Yeni bir insan kimliği oluşturmak
çağın ihtiyacı olarak görünüyor. Bütün toplumlar, kendi insanına
yeni ve yeterli bir kimlik kazandırmanın yoğun çabası içindedir.
Yirminci asrın ekonomik, siyasî ve sosyal alanda davet ettiği
problemler, insan konusunda yeni arayışların kaynağını
oluşturuyor. Çünkü, geçtiğimiz asır
her alanda insanı ezdi ve araç haline getirdi. Halbuki insanın
araç olmaktan çok, amaç alınması gereken bir mahiyeti var.
Gerçekten, tabiata ve hayata önyargısız bir nazarla baktığımız
zaman, her şeyin insan için varolduğu, insanın her şeyin
merkezinde ve yönetiminde bulunduğu bir realite olarak karşımıza
çıkıyor. Bu realite, çağdaşlaşma ve medenileşme çabaları ile
yakından ilgili olmak zorundadır. Yani, çağımızın uygarlık
çabaları insan gerçeğini göz ardı etmeden yürütülmeye muhtaçtır.
Bu açıdan bakıldığında insan ile medenî hayat arasında zorunlu
bir bağ bulunuyor. İnsan ve medeniyet kavramları arasında
ilginin niteliğini
Bediüzzaman’ın su
ifadelerinde görmek mümkündür: “Medeniyet, insanın terakki ve
tekemmülüne ve mahiyet-i
nev’iyesinin
kuvveden fiile çıkmasına hizmet” etmelidir. Başka bir ifadesinde
“medeniyet umumun malıdır” diyerek ona evrensel bir anlam ve
misyon yükleyen
Bediüzzaman,
uygarlığı, insanın maddî ve manevî alanda yücelmesi ile sorumlu
görmekte, insanın gerçek kimliğinin medeniyet ile ortaya
konabileceğini dikkate vermektedir.
Çağımızda bir yanda insanin maddî
araç konumuna indirgenmesi, diğer yanda da bunu kabullenmeyen
insanın bütüncül mahiyet ve realitesi, uygarlığın evrensel
anlamı ile çelişmekle kalmıyor, kimlik çatışmasını da
beraberinde getiriyor.
Yirminci asrın
insanı, hayatın merkezindeki konumundan uzaklaştırıldığı ve
insanî niteliklerinden soyutlandığı ölçüde çözemeyeceği
problemlerle baş başa kaldı. Hayatın ağır yükü altında âdeta
ezildi. İnsan ruhunu ihmal ve duygularını inkâr niteliği taşıyan
bu anlayış, çok
geçmeden hem fizikî
alanda, hem de manevî alanda olumsuz sonuçlarını vermekte
gecikmedi. Emeğin istismarından, baskı altında yönetilmeye,
inançların horlanmasından salgın hastalıklara kadar her türlü
olumsuzluk,
geçtiğimiz asır
insanıyla özdeşleşen olgular olarak gündemimize girdi.
Yeni bir asra girildiğine göre,
zaman biriminin yeni olması acaba bu problemlerin geride kaldığı
anlamına gelecek midir? Şüphesiz ki, hayır. Çağdaş uygarlık
adına insanın mahiyetine, kabiliyet ve istidadına uygun yöneliş
ve eğilimler geliştirilemezse, aynı olumsuzluk ve mutsuzlukların
artan bir hızla devamı kaçınılmazdır.
İnsanı anlama ve tanıma amacının
evrensel boyutuyla gündemimizde yerini alması bugün bütün
toplumların ortak kaygısı olması gerekiyor. Ferdî öne çıkarma ve
insan hakları gibi kavramların ısrarla seslendirilmesine
bakılırsa, bu kaygı dünya ölçeğinde paylaşılıyor. Fakat, insanı,
gerçek “insaniyet” konumuna getirici çabaların yeterli düzeyde
olduğu, yine de söylenemez. İnsanın eğitim ve gelir seviyesinin
yeterli olması medeniliğin ön şartıdır. Eğitim seviyesi yüksek,
millî gelir şartları iyi olan toplumların insana gereken önemi
verdiği söylenebilir. Maddî şartların iyileştirilmesi, işin
ihmal edilemeyecek yönüdür. Fakat, bir o kadar ve belki daha
önemlisi, “insanın mahiyet-i
neviyyesinin
kuvveden fiile
çıkarılması”dır.
Başka bir ifade ile insanlık seciye ve meziyetlerinin hayata
geçirilmesidir. Erdem ve ahlak değerlerinin insana
kazandırılmasıdır. Günümüzde medeniyetin aksayan ayağı, tekleyen
yönü ne yazık ki, bu konudaki eksikliklerdir. İnsan kalitesini
artırma ve ona fıtratına uygun bir cereyan verme anlayışı, artık
günümüzde ilginin ötesinde saygı gören bir tutum olması
gerekiyor. Toplumlar ve bilhassa yönetimler, insana verdiği
değerle ölçülür hale gelecektir. Bunun içindir ki, insana değer
verme, haklarına saygı göstermede ortak ve evrensel bir irade
oluşmaktadır. Fakat bu iradenin gereklerini yapma konusunda
ortak ve artan çabaya büyük ihtiyaç vardır.
Dünyanın genel gidisi üzerindeki
bu olumlu yaklaşımları gölgeleyen tabloların küçümsenemeyecek
boyutlarda olduğu da ayrı bir gerçektir. Bugünün dünyasında
günlük 1 dolarlık asgari ve zaruri tüketim maddelerini bulamayan
bu yüzden açlık ve sefalet sınırlarında yasayan yüz milyonlarca
insan var. İnsan hayatının hiçe sayıldığı, can güvenliğinin
bulunmadığı köşeler hiç de az değil. Bütün uluslararası çabalara
ve ortak iradeye rağmen siyasi görüş ve inançları sebebiyle
horlanan insanların sayısı görmezden gelinemeyecek
boyutlardadır. Bu konularda insanlığa, hukuka ve ahlâka
aykırılıkları denetlemeye uluslararası iradenin gücü, yeterince
yetmiyor.
Önümüzde insanın maddî ve manevî kişiliğinin korunması ve
geliştirilmesi konusunda ciddi bir sorumluluk vardır. İnsan
hayatını ihmal ve istismar eden tutumların devamına meydan
vermeme çabasını içtenlikle göstermek durumundayız. Bunun için
ilk ihtiyaç, insan sevgi ve saygısı ile süslenmiş ahlâkî
erdemdir. Çağdaş medeniyetin ayıp ve zaaflarından kurtularak bu
sahada kendisini kanıtlaması zamanıdır. Siyasî kültür ve hukukî
normlar böyle bir erdem üzerine temellenirse, gündemdeki
pürüzleri asmak ve insaniyete
lâyik
bir hayat kurmak mümkün olabilir. Bu gerçeği görmeyen ve
kabullenmeyen yaklaşımlar yüzeysel ve şekilci kalacaktır ve
çözüm de üretemeyecektir.
Bunun içindir ki, medeniyeti insan sevgisi ve saygısı üzerine
yapılandırmak bir görevdir.
Bediüzzaman
Said Nursi,
yaklaşık bir asır önce, 1900’lü yılların balinada “Medeniyet
hubb-u insaniyeti ister” diyerek,
çağdaş medeniyetin insan sevgi ve saygısı üzerine kurulması
gerektiğini vurgulamıştı. Ne var ki, 20. asır bunun gereğini
yapamadı. Sevgiden ziyade husumeti besledi. Başta savaşlar olmak
üzere ekonomik ve siyasî üstünlük arayışları makro ve mikro
alanda insanlığı derinden derine taciz etti. İnsaniyet damarları
tıkalı böyle bir medeniyet, “uygarlık” diye isim değiştirerek
geçen asrin yeni çağa mirası olmamalıdır.
*
Makale :
Sefa MÜRSEL
*
YUKARIDAKİ YAZILAR
ZAFER DERGİSİ’NDEN
ALINMIŞDIR.