birlikte yaşarken aralarında uyup uyguladıkları ortak noktaların, ortak hareket ve davranışların bulunması gerekir. İcma ve ittifaklar sadece düşünce, bilim ve fikirde değil, insanların hareket ve davranışlarında da olmalıdır. Bu iki kuruma, din ile bilime başka bir açıdan baktığımız zaman bunların merdiven basamakları gibi birbirine dayandığını, aralarında bir boşluk ve atlama olmadığını, yani sonraki bilgilerin de önceki bilgilere dayandığını, daha sonra gelen dinlerin de daha önce gelen dinlerin gelişmiş bir şekli olduğunu görürüz. Bilimde tekerleğin icadından otomobile ve uçağa kadar her şeyin ve her aracın bulunmasında geçmiş bütün zamanların ve her çağın kendine göre bir katkısı vardır. Onun için geçmişteki bilim kuralları olmasaydı sanayi devrimi olmazdı ve bugünkü batı medeniyeti doğmazdı, diyebiliriz. O sebeple bugünkü bilim ve teknolojinin patenti sadece batılılara ait bir şey değildir, kimse bu benimdir de diyemez ve bugünkü bilimi kendi mülkiyeti altına alıp sahiplenemez. Bilim ne doğu ve ne de batınındır; bilim tüm insanlığın ortak bir malı olup ondan herkesin faydalanma hakkı vardır. Bilim saklanmaz, bir mal gibi para ile de alınıp satılmaz.
Dünden bugüne gelmiş olan dinler de yöreden küreye, bölgesellikten
küreselliğe doğru bir gelişme göstermişlerdir. Mesela İslam kendinden
önce gelmiş olan dinlerin tekamül etmiş bir şeklidir. Önceki dinler
yöresel iken İslam kürseldir, önceki dinler bölgesel iken İslam
evrenseldir. Önceki dinler bireylere, peygamberlere, havarilere ve din
adamlarına dayanırken İslam Hz. Peygamber ile geldikten sonra ve onun
dar-i bekaya göçmesinden sonra bireylere değil, ruhbanlık kalktığı için
tüm topluma dayanır hale gelmiş, dini temsil eden kurum ve otorite
kaldırılmış ve herkes bütün toplum bu dine mensup olan tüm bireyler
kadın erkek demeden dini temsil eder hale gelmiştir. Bu sebeple ayette
„Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim ve nimetimi size tamamladım“
buyrulmuştur.
[18] Ayrıca Hz. Pegamber de tüm
insanlığa gelmiş evrensel bir peygamberdir. Bütün Peygamberler şu veya bu
kavme şu veya bu millete geldikleri halde Hz Muhammed tüm insanlığa
peygamber olarak gönderilmiştir. Allah bu konuda ona şöyle emir
vermektedir: „Ey insanlar, de, ben Allah’ın sizin hepinize birden
gönderdiği bir elçisiyim.“
[19]
Bu açıklamalardan sonra bilimi şöyle tarif edebiliriz. Bilim
deney, gözlem, tecrübe ve laboratuar metotlarını kullanarak bize varlıklar
hakkında bilgi veren bir kurumdur. Biz dünyanın güneş etrafinda döndüğünü
bilimden öğreniyoruz. Yerküresinin kendi ekseni etrafinda bir defa
dönmesiyle gece gündüz meydana gelir. Dünya güneş etrafinda dönerken
ekseninin 23 derece eğik olması sebebiyle de mevsimler meydana gelir. Su,
havanın soğuk ve sıcak olması dolayısıyla katı, sıvı ve gaz hallerinde
bulunur. Çimlenme ısı ışık ve nem sayesinde olur. İşte bütün bunları biz
bilim yardımıyla öğreniyoruz. Bilim, duyu vasıtalarımızla, deney ve gözlemlerle elde edildiği için birtakim özellikler taşır. Onun için bilgilerimiz izafidir, nispidir, takribidir ve ihtimalidir. İlim izafi olması dolayısıyla farklılıklar gösterebilir. Mesela bir kimse sobaya üstten bakarsa onu daire şeklinde görür, yandan bakan kimse ise onu silindir şeklinde görür. Bilim nispidir; kişi olayları kendi varsayımları ile ve kendi
imkanları nispetinde algılayıp anlar. Mesela gözleri görmeyen bir kimse
için yeşil ve kırmızı yani renk yoktur, denilebilir. Böylece biz
gerçekleri kendi organlarımızın, araç ve vasıtalarımızın müsadesi
nispetinde algılayıp bilebiliriz.
Bilim takribidir; yani biz varlıkları parça parça veya dış
görünüşleri ile anlayıp kavrayabiliriz. Yoksa onların tümünü kavramamız
mümkün değildir. Bizim varlıklardan algıladığımız şey varlığın kendisi
değil, ondan gelen dalgalardır ve bu dalgalar da arızalıdır. O halde biz
bildiklerimizi kesin bir şekilde değil, yaklaşık olarak bilebiliriz.
Bilginin bir başka özelliği de onun ihtimali olmasıdır. Mesela
bizim olmasını istediğimiz bir şeyin olmama ihtimali de vardır. Bunu şu
misal ile daha güzel açıklayabiliriz. Mesela havada bulutlar varsa büyük
bir ihtimal ile yağmur yağar, yağmurun yağma ihtimali vardır. Fakat bu
bulutların dağılıp yağmurun yağmama ihtimali de vardır.
İşte bütün bu saydığımız özelliklerden ve verdiğimiz örneklerden
anlaşılıyor ki, ilim ya da bilim bize yalnız başına istediğimiz oranda bir
fayda sağlayamamaktadır. Bu sebeple biz, bilimin insan açısından bakıldığı
zaman dine muhtaç olduğunu iddia ediyoruz. Cünkü aslinda bilim de din de
insan içindir. Zira bunların her ikisi de fonksiyonel olarak birleşip
bütünleştiği zaman istenilen yerine gelmiş ve gerçek fayda sağlanmış olur.
Yoksa bilim ile din hep insanlar için olmasaydı, bitkiler fotosentezi
anlarlar ve su da neden katı ,sıvı ve gaz halinde bulunduğunu anlardı.
Halbuki böyle bir şey yoktur. Ne bitkilerin aklı ve sorumluluğu vardır, ne
de suyun.
İslam anlayışında bir de gayb ve şehadet alemi, madde ve ruh alemi,
bilinen ve bilinmeyen alem diyebileceğimiz iki alem vardir.
Kuran-i Kerim’de “sana ruhtan soruyorlar. De ki, Ruh Rabbimin
emrindendir. Size ilimden pek az bir şey verilmiştir.” buyrulmaktadır.[20] Aslında burada ruhun duyular
aleminin dışında olduğu, o sebeple ruhun künhüne erilemeyeceği ifade
edilirken ilimden az bir şey verildiği buyrulmakla bilgilerimizin cüzi
olduğuna, külli bir bilgiye sahip olmadığımız dile getirilmektedir. Kehf suresinde Hz. Musa ile Salih kişi veya Hızır denilen zatin -bizce bir melek olan bu kişinin, arasında gecen olaylar şöyle açıklanmaktadır: Musa ona: "Allah'ın sana öğrettiği ilim ve hikmetten bana da öğretmen için sana tabi olabilir miyim?" dedi. (Hızır) dedi ki: "Doğrusu sen benimle asla sabredemezsin. "İçyüzünü-künhünü kavrayamadığın şeye nasıl sabredeceksin?" Musa: "İnşallah beni sabırlı bulacaksın ve senin hiçbir işine karşı gelmeyeceğim" dedi. (Hızır) dedi ki: "O halde bana tabi olacaksın; ben sana sırrını anlatmadıkça, hiçbir şey hakkında bana soru sorma!" Bunun üzerine ikisi beraber yürüdüler. Nihayet gemiye bindikleri zaman, o kul (Hızır) gemiyi deldi. Musa, ona şöyle dedi: "Geminin içindekileri boğmak için mi deldin? Doğrusu çok kötü bir iş yaptın."(Hızır:) "Sen benimle asla sabredemezsin, demedim mi?" dedi. Musa dedi ki: "Unuttuğum şeyden dolayı beni suçlama ve bu işimden dolayı bana bir güçlük çıkarma."
Yine gittiler. Nihayet bir erkek çocuğa rastladıklarında Hızır
hemen onu öldürdü. Musa: "Kısas olmadan masum bir cana nasıl kıyarsın?
Doğrusu sen çok fena bir şey yaptın" dedi. Hızır dedi ki:
"Doğrusu sen benimle asla sabredemezsin demedim mi sana?" (Musa) dedi ki: "Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam bana
arkadaş olma! Hakikaten benim tarafımdan ileri sürülebilecek son mazerete
ulaştın.
Bunun üzerine yine yürüdüler. Nihayet bir köy halkına varıp
onlardan yemek istediler. Ancak köy halkı onları misafir etmekten
kaçındılar. Derken orada yıkılmak üzere olan bir duvar buldular. Hızır
hemen onu doğrulttu. Musa: "İsteseydin elbet buna karşı bir ücret alırdın"
dedi. Hızır dedi ki: "İşte bu, seninle benim aramızın
ayrılmasıdır. Şimdi sana o sabredemediğin şeylerin içyüzünü haber
vereceğim."
"Gemi, denizde çalışan bir kaç yoksula aitti. Onu kusurlu kılmak
istedim, çünkü onların ilerisinde her sağlam gemiye zorla el koyan bir
hükümdar vardı." "Oğlana gelince, onun ana-babası mümin
kimselerdi. Çocuğun onları azgınlık ve inkâra sürüklemesinden korktuk." "İstedik ki Rabbleri onun yerine kendilerine ondan temizlikçe
daha hayırlı ve daha çok merhamet eden birini versin."
"Duvar ise, o şehirde iki yetim oğlana ait idi. Duvarın altında onların
bir hazinesi vardı. Babaları da iyi bir kimse idi. Onun için Rabbin istedi
ki o iki çocuk erginlik çağlarına ersinler ve Rabbinden bir rahmet olarak
hazinelerini çıkarsınlar. Ve ben bunların hiçbirini kendiliğimden
yapmadım. İşte senin sabredemediğin şeylerin içyüzleri budur.“[21]
İste bu ayetlerde bildirildiği üzere Hızır denilen kişinin
yaptıkları isler bilim dışı olaylardır. Bunlar insan havsalasının
almayacağı, duyular ötesinde olan farklı bir boyut ve farklı bir dünyanın
isleri olup bir Peygamber olan Hz Musa bile bunları bilip anlamaktan
uzaktır. Bir peygamberin ilmi buna yetmediğine göre hiçbir insanin ledünni
ilme sahip olduğunu bildirmesi ve perde ötesinden konuşması, haber
vermesi, gayb âlemi ile irtibatta olduğunu söylemesi olamaz. Olsa bile
hiçbir değer taşımaz ve bunların hiçbir değeri yoktur. Çünkü bir
peygamberin ulaşamadığı manevi alana hiçbir veli uzanamaz. Zira mekânla
muttasıf olan insanın mekânın dışına ve fizik ötesine uzanması mümkün
değildir.
İlim kelimesinin Türkçedeki karşılığı bilimdir. İlim, alamet ve
âlem kökünden gelen bir kelimedir. Onun için ilim, varlığın, olayların
hareket ve davranışların kural ve kanunlarına işaret edip
bildirir.
Dine gelince, din kelimesi de “deyn” kökünden gelen bir kelimedir.
Deyn ise Arapçada borç ve borçlanma demektir. İste terim olarak din,
insanların Allah’a karsı vazifelerini, insanlara, hayvanlara ve bitkilere
karsı vazifelerini ve bu hususta uyacakları kanun ve kuralları bildiren
bir kurumdur. Seyyid Şerif Cürcani Tarifat adli eserinde Molla Husrev de
Mirat adli Usul-ü fıkıh kitabında dini söyle tarif ediyorlar. Din, akil
sahibi insanları kendi özgür iradeleri ile bizzat hayırlı ve faydalı olan
şeylere götüren Allah tarafından konulmuş olan kanun ve kurallardır.
Bu tariften anlaşıldığına göre dinin ilimden farklı olarak insanin
kendi iradesiyle işleyip meydana getirdiği olaylar olduğunu
söyleyebiliriz. Yani insanın iradesiyle yaptığı her hareket dinidir ve
öbür dünyada bundan sorumludur. Burada bir örnek vermek gerekirse hem
bilimsel ve hem de dinsel olaylara şöyle bir açıklama getirebiliriz.
Mesela insan yemek yemediği zaman acıkır, hava soğuk olduğu zaman üşür, su
içmediği zaman susar ve insanin midesi, kalbi ve böbrekleri çalışır.
Bunlar hep irade dışı oldukları için bilimsel olaylardır. Yani acıkmak,
üşümek ve susamak, iç organlarımızın faaliyetleri hep ilmidir. Bunlarda
sevap veya günah anlayışı olamaz. Fakat yemek, içmek, giymek, konuşmak,
dinlemek, çalışmak, seçmek, seçilmek, bir kamu görevi yapmak, alıp satmak,
evlenmek. .. hep dinidir; yani insanin iradesiyle yapmış olduğu tüm
hareket ve davranışlar dini olaylardır. Bunlarda sevap günah, haram ve
helal, serbest ve yasak hükümleri cereyan eder. Mesela namazı terk etmek
günahtır, zekât yani vergi vermemek yasaktır. Adam öldürmek hem haram ve
hem de yasaktır.
Yukarıda ilim için saydığımız izafi, nispi, takribi ve ihtimali
vasıflarının bazıları dini hükümler için de geçerli olabilir. Mesela
herkes kendi gücü nispetinde amel eder. Çünkü ayette belirtildiği üzere
Allah, herkese ancak gücü nispetinde bir sorumluluk yükler.[22]
İlmin bilgi vasıtaları duyular, deney, gözlem ve laboratuar gibi
araçlar iken dinin bilgi vasıtaları ise yani deliller, Kitap Sünnet, İcma
ve Kıyastır. Bu dini hükümler, delil dediğimiz kaynaklardan acık ve kapalı
olarak elde edilirler. Bu bakımdan 8 çeşit bilgi türü ortaya çıkmaktadır.
Bunlar en açığından en kapalısına doğru söyle sıralanırlar. Muhkem,
müfesser, nas, zahir, hafi, müşkil, mücmel ve müteşabih. Bunların her
birinin ayrı ayrı hükümleri vardır. Sokrat’ın ortaya koyduğu
dedüksiyon-tümden gelim metodunda sadece kesin bilgiler ise yararken Ebu
Hanife’nin bilgi teorisinde yani fıkıh kıyasında yani endüksiyon-tüme
varım metodunda ise zayıf-zanni bilgiler dahi yürürlüğe konulmuştur.
Böylece Ebu Hanife’nin epistemoloji anlayışında 8 çeşit bilgi ve hüküm
olduğu anlaşılmaktadır.
Netice olarak sunu söyleyebiliriz ki, bilim ile din bize bilgi
sunan iki kaynaktır. Bu her iki alanın usul ve metotları birbirinden
farklı olmakla beraber bunlar birbirinden faydalanabilirler. Fen bilimleri
bilim alanında yerini alırken, sosyal bilimler ise İslam açısından dini
alana mensupturlar. Çünkü aileyi, toplumu ve devleti koyan
Allah’tır. Bunlara başka bir açıdan bakarsak fen bilimlerinde terim tarif ve tasniflerin zamanla pek aşınmadığını ve değişmediğini söyleyebiliriz. Fakat sosyal bilimlerdeki terim, tarif ve tasniflerin bugün eskimiş ve fonksiyonunu yitirmiş olduklarını ve hatta zararlı olmaya başladıklarını bile söyleyebiliriz. Onun için biz tüm Müslümanları bunları yenileme hususunda çalışmaya davet ediyoruz. Artık bugün bireyin, ailenin, toplumun, ferdin ve devletin yeniden tarif edilmesi gerekiyor. Çünkü çekirdek aile anlayışı aileyi temelinden sarsmış ve onu yıkılmaya ve çökmeye sürüklemiş ve sürüklemektedir.
[1] Bu metin Almanya Duisburg
Universitesinde 9 Temmuz 2010 tarihinde, Cuma günü, Saat:19.00-21.00
saatleri arasında konferans olarak verilmistir.
[2] Zariyat 51/ 49
[3] Bakara 2/ 31
[4] Bakara 2/ 32
[5] Bakara 2/ 145
[6] Enam 6/ 143
[7] Enam 6/ 144
[8] Yusuf 12/ 76
[9] Yusuf 12/ 76
[10] Nahl 16/ 52
[11] Bakara 2/ 132
[12] Al-i Imran 3/ 19
[13] Al-i Imran 3/ 83
[14] Bakara 2/ 256
[15] Al-i Imran 3/ 19
[16] Tevbe 9/ 11
[17] Maide 5/ 3
[18] Maide 5/
3
[19] Araf 7/
158
[20] Isra 17/ 85
[21] Kehf 18/
65-82
[22] Bakara 2/ 286 * YAZARIN DİĞER MAKALELERİNE :
ENFAL.DE
SİTESİNDEN ULAŞABİLİRSİNİZ. |
|
***** |