Abdülhakim ALTUNTOP -- İSLAM ve BİLİM
İNSAN ve MEDENİYET

     Yeni bir insan kimliği oluşturmak çağın ihtiyacı olarak görünüyor. Bütün toplumlar, kendi insanına yeni ve yeterli bir kimlik kazandırmanın yoğun çabası içindedir. Yirminci asrın ekonomik, siyasî ve sosyal alanda davet ettiği problemler, insan konusunda yeni arayışların kaynağını oluşturuyor. Çünkü, geçtiğimiz asır her alanda insanı ezdi ve araç haline getirdi. Halbuki insanın araç olmaktan çok, amaç alınması gereken bir mahiyeti var. Gerçekten, tabiata ve hayata önyargısız bir nazarla baktığımız zaman, her şeyin insan için varolduğu, insanın her şeyin merkezinde ve yönetiminde bulunduğu bir realite olarak karşımıza çıkıyor. Bu realite, çağdaşlaşma ve medenileşme çabaları ile yakından ilgili olmak zorundadır. Yani, çağımızın uygarlık çabaları insan gerçeğini göz ardı etmeden yürütülmeye muhtaçtır. Bu açıdan bakıldığında insan ile medenî hayat arasında zorunlu bir bağ bulunuyor. İnsan ve medeniyet kavramları arasında ilginin niteliğini Bediüzzaman’ın su ifadelerinde görmek mümkündür: “Medeniyet, insanın terakki ve tekemmülüne ve mahiyet-i nev’iyesinin kuvveden fiile çıkmasına hizmet” etmelidir. Başka bir ifadesinde “medeniyet umumun malıdır” diyerek ona evrensel bir anlam ve misyon yükleyen Bediüzzaman, uygarlığı, insanın maddî ve manevî alanda yücelmesi ile sorumlu görmekte, insanın gerçek kimliğinin medeniyet ile ortaya konabileceğini dikkate vermektedir.
   Çağımızda bir yanda insanin maddî araç konumuna indirgenmesi, diğer yanda da bunu kabullenmeyen insanın bütüncül mahiyet ve realitesi, uygarlığın evrensel anlamı ile çelişmekle kalmıyor, kimlik çatışmasını da beraberinde getiriyor.
   Yirminci asrın insanı, hayatın merkezindeki konumundan uzaklaştırıldığı ve insanî niteliklerinden soyutlandığı ölçüde çözemeyeceği problemlerle baş başa kaldı. Hayatın ağır yükü altında âdeta ezildi. İnsan ruhunu ihmal ve duygularını inkâr niteliği taşıyan bu anlayış, çok geçmeden hem fizikî alanda, hem de manevî alanda olumsuz sonuçlarını vermekte gecikmedi. Emeğin istismarından, baskı altında yönetilmeye, inançların horlanmasından salgın hastalıklara kadar her türlü olumsuzluk, geçtiğimiz asır insanıyla özdeşleşen olgular olarak gündemimize girdi.
        Yeni bir asra girildiğine göre, zaman biriminin yeni olması acaba bu problemlerin geride kaldığı anlamına gelecek midir? Şüphesiz ki, hayır. Çağdaş uygarlık adına insanın mahiyetine, kabiliyet ve istidadına uygun yöneliş ve eğilimler geliştirilemezse, aynı olumsuzluk ve mutsuzlukların artan bir hızla devamı kaçınılmazdır.
        İnsanı anlama ve tanıma amacının evrensel boyutuyla gündemimizde yerini alması bugün bütün toplumların ortak kaygısı olması gerekiyor. Ferdî öne çıkarma ve insan hakları gibi kavramların ısrarla seslendirilmesine bakılırsa, bu kaygı dünya ölçeğinde paylaşılıyor. Fakat, insanı, gerçek “insaniyet” konumuna getirici çabaların yeterli düzeyde olduğu, yine de söylenemez. İnsanın eğitim ve gelir seviyesinin yeterli olması medeniliğin ön şartıdır. Eğitim seviyesi yüksek, millî gelir şartları iyi olan toplumların insana gereken önemi verdiği söylenebilir. Maddî şartların iyileştirilmesi, işin ihmal edilemeyecek yönüdür. Fakat, bir o kadar ve belki daha önemlisi, “insanın mahiyet-i neviyyesinin kuvveden fiile çıkarılması”dır. Başka bir ifade ile insanlık seciye ve meziyetlerinin hayata geçirilmesidir. Erdem ve ahlak değerlerinin insana kazandırılmasıdır. Günümüzde medeniyetin aksayan ayağı, tekleyen yönü ne yazık ki, bu konudaki eksikliklerdir. İnsan kalitesini artırma ve ona fıtratına uygun bir cereyan verme anlayışı, artık günümüzde ilginin ötesinde saygı gören bir tutum olması gerekiyor. Toplumlar ve bilhassa yönetimler, insana verdiği değerle ölçülür hale gelecektir. Bunun içindir ki, insana değer verme, haklarına saygı göstermede ortak ve evrensel bir irade oluşmaktadır. Fakat bu iradenin gereklerini yapma konusunda ortak ve artan çabaya büyük ihtiyaç vardır.
        Dünyanın genel gidisi üzerindeki bu olumlu yaklaşımları gölgeleyen tabloların küçümsenemeyecek boyutlarda olduğu da ayrı bir gerçektir. Bugünün dünyasında günlük 1 dolarlık asgari ve zaruri tüketim maddelerini bulamayan bu yüzden açlık ve sefalet sınırlarında yasayan yüz milyonlarca insan var. İnsan hayatının hiçe sayıldığı, can güvenliğinin bulunmadığı köşeler hiç de az değil. Bütün uluslararası çabalara ve ortak iradeye rağmen siyasi görüş ve inançları sebebiyle horlanan insanların sayısı görmezden gelinemeyecek boyutlardadır. Bu konularda insanlığa, hukuka ve ahlâka aykırılıkları denetlemeye uluslararası iradenin gücü, yeterince yetmiyor.
      Önümüzde insanın maddî ve manevî kişiliğinin korunması ve geliştirilmesi konusunda ciddi bir sorumluluk vardır. İnsan hayatını ihmal ve istismar eden tutumların devamına meydan vermeme çabasını içtenlikle göstermek durumundayız. Bunun için ilk ihtiyaç, insan sevgi ve saygısı ile süslenmiş ahlâkî erdemdir. Çağdaş medeniyetin ayıp ve zaaflarından kurtularak bu sahada kendisini kanıtlaması zamanıdır. Siyasî kültür ve hukukî normlar böyle bir erdem üzerine temellenirse, gündemdeki pürüzleri asmak ve insaniyete lâyik bir hayat kurmak mümkün olabilir. Bu gerçeği görmeyen ve kabullenmeyen yaklaşımlar yüzeysel ve şekilci kalacaktır ve çözüm de üretemeyecektir.
      Bunun içindir ki, medeniyeti insan sevgisi ve saygısı üzerine yapılandırmak bir görevdir. Bediüzzaman Said Nursi, yaklaşık bir asır önce, 1900’lü yılların balinada “Medeniyet hubb-u insaniyeti ister” diyerek, çağdaş medeniyetin insan sevgi ve saygısı üzerine kurulması gerektiğini vurgulamıştı. Ne var ki, 20. asır bunun gereğini yapamadı. Sevgiden ziyade husumeti besledi. Başta savaşlar olmak üzere ekonomik ve siyasî üstünlük arayışları makro ve mikro alanda insanlığı derinden derine taciz etti. İnsaniyet damarları tıkalı böyle bir medeniyet, “uygarlık” diye isim değiştirerek geçen asrin yeni çağa mirası olmamalıdır.
   
             *  Makale : Sefa MÜRSEL
  *  YUKARIDAKİ YAZILAR ZAFER DERGİSİ’NDEN ALINMIŞDIR.
       
         

TelePhone & WhatsApp :

*****

E-Mail :

altuntopnet@gmail.com

Adress :

BUCA / İZMİR