İSLAMİYET ve FEN
** Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât” ve
kitâbların gönderilmesine sebeb
ve bildirilmesi en lüzûmlu olan emr,
yerlerin, göklerin yaratanının varlığını, Onun bir olduğunu,
ilm ve başka üstün sıfatları
bulunduğunu, kudret ve büyüklüğünün sonsuz olduğunu kullara
bildirmekdir. İnsanların çoğu,
gördüklerine, duyduklarına, göründüğü gibi inanıp, içlerini,
inceliklerini anlıyamadıklarından,
Allahü teâlâ,
kitâblarında, varlığına, büyüklüğüne
alâmet olan, mahlûklarının en büyükleri ve en
açıkda bulunan ve insanların çok
şaşdığı her bakımdan düzgün görünen
ayı, güneşi ve yıldızları, her çeşid
insanın anlıyabilmesi için,
göründükleri gibi ta’rîf
buyurmuşdur. Bunların
hesâblarını, kanûnlarını, iç
yüzlerini açıklamıyarak, câhil olan
çoğunluğu, anlıyamıyacağı şeylerle
uğraşmağa zorlamamış, bunları her asrdaki
zekî, akllı, seçme kimselerin
çalışarak anlamalarını teşvîk buyurmuşdur.
İnsanların buluşları, zemânla
değişmekde, bir
vaktler doğru, güvenilir sanılan buluşların, sonradan
yanlış olduğu anlaşılmakdadır. Her
asrın insanları, zemânlarındaki son
buluşların doğru olacağına inandıkları için, muhtelif
asrlardaki insanların inanışları
başka başka olmuş, bu inanışlar,
günâh, küfr
olmamışdır. Çünki,
Peygamberlerin “aleyhimüsselâm”
kitâblarına
uymıyan, bunlarda bildirilenleri inkâr eden inanışlar,
suç olur. Cenâb-ı Hak, kullarını
küfrden, suçdan
korumak için, herkesin anlıyamıyacağı,
inanamıyacağı fen bilgilerini,
kitâblarında açıklamayıp, bunlara
işâret buyurmuş, yer küresini, güneşi, gökleri göründükleri gibi
anlatarak, bunlardan ibret alınmasını, varlığının, büyüklüğünün
anlaşılmasını emr
eylemişdir.
Kâdî
Beydâvî “rahmetullahi
aleyh”, Nahl sûresinde, (Kullarıma
hikmet ile ve güzel va’z ile beni
tanıt!) meâlindeki yüzyirmibeşinci
âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken, (Anlayışlı, tahsîlli olanlara,
fen bilgileri ile; hislerine tâbi’ olan câhil halka da,
görünenleri anlatmakla bildir, demekdir)
buyuruyor.
Yehûdî ve
hıristiyanlar,
kitâblarında, görünüşe göre bildirilenleri okuyunca,
hakîkatleri de böyle sanarak, yeryüzünü düz ve hareketsiz,
güneşin bunun etrâfında döndüğünü, göklerin yer üzerine çadır
gibi kapatılmış olduğunu, Allahü
teâlânın, insan gibi,
kürsîde oturup, işleri
yürütdüğünü sanmışlar,
tecribe ile bulunan fen bilgileri,
bu inanışlarına uymadığından, fen adamlarına dinsiz demişlerdir.
Fen adamları, bu haksız hükm
karşısında, yehûdîliğe ve
hıristiyanlığa
saldırmışdır. Meselâ, din düşmanlığı ile tanınan William
Draper (İlm
ile dînin çatışması) adlı kitâbında, (Kâ’inâtdan
ayrı, kâ’inâta hâkim, dilediğini
yapabilen bir insan yokdur) diyor
ki, bu sözü, Allahü
teâlâyı bir insan sanıp bunu inkâr
etmekde olduğunu
göstermekdedir. Bir yerinde de, (Kâ’inâtda
herşeye hâkim bir kuvvet varsa da,
bu papasların inandığı ilâh
değildir) diyerek, Allahü
teâlânın, fizik, kimyâ kuvvetlerinin
en büyüğü olacağını zan etdiğini
göstermekdedir.
Görülüyor ki, fen
adamları arasında dinsiz olanlar, yâ
papasların ve câhil halkın yanlış
anladıkları şeylere haklı olarak saldırmış,
yâhud zemânlarının fen
bilgileri arasına sıkışıp kalmış olan kafaları ile
düşündüklerini, hayâlî inanışlarını inkâr etmişlerdir. Eğer,
islâm âlimlerinin,
Kur’ân-ı kerîmden çıkardıkları fenne
bağlı bilgileri, bunların inceliğini, doğruluğunu okuyup
anlasalardı, hepsi hakîkati görüp, seve
seve müslimân olurdu.
Neml sûresindeki,
meâl-i şerîfi, (Dağları, yerinde duruyor görüyorsun, hâlbuki
bunlar bulut gibi hareket etmekdedir)
olan seksensekizinci âyet-i
kerîmesini Kâdî
Beydâvî tefsîr ederken, (Yerinde duruyor gördüğün dağlar,
bulut gibi, boşlukda hızlı
gitmekdedir. Büyük
cismler, bir cihete doğru hızlı
gidince, üstündekiler, bunun hareket
etdiğini duymaz) buyurmakdadır.
Fahreddîn-i
Râzî, Enbiyâ sûresi, otuzüçüncü
âyetinin tefsîrinde, ayın, güneşin, yıldızların
felekde, ya’nî
mihverleri ve yörüngeleri [mahrekleri] etrâfında döndüklerini,
Dahhâk ve
Kelbînin söylediğini yazmakdadır.
Fahreddîn-i
Râzî “rahmetullahi
teâlâ aleyh”, Bekara sûresi,
yirmidokuzuncu âyetini tefsîr
ederken diyor ki, (Hidâye) fizik
kitâbının ve (Îsâgucî) mantık
kitâbının yazarı olan Esîrüddîn-i
Ebherî “rahmetullahi
teâlâ aleyh”,
Batlemyus [Ptolemé]nin
(Mecistî) adındaki astronomi
kitâbını okuturdu. Bunu okutmasını hoş
görmiyen biri, müslimân
çocuklarına böyle ne okutuyorsun diye sorunca, meâl-i şerîfi,
(Yerleri, gökleri, yıldızları, bitkileri ne güzel
yaratdığımızı
görmiyorlar mı?) olan Kaf
sûresinin altıncı âyetini tefsîr ediyorum diyerek,
cevâb vermişdir.
İmâm-ı Râzî,
Ebherînin bu cevâbının doğru olduğunu, tefsîrinde
yazmakda ve
Allahü teâlânın mahlûklarını
inceliyen fen adamları, Onun
büyüklüğünü, iyi anlar demekdedir.
[Birinci kısmda,
yirmidördüncü maddeyi okuyunuz!]
Aynalarda ışıkların
yansıması kanûnlarını bulan, Muhammed bin
Hasen ibni
Heysemdir. Avrupalılar buna (Alhazem)
derler. 354 [m. 965] de Basrada
tevellüd ve 430 [m. 1039] da
Mısrda vefât
etmişdir. Matematik, fizik ve tıb
ilmlerinde yüze yakın
kitâb yazmış, eserlerinin çoğu
Avrupa dillerine terceme
edilmişdir. Türkistânlı Alî bin
Ebilhazm doktor idi.
Tıb ilmindeki buluşlarını bildiren
kitâbları, bu
ilmde kıymetli kaynak olmuşlardır. Akciğerlerdeki kan
deverânının şemasını ilk çizen budur. Din bilgilerinde de derin
âlim idi. İbn-ün-Nefîs ismi ile
meşhûr olup, 607 [m. 1210] de Türkistânda
Karş şehrinde
tevellüd, 687 de Mısrda vefât
etdi.
İslâm cerrâhlarından,
meşhûr operatör Amr bin
Abdürrahmân
Kirmânî, Endülüs hastahânelerinde
ameliyât yapardı. 458 [m. 1066] de orada vefât
etdi.
Ebû
Bekr Muhammed bin
Zekeriyyâ Râzî
“rahmetullahi
teâlâ aleyh”, bir islâm
tabîbi idi. Göz ameliyâtı yapanlardan biri idi. Yüze yakın eseri
olup, (Ber-üs-sâ’),
(Kitâb-ül-hâvî)
ve diğer kitâbları,
tıb ilmine olan hizmetinin
şâhidleridir.
Avrupada Razes ismi ile
meşhûrdur. 240 [m. 854] da Rey şehrinde
tevellüd ve 311 [m. 923] de Bağdâdda
vefât etmişdir.
Tıb tahsîlini Bağdâdda
yaparak, mütehassıs olmuşdur.
İlâclar ve kimyâ üzerinde de
kıymetli kitâbları vardır. [Ebû
Bekr Ahmed
bin Alî Râzî başka olup,
hanefî fıkh
âlimi idi. 370 de Bağdâdda vefât
etdi.] Peygamberimizin torunu
hazret-i Hüseynin kızı Sitti
Sükeynenin,
islâm tabîbleri tarafından,
gözbebeği çıkarılarak, tekrâr yerine konduğu, (Müncid)de
yazılıdır. Meşhûr İbni
Hazm Alî bin
Ahmed, (El-fasl) kitâbında,
yer küresinin yuvarlak olduğunu ve döndüğünü âyet-i kerîme ve
hadîs-i şerîflerle, bundan dokuz asr
önce isbât etdi.
Yer küresinin çapı ve güneşin irtifâ’ dereceleri Mûsâ bin
Şâkirin oğulları
Ahmed ve Muhammed tarafından, halîfe
Me’mûn
zemânında Sincâr ve Küfe
sahrâlarında ölçüldü. Bu iki kardeşin
yapdıkları astronomi âletleri, o
zemân müslimânların ilme ve
fenne verdikleri ehemmiyyetin açık
senedleridir.
Ahmed 265 de, Muhammed 259 [m. 873] da vefât
etdi. Cebr
ve astronomi kitâbları
Rozen tarafından
ingilizceye
terceme edilmiş, 1247 [m. 1831] de,
arabîsi ile birlikde
Londrada tab’
olunmuşdur. İmâm-ı
Ca’fer Sâdıkın
talebesi Câbir bin
Hayyânın simyâ ve kimyâ üzerindeki
çalışmalarını bildiren kitâbları
meşhûrdur. Avrupada, liselerde,
bunlar gibi dahâ nice müslimân fen
adamlarının hiçbirinin ismi talebeye öğretilmiyor. İslâm
memleketlerinde de müslimân
çocuklarına, dedelerinin fenne olan hizmetleri bildirilmiyor.
Büyük buluşları olan islâm
âlimlerinin ismleri bildirilmiyor.
Ufacık birşey yapmış olan
hıristiyanlar, fen adamı olarak
övülüyor.
Hindli molla
Kudsî (Esrâr-ı
melekût) adındaki arabca
astronomi kitâbında, yer, ay, güneş, gökler, yıldızlar
hakkındaki âyet-i kerîmelere, islâm
âlimlerinin, vakti ile verdikleri ma’nâları
bir araya toplıyarak bugünün yeni
buluşlarına tâm uygun olduğunu göstermiş, bu kitâbını sultân
Abdülmecîd hâna takdîm ederek, çok
makbûl olmuşdu.
Elbüstânlı hayâtî zâde Halîl Şeref efendi, bu kitâbı
terceme ve şerh ederek, (Efkâr-ı
ceberût) ismini vermiş, bu şerh [1265] de
İstanbulda basılmışdır.
Fen adamları,
islâm
kitâblarını okuyunca, Kur’ân-ı
kerîmin, her tecribeyi, her yeni
buluşu, olduğu gibi haber vermiş olduğunu görerek, hayrân
kalmakdadır. Fenden ve
islâm
kitâblarından haberleri olmayanlar,
islâm düşmanlarının, papasların
yazdığı kitâbları okuyup,
islâmiyyeti yanlış tanıyor ve din
câhili oluyorlar. Böylece körü körüne islâm
düşmanı kesilen ba’zı câhiller,
kendilerine şâ’ir, gazeteci,
romancı, güzel san’atcı, hattâ din
adamı, islâm târîhi mütehassısı gibi
ismler takarak, çok çirkin yalan,
iftirâ dolu yazılarla, gençleri dinsiz yapmağa uğraşıyorlar.
Kendilerini de, milleti de felâkete
sürükliyorlar.
Bu câhillerin bir
kısmı da, birkaç fen kitâbı okuyup, kendilerini fen adamı
sanıyor. Avrupadaki fen adamlarının
hıristiyanlığa karşı haklı
inkârlarını, i’tirâzlarını, çelik
gibi sağlam olan islâm dînine
bulaşdırmağa yelteniyor. Bu fen
taklîdcileri
düşünmiyor ki, bir fen adamı,
çalışdığı fen kolunda, hattâ ihtisâsı olan
branşda konuşursa, sözü kıymetli
olur. İhtisâsı dışında konuşması ve hele başka işlerdeki
mütehassısların sözlerine karışması, kıymetsiz olduğu kadar,
gülünc de olur. Fen adamı olmak,
insana, her ilmde söz sâhibi olmak
salâhiyyetini vermez. İyi bir
kimyâcı, herhangi bir doktorun koyduğu teşhîsi bozamaz. İyi bir
avukat, herhangi bir kimyâgerin raporunda fen hatâsı
iddi’â edemez. İyi bir mühendis, bir
avukatın ihtisâsına nüfûz edemez. Fen adamları, kendi fen
şu’belerinde ve ihtisâslarında bile,
ne kadar hatâ ediyor, aldanıyorlar. Bir
tarafdan maddenin, kuvvetin ve hayâtın sırlarından, bir
veyâ bir kaçını çözerek, fâideli
buluşlar başarırken, bir tarafdan
da, öyle yanılıyorlar ki, medeniyyetin
ilerlemesine, dünyâ çapında zarârlı oluyorlar. Bunun misâlleri
pek çokdur. Meselâ, İngilizlerin
büyük matematik âlimi olan meşhûr Newton, bir
tarafdan, dahâ
yirmiüç yaşında, bugünkü astronominin temeli olan, umûmî
câzibe kanûnunu bularak ve kendi ismi ile anılan dürbünü
keşf ve beyâz
zıyânın yedi renge ayrılacağını
tecribe ile isbât ederek, fen
âlemine unutulmıyacak
hizmetde bulunurken, öte yandan,
zıyânın, ışık kaynağından saçılan
zerrelerden hâsıl olduğunu söyliyerek
ve aklınca isbât ederek, fizik
ilminin bu kısmının senelerce ilerlemesine mâni’
olmuşdu. Sonradan, titreşim
nazariyyesi kurulunca,
Newtonun hatâ
etdiği, kat’î anlaşıldı.
Bunun gibi, bugün kimyânın babası ismi verilen ve hakîkaten,
kimyâya terâzîyi sokmakla, Aristonun
yanlış nazariyyelerini temelinden
yıkarak, tecribî
ilmlere, yeni,
müsbet bir çığır açan Fransız kimyâgeri
Lavoisier, bir
tarafdan, fennin bugünkü dereceye ilerlemesine çok
hizmetde bulunmuş, bir
tarafdan da, mütehassıs olduğu kimyâ
ilminde öyle hatâlar yapmışdır ki,
onun buluşu olduğu için kitâblara
geçen, üniversitelerde okutulmuş olan bu sözleri, bugün bir orta
mekteb talebesi söylerse,
sınıfda bırakılır. Meselâ, klor
gazına bileşik cism, bir
oksid diyordu ve hâmızları [asidleri]
yanlış anlatıyordu. Lavoisiernin en
büyük hatâsı, doğru tecribesini,
kıymetli buluşunu îzâh ederken, câhillerin ve dinsizlerin, çok
eskiden beri söylemekde oldukları
bir sözü tekrârlaması idi. Ya’nî,
kimyâ tepkimelerinde, ağırlık değişmediğini görerek, (ağırlığın
sakımı kanûnu)nu kurunca, (Tabî’atde
hiçbirşey var olmaz ve yok olmaz)
diyiverdi. Bunu duyan fen taklîdcileri,
(Yokdan birşey
yaratılmaz. Hiçbirşey yok olmaz)
diye, yaygarayı kopardılar. Fen kitâbı diye çıkardıkları
sahîfeleri, bu siyâh yazılarla
lekeleyip, güyâ dîni yıkıp islâmiyyeti
yere serdiler(?). Îmân kal’asını
uçuracak fennî bir kuvvete sâhib
oldular! Hâlbuki, Lavoisier,
herşeyin kimyâ ile olduğunu,
Allahü teâlânın
da, onun görebildiği kanûn içinde kalacağını, bu kanûndan başka
hâdiseler olmadığını sanarak, bu hatâya
düşmüşdü. Lavoisier adındaki
bu kimyâgerin, kimyâ olaylarında, maddenin artmadığını ve
azalmadığını görmesi, (İnsanlar hiçbirşey
var edemez ve yok edemez) hakîkatini meydâna
çıkarmakdadır. Başka din düşmanları
gibi, bu da, tecribesinden yanlış
netîce çıkararak dîne saldırdı. Fekat,
böylece kendini lekeledi. Çünki,
bugünkü (fiziko-kimyâ) bilgisi,
kimyânın ulaşamadığı atomun derinliklerine girerek,
Lavoisiernin aldandığı
isbât edilmiş,
Einsteinın (relativite
nazariyyesi), kütlenin korunması
kanûnu bile modifie
edilmişdir.
Ya’nî değişdirilmişdir. Bu
sûretle anlaşılmışdır ki, madde,
Lavoisiernin sandığı gibi, dünyânın
temeli değildir.
İşte fen adamları,
kendi ihtisâslarında bile, böyle yanılmış ve insanlığa büyük
zarârlar da yapmışdır. Bu
yanılmaları, onların fen çerçevesi içindeki kıymetlerini ve
ehemmiyyetlerini
azaltdı demek istemiyoruz. Onları,
fâideli buluşları ile düşünerek,
fenne hizmetlerini övüyoruz. Fekat,
ihtisâslarında bile yanıldıklarını gösterip, fen adamının,
ihtisâsı dışındaki ve hele temâmen
başka, derin ve geniş olan din ilmindeki kuru düşüncelerinin,
din büyüklerinin, din ilmi ile dolmuş, din
zevkı ile doymuş olan o hakîkî büyüklerin sözleri
yanında, bir hiç olacağını göstermek istiyoruz. Hakîkî bir fen
adamı, bu hakîkati pek iyi kabûl eder.
Fekat para adamları, ya’nî
para kazanmak, etiket kazanmak için, âdet üzere, birkaç senelik
ömrünü çürütüp, birkaç şey ezberliyen
fen yobazları, sinema filminden farkı
olmıyan rûhsuz dimâglarındaki,
birkaç basma ve komprime, silik çizgileri fen sanarak, fennin
değil, cehâletin verdiği bir cesâretle ve taşkınlıkla,
islâmın yüksek
ilmlerine saldırarak helâk oluyor ve insanlığı ebedî
felâkete sürükliyorlar.
Meselâ, bir fen
adamı, jeolojik tabakalar arasında bulduğu bir kemik parçasında
tedkîkler yaparak, hayât üzerinde
kıymetli bilgiler toplamağa uğraşırken, beri
tarafdan, fen yobazları, radyodan
veyâ bir broşürden bunu haber alıp, (İnsanların aslı olan
maymunun kemikleri bulundu. İnsanların maymundan hâsıl olduğu
hakîkat hâlini aldı) yaygarasını basıyor. Saf
müslimânları aldatmağa çalışıyorlar.
İngiliz fen adamı Darwinin (canlılar
arasındaki hayât mücâdelesi) nazariyyesini
anlamıyarak ve yanlış alarak,
müslimânlığı yıkmağa bir silâh
yerinde kullanıyorlar. Evet, yüz seneden beri, birkaç biyolog,
hayvanlarda, kan grubları, kan
benzerliği, kromozom sayıları, muhîte intibak [adaptasyon] için
fizyolojik ve anatomik değişmeler, somatik değişmeler ve
harâret, zıyâ, röntgen ve radium
şuâ’ları ile ve ba’zı kimyâ
maddeleri te’sîri ile
çeşidli mutanlar meydâna gelmesi ve
nihâyet paleontolojik müşâhedeler ve bütün canlılarda
meios ve bunu
ta’kîb eden mitoz bölünme
bulunması ve ba’zı hayvanlarda
körleşmiş uzvlar görülmesi [meselâ
insanlarda appandis denilen kör
barsak bulunması gibi] ve çok hücreli hayvanların hepsinde
rüşeym [embriyon] teşekkül etmesi ve
bir hayvanın, embriyon devrelerini geçirirken,
çeşidli hayvan
vasflarını göstermesi [meselâ insan
rüşeyminde pronefroz,
mezonefroz, solungaç yarıkları gibi
teşekküllerin görülmesi] karşısında, hayvan
nev’lerinin, milyonlarca sene içinde,
basîtden mükemmele doğru
değişdiklerini [ya’nî
evolution veyâ
desendens denilen evrim bulunduğunu] zan
etdi.
Canlıların
basîtden mükemmele doğru
değişdiğini ilk yazan, Fransız
doktoru Lamarckdır.
Lamarck [m. 1809] da
neşr etdiği
(Filozofi zoolojik) ismindeki
kitâbında (canlıların bir asldan
türeyebileceğini) yazdı. Fekat, aynı
asrdaki biyologlar,
Lamarckın verdiği misâllerin,
hayvânların birbirlerine dönmesini değil, cânlıların,
bulundukları muhîte intibâk etmelerini (adaptasyonu)
göstermekde olduğunu söylediler.
İkinci olarak,
İngiltereli bir biyologun oğlu olan Ch.
Darwin, [m. 1859] da
neşr etdiği
(Nev’lerin menşe’i) ismindeki
eserinde, (Canlılar, bulundukları muhîte uymak için mücâdele
eder. Bu hayât mücâdelesini kazananlar yaşayabilir,
gayb edenler ölür. Canlıda tesâdüfen
husûle gelen değişiklikler, muhîte uyarak yaşamağı
te’mîn eder) dedi. Buna da
çeşidli i’tirâz
edildi. Hattâ, Darwin de göz, beyin
gibi karışık uzvların nasıl meydâna
geldiğini anlatmakdan âciz olduğunu
bildirmiş, bir arkadaşına yazdığı mektûbda,
(Gözün teşekkülünü düşündükce
hayretimden tepem atıyor) demişdir.
Üçüncü olarak,
Hollandalı nebâtâtcı Hugo de
Vries, bitkilerde (Saf bir
nev’ içinden, tesâdüfen,
diğerlerinden farklı ferdler meydâna
çıkdığını, bunların yeni evsâfının
dölden döle geçdiğini) görerek, buna
(mutasyon) [ânî değişme] nazariyyesi
dedi. Hâlbuki, mutasyonda yeni uzvlar
meydâna gelmiyor. Bundan başka, göz ve beyin gibi,
rüşeymin [embriyonun] muhtelif
tabakalarından hâsıl olan karışık uzvların
teşekkülünü, mutasyon teorisindeki tesâdüfe bağlamak
mümkin değildir.
Son olarak,
paleontoloji mütehassısları, [ya’nî,
ilk zemânlarda yaşamış canlıların
iskeletlerini ve fosillerini inceliyenler],
(Her nev’i canlının kendi
nev’i içinde değişebildiğini, bir
canlının başka nev’lere dönmediğini)
kabûl etmekdedir. Meselâ, birinci
zemândaki derisi dikenliler ne ise,
şimdikiler de aynıdır. Derisi dikenlilerin, mutasyon ile,
fıkralı [omurgalı] hâle döndüğü görülmemiş ve buna
âid bir fosil
bulunmamışdır.
Hâlbuki, canlıların
yapısında, en basîtinden, en mükemmeli olan insana doğru, düzgün
bir tekâmül bulunduğunu, dahâ önce İbrâhîm Hakkı hazretleri “rahmetullahi
teâlâ aleyh”, (Ma’rifet-nâme)
kitâbında, misâller vererek yazmış, bunun,
nev’lerin değişmesi demek olmadığını da
bildirmişdi.
Allahü
teâlâ, maddeyi, maddedeki
değişmeleri inceleyiniz, bunları sizin için
yaratdım, hepsinden fâideleniniz
dediği gibi, yavruların nasıl tekâmül
etdiğini, hayât hâdiselerini de
tedkîk ederek, hepsinin müsbet,
muntazam esâslara bağlı olduğunu görüp, varlığımı, büyüklüğümü
anlayınız! buyuruyor.
İslâm dîninin ilme ve
fenne verdiği ehemmiyyeti bilmeyen
câhil fen taklîdcileri,
islâmiyyeti baltalamak,
Kur’ân-ı kerîme saldırmak için,
fizik, şimik, biyolojik ve
astronomik olaylardan, çürük düşünceler, bozuk
fikrler çıkarıyor. Bu iftirâlarını,
ilm, fen bilgisi diye, gençliğin
önüne sürerek müslimân yavrularını
aldatıyorlar. Hâlbuki, fennin ilerlemesi, yeni
yeni buluşlar,
Allahü teâlânın varlığını,
bir olduğunu, kudretini ve ilmini dahâ ziyâde meydâna
çıkarmakda,
islâmiyyeti desteklemekdedir.
Îmânımıza saldıranlara aldanmamak için, lise ve üniversitedeki
fen bilgilerini iyi öğrenmek ve anlamak lâzımdır. Hakîkî fen
adamları, din düşmanlarının sözlerinin ne kadar
çocukca ve câhilce olduğunu hep
görmekdedir.
Dikkat edilirse,
yukarıdaki teorilerin hiçbirinde insanın maymundan hâsıl olduğu
söylenmemiş, fen adamlarının hâtırına bile
gelmemişdir.
Evet, paleontolojik
devrlerde, canlılarda
zemânla tekâmül
görülmekde, fekat bu
değişmeler, her nev’in içinde
olmakdadır. Meselâ, dördüncü
zemânın yeni tabakalarında
kromanyon ismi verilen insan
iskeleti bulunmuşdur. Bizim
iskeletimizden farklı olduğu hâlde, paleontoloji mütehassısları
bunlara, ilk insanlar demişdir.
Diğer tarafdan, üçüncü
zemân sonunda yaşayan,
antropoid denilen ve bugünkülere
benzemiyen, maymun iskeletleri
bulunmuşdur. Antropoloji
mütehassısları, bunların maymun olduğunu
söyliyor. (Fen taklîdcileri),
ya’nî (Zındık)lar
ise, yapdıkları
tercemelerde, kromanyon
insanına ve antropoid maymununa,
insanın ceddi olan veyâ insanla maymun arasında
geçid teşkîl eden fosil diyorlar.
Biyologlar, insan ile hayvan arasındaki farkı, yalnız madde
bakımından inceliyor. Hâlbuki, insan ile hayvanlar arasında en
büyük fark, insanın rûhudur. İnsanlarda rûh vardır. İnsanlık
şerefi hep bu rûhdan
gelmekdedir. Bu rûh, ilk olarak,
Âdem aleyhisselâma verildi.
Hayvanlarda bu rûh yokdur.
Maddîcilerin, felsefecilerin bu rûhdan
haberleri olmadığı için, insanı maymuna yakın sanabilirler. İlk
insanların şekli, yapısı, maymuna benzese de, insan insandır.
Çünki, rûhu vardır. Maymun ise
hayvandır. Çünki bu
rûhdan ve rûhun hâsıl
etdiği üstünlüklerden mahrûmdur.
Görülüyor ki, insan ile hayvan, temâmen
ayrıdır. Aralarında, hiçbir zemân,
bir geçid olamaz, birbirine dönemez.
Hâlbuki, hayvanlardan insana en yakın maymun olduğu,
asrlar önce,
islâm kitâblarında, meselâ
İbni Haldûnun
“rahmetullahi
teâlâ aleyh” (Târîhi) mukaddemesinde
ve (Ma’rifetnâme)nin
yirmisekizinci
sahîfesinde yazılıdır. [Birinci kısm,
otuzdokuzuncu maddeyi okuyunuz! (Behcet-ül-fetâvâ)da
diyor ki, (Maymunlar, eski insanlardan maymuna çevrilenlerin
soyundan değildir. Maymunların insan soyundan olduğunu söylemek
yanlışdır.
Çünki, insandan çevrilen maymunlar üç günden çok
yaşamadı. Yok edildiler).]
Bunun gibi,
hâtırımıza gelen çeşidli
misâllerden, ilm nâmına, fen
hesâbına utanarak şunu da söyliyelim
ki, amib denilen, gözle
görülmiyen bir hücreli canlılar,
amitoz ile, ya’nî sitoplazma ve
çekirdeği tâm ortadan ikiye ayrılmak sûreti ile ürer. Güney
Amerikada bir biyolog, amibi
sitoplazma ve çekirdeğini ortadan keserek, her iki parçanın
yaşamağa devâm etdiğini görmüş. Bu
tecribe; zâten amibin üreme tarzına
uygundur. Nerde kaldı ki, bu tecribe
her zemân aynı netîceyi vermez. Bunu
bir mecmû’ada okuyan bir
matematikci, bir
hesâb mütehassısı,
gencleri başına
toplıyarak, (Amerikada,
amibler parçalanıp
öldürüldükden sonra, tekrâr
yaşatılıyor. Artık hayâtın sırrı çözüldü. Ölü hücrelere can
veriliyor. Bunu birkaç sene evvel okumuşdum.
Belki bugün dahâ ilerlemeler olmuşdur)
deyip, fennin ölüleri diriltdiği,
insanların (Hâşâ) ölüye hayât verdiği, o hâlde, fen ve
tabî’at hâricinde, bir kuvvet, bir
yaratıcı bulunamıyacağı, Allah
fikrinin ilk insanlar, câhiller tarafından (Hâşâ) uydurulmuş
olduğu aşılanır ve gençler aldatılmağa çalışılırsa, buna ne
denilir? Dinsiz bir hesâb
mütehassısının, sonsuzdan sonsuza kadar uzanan matematik
sâhasında, islâmiyyeti
lekeliyecek bir nokta bile
bulamadığı için, başka fen kollarında,
anlıyamadığı hâdiselerden çıkardığı yanlış
ma’nâlar ile hücûma
geçmesi, ne kadar şaşılacak ve
acınacak bir hâldir. Yüksek tahsîl yapan bir insanın, böyle
alçak hareketleri, yüksek tahsîl ismini lekelemez mi? Alçak
görgülü olan bile, bu kadar câhilce konuşur mu? Fen adamlarının
tecribelerini, sözlerini işitip de,
kendi kurdukları yalanları, plânları, bu sözlerle maskeleyerek,
gençleri zehrlemeğe, îmânlarını
çalmağa uğraşan din hırsızlarına (Fen yobazı) denir. Fen
yobazlarına aldanmamalıyız!
İslâm dîninden haberi
olmıyan fen
taklîdcileri, fen yobazları, gençleri aldatmak, dinden
çıkarmak için yalan ve iftirâlarla saldırıyorlar. Din adamlarına
yobaz, gerici diyorlar. Din adamları, fen düşmanıdır diyorlar.
İslâm kitâblarını okuyan,
islâm dîninin ileri, üstün
bilgilerini anlıyan, insâflı bir fen
adamı, bu yalanlara aldanmaz. Onların kötü
niyyetlerini, dost görünen sinsi düşman olduklarını hemen
anlar ise de, din bilgisi az olan, ana baba yuvasından bilgi
almayan zevâllılar, bu alçakların
tuzaklarına düşmekde, felâkete
sürüklenmekdedir.
Mekteb
çocuklarını, (Avrupada
matba’a yapılırken,
kitâblar basılırken, bizdeki
sarıklı, sakallı, kara kafalılar, matba’a
günâhdır, gâvur îcâdıdır diyerek
yapdırmadılar. Yıllarca geri
kalmamıza sebeb oldular.
Müslimânlık, çöl kanûnu,
türklüğe çok zarârlı oldu) diyerek,
dinsiz, îmânsız yetişdirmek
istiyorlar. İslâm düşmanlığı aşılıyorlar.
İslâmiyyete, ilm, fen, ahlâk
yolundan saldıramadıkları için, böyle alçakça yalanlar
düzüyorlar, körpe dimâgları
zehrliyorlar. Her iftirâları gibi,
bu sözlerinin de yalan olduğu meydândadır. Kara
zihniyyet dedikleri
islâm âlimlerinin en yüksek
temsîlcileri olan Osmânlı şeyh-ul-islâmlarından
elliyedincisi,
Yenişehrli Abdüllah efendi “rahmetullahi
teâlâ aleyh”,
matba’a açmak, kitâb basmak
için kendisine soruldukda, bakınız
nasıl cevâb
vermişdir: İbrâhîm-i Müteferrika adındaki Macar
asllı bir
müslimân, İstanbulda 1139 [m.
1725] de ilk matba’ayı kurmak
isteyince, şeyh-ul-islâma
soruluyor: (Kitâb basma
san’atını iyi bildiğini
söyliyen bir kimse, lügat, mantık,
astronomi, fizik ve benzerleri âlet ilmleri
kitâblarının harflerini ve
kelimelerini birer kalıba çıkarıp, buradan
kâğıdların üzerine basarak, bu
kitâbların benzerlerini elde ederim dese, bu kimsenin
böyle kitâb basmasına
islâmiyyet izn
verir mi?). Şeyh-ul-islâm
Abdüllah efendi, cevâbında: (Kitâb
basma san’atını iyi bilen bir kimse,
bir kitâbın harflerini ve kelimelerini birer kalıba çıkarıp,
buradan kâğıdlara basmakla, bu
kitâbdan az
zemânda kolayca, çok sayıda elde ediyor. Böylece çok ucuz
kitâb yazılmasına
sebeb oluyor.
Fâideli bir iş olduğundan,
islâmiyyet bu kimsenin bu işi yapmasına
izn verir.
Kitâbda yazılı ilmi bilen birkaç kişi, önce kitâbı tashîh
etmelidir. Tashîh etdikden sonra
basılırsa, güzel bir iş olur) buyurmuşdur.
Bu cevâb, (Behcet-ül-fetâvâ)
kitâbının (Hazar ve lebs) faslında
yazılıdır. İslâm dîninin ilme, fenne nasıl kıymet verdiğini
göstermekdedir.
Matba’a 851 [m. 1447] de, makinaları
ise, 1192 [m. 1778] de keşf edildi.
Kâğıd 130 [m. 747] de
keşf edildi.
Sultân ikinci
Abdülhamîd hân “rahmetullahi
teâlâ aleyh”
zemânında yetişen din adamlarından,
Abdüllatîf Harpûtînin “rahmetullahi
teâlâ aleyh”, [1330] da,
İstanbulda basılan (Tenkîh-ul-kelâm
fî-akâid-i Ehl-i
islâm) kitâbı, fen bilgilerini ve
din büyüklerinin bunlar üzerindeki sözlerini uzun
bildirmekdedir.
Yüzelliüçüncü sahîfede diyor
ki: (Fen adamları, cismleri ve
cismlerdeki olayları
araşdırır, inceler. Bunlar üzerinde
deneyler yapar. Madde ve olayları anlar ve anladıklarını
bildirir. Gördüklerinden, his etdiklerinden
dışarıya çıkmazlar. Bundan dışarıya çıkan, vazîfesinin dışına
çıkmış olur. His olunamıyan,
incelenemiyen, deney
yapılamıyan konular, fen bilgisinin
dışında kalır. Böyle konularda, fen adamının sözü kıymetsiz ve
ehemmiyyetsiz olur. Bir fen adamı,
melek yokdur deyince, meleğin
varlığı, fen ile incelenemez, deney ile anlaşılamaz demek
isterse, bu sözü, fenne uyar. Fekat,
deney ile isbât edilemediği için
meleğin varlığına inanılmaz demek istiyorsa, hiç kıymeti olmaz.
Söyliyenin yüzüne çarpılır.
Çünki, bu sözü ile, kendisi fennin
dışına çıkmakda, fenne
uymamakdadır. İncelemekle, deneyle
varlığı anlaşılamıyan şeyi inkâr
etmeğe, var olamaz demeğe kalkışmak, varlığını, fen
göstermekdedir demesi kadar yersiz
ve fenne aykırıdır. Rûh, melek, cin, Cennet, Cehennem gibi, fen
konusu dışındaki varlıkları, madde ve olay sınırları içinde
aramak ve deney ile anlamağa uğraşmak, fen adamına yakışmaz.
Böyle varlıkları anlamak, mu’cizelerle,
üstünlüğü belli Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât” bildirilmekle ve
Peygamberlerden “aleyhimüsselâm”
işitmekle olur. Böyle bilgilere, (Ulûm-i
nakliyye) denir. Bunlara, (Fen bilgisi) veyâ (Ulûm-i
akliyye) denmez. Bu bilgileri, fen
yolu ile anlamağa kalkışmak, ekmeği kulağına götürmeğe, kulakla
yimeği istemeğe benzer).
[Kendilerine müslimân deyip, sarık
saran, nemâz kılan
ba’zı (fen
taklîdcileri), ya’nî (Zındık)lar,
böylece cinnin var olduğuna
inanmıyor. İnsana cin çarpması, masaldır. Fen asrında, böyle
hurâfelere inanılmaz diyor. Cin hakkındaki âyet-i kerîme ve
hadîs-i şerîflere, yanlış ma’nâlar
veriyor.]
Kur’ân-ı
kerîmdeki, fen ile anlaşılabilen bilgileri anlatan âyetlere, fen
bilgilerine, fenne uygun ma’nâ
vermek câiz ve lâzımdır. Bu ma’nâları
da, ancak islâm âlimleri,
ya’nî fen bilgilerinde mütehassıs ve
dinde müctehid olan büyükler,
müfessirler verir. Fen taklîdcileri,
Kur’ân-ı kerîme
ma’nâ veremez. Bunların Kur’ân
tercemelerine kıymet verilmez.
Fennin, tecribenin dışında olan, fen
ile ilgisi olmıyan âyet-i
kerîmeleri, fen bilgilerine uydurmağa kalkışmak, Selef-i
sâlihînin tefsîrlerini
değişdirmek, büyük suç olur. Böyle
tefsîr ve terceme yapanlar, kâfir
olur.
Yetmişüçüncü
sahîfede diyor ki, (Gök dürbünleri
yapılınca görülen yıldızlar ile, mikroskopla görülen küçük
varlıklar, dahâ önceki zemânlarda
görülemiyor, varlıkları bilinmiyordu. O
zemân görülemediği için, bu varlıklara yok demek, yanlış,
haksız olduğu gibi, fen adamlarının, bugünkü fen âletleri, fen
bilgileri ile anlıyamadıkları
şeyleri ve hele, fen, madde bilgisi sınırları dışındaki
varlıkları inkâr etmesi, yok demesi de, yersiz ve haksız olur.
Fenne uymıyan bir söz, bir câhil
sözü olur).
Velhâsıl, hakîkî fen adamları, her zemân,
islâm dînine âşık
olmakda, fen
taklîdcileri ise, dîni ve dünyâyı
anlıyamıyarak, maddî ve ma’nevî
kıymetlere saldırıp, nihâyet göçüp Cehenneme
gitmekdedirler.
Kur’ân-ı
kerîm hakkında batılı meşhûr bilginler,
edîbler hayrânlıklarını dâimâ açıklamışlardır. Dünyânın
sayılı edîblerinden Goethe,
Kur’ânın yalan yanlış Almanca
tercemesini bile
okudukdan sonra: (İçindeki
ifâdelerin büyüklüğü, haşmeti karşısında hayrân kaldım)
demekden kendini
alamamışdır.
İngiliz râhibi Beowort-Smith,
(Muhammed ve Muhammede bağlı
olanlar) adlı eserinde: (Kur’ân,
üslûb temizliği,
ilm, felsefe ve hakîkat
mu’cizesidir)
demekdedir.
Kur’ân-ı
kerîmi İngilizceye
terceme eden
Arbeyrry ise: (Ne zemân ezân
dinlesem, bana bir mistik müzik gibi te’sîr
eder) demekdedir.
Marmaduke
Pisthall ise,
Kur’ân-ı kerîm için: (En taklîd
olunamaz senfoni, en sağlam bir ifâde, insanları ağlamağa veyâ
coşdurmağa sevk eden bir kudret)
ifâdesini kullanmışdır.
Bunların yanında birçok batılı filozoflar, yazarlar,
ilm ve siyâset adamları,
Kur’ân-ı kerîmden, büyük bir takdîr
ve büyük bir hayrânlıkla bahsetmekdedirler.
Lamartine
bile Peygamberimiz “sallallahü
aleyhi ve sellem” için, (Filozof,
hatîb, Peygamber, kumandan, yeni
doğmalar koyan, muazzam bir İslâm Devleti kuran adamdır.
İnsanların büyüklüğünü ölçmek için kullandıkları bütün
mikyâslarla ölçülsün, acabâ ondan dahâ büyük bir insan var
mıdır? Olamaz!) demekden kendini
alamamışdır.
Gibon,
(Roma İmperatorluğunun çökmesi ve
yıkılması) adlı eserinde, İslâm dîni ve
Kur’ân-ı kerîm hakkında şunları söylüyor: (Kur’ân-ı
kerîm, Allahın birliğini
isbât eden en büyük eserdir).
Amerikan astronomi uzmanı Michael
H.Hart, Hazret-i Âdemden bugüne kadar gelen bütün büyük
insanları birer birer
inceliyerek, bunların içinden 100
dânesini
ayırmakda, bu 100 kişi arasında, en büyüğü olarak
Peygamberimizi “sallallahü aleyhi ve
sellem”
göstermekdedir. (Onun kudreti, kendisine Allah tarafından
vahy edildiğine inandığı, muazzam
eser, Kur’ândan geliyor)
demekdedir.
Amerikan Chicago Üniversitesi profesörlerinden, tanınmış
psikoanaliz uzmanı Jules
Masserman 1974 yılının 15 Temmuzunda
yayınlanan “Time” mecmû’asının özel
nüshasında, (Büyük liderler nerede?) başlığı altında,
târîhde şimdiye kadar gelip geçmiş
olan önderleri incelemekde, bunların
psikoanalizini
yapmakda ve bu liderlerin en büyüğünün Muhammed
aleyhisselâm olduğunu
bildirmekdedir.
Dünyânın en büyük tabî’î ilmler
âlimlerinden biri olan Max Planck,
1858 yılında Almanyada
Kiel şehrinde doğdu. İlk
profesörlüğünü Kielde
yapdı ve ondan sonra 1889 da Berlin
Üniversitesinde çalışmağa başladı.
Berlindeki feâliyeti 30 sene
kadar sürdü. 1947 de vefât etdi.
Max
Planck, özellikle Işıldama ile meşgûl oldu. En büyük buluşu,
atomlardan çıkan enerji ışınlarının paketler (kvant)
hâlinde yayıldığını meydâna çıkarması oldu. Planck, bu buluşuna
(Kvantlar Teorisi) adını verdi ve
meydâna gelen enerjiyi hesâbladı. (Kvantlar
Teorisi formülü: E=h.v olup, E, meydâna gelen enerjiyi Erg
olarak belirtir. v ölçülen dalganın frekansıdır, h ise, Planck
sâbitesi adını alan bir rakamdır ve 6,624.10-27 ye
eşitdir. Böylece herhangi bir enerji
dalgasının frekansı ile bu rakam çarpılacak olursa, enerjiyi
yukarıda söylediğimiz gibi, Erg cinsinden
hesâblamak kâbildir.) Bu buluşu, ona 1918 de fizik
nobel mükâfâtını kazandırdı.
Max
Planck diyor ki: Gerek din ve gerek tabî’î
ilmler, üzerimizde kendisine erişmek kâbil
olmıyan çok muazzam bir kudret
bulunduğunu, bu kudretin dünyâyı kurduğunu ve ona
hükmetdiğini ortaya
koymakdadır. Ancak bu kudreti îzâh
husûsunda kullandıkları dil, birbirinden farklıdır.
Fekat her iki îzâh tarzı ayrı bile
görünseler, hakîkatde, birbirinin
aynıdır. Bu iki îzâh birbirine zıd
değildir. Bil’akis birbirini
temâmlarlar.
Gerek din, gerek tabî’î ilmler, bu
âlemi ancak mâhiyetini hiç bir zemân
anlıyamıyacağımız, insanların hiç
bir zemân
erişemiyecekleri bir kudretin yaratabileceğini kabûl
ederler. Bu muazzam kudretin bütün azametini biz bilemiyoruz ve
hiçbir zemân
bilemiyeceğiz. Onun kudretinin ancak en küçük bir
parçasını ve dolaylı olarak öğrenebiliriz.
Din, bu kudreti ve yaratıcıyı tanımak ve insanları Ona
yaklaşdırmak için kendine mahsûs
akla hitâbeden semboller kullanır. Tabî’î
ilmler ise, bu kudretin tanınması için ölçü ve
formüllerden fâidelenir. Hâlbuki, bu
iki yolu birleşdirecek olursak,
asl o zemân
bu yaratıcının ne büyük bir kudret sâhibi olduğu meydâna çıkar
ve dînin Allahı ile tabî’î
ilmlerin bu kudretin ancak küçücük
bir kısmında yapdığı
araşdırma, ölçme ve formüller, Onun
zâtını ve büyüklüğünü meydâna koyar.
Din
ile tabî’î ilmleri
karşılaşdıracak olursak, hiç bir
yerinde bunların birbirinden aykırı bir bilgi vermediğini
görürüz. Gerek din, gerek tabî’î ilmler,
bir muazzam yaratıcı olmadan bu dünyânın
kurulamıyacağını kabûl ederler. Tabî’î
ilmlerin bulduğu bütün yenilikler,
bu muazzam yaratıcının varlığı ve büyüklüğü hakkında birer
vesîkadır. Din ile tabî’î ilmler
arasında hiçbir fark yokdur.
Ba’zılarının sandığı gibi, tabî’î
ilmlerin
tutduğu yol ayrı değildir. Bugün ne yazık ki,
ba’zı insanlar, tabî’î
ilmlerin artık din ile hiçbir ilgisi
kalmadığını sanırlar. Hâlbuki bu, çok
yanlışdır. Yukarıda îzâhına
çalışdığım gibi, tabî’î ilmler,
bil’akis dîni inanç ve düşünceleri
takviye ederler.
Târîhe bakılacak olursa, dünyâya gelmiş olan büyük tabî’î
ilm bilginlerinin dîne çok bağlı
oldukları görülür. Leibniz, Newton,
Kepler çok dindâr insanlardı. Esâsen o
zemânlar tabî’î ilm
araşdırmaları, ancak kiliselerde,
karanlık dünyâların izbelerinde, râhiblerin
evlerinde yapılırdı. Ancak yavaş yavaş
laboratuvarlar, çalışma enstitüleri,
üniversite ilm merkezleri
kuruldukdan sonra, din adamları ile
tabî’î ilmler bilginleri
birbirlerinden ayrıldılar ve ayrı çalışma
üsûlleri tatbîke başladılar. Zemânla
bunların çalışma metodları
birbirinden çok ayrılmış gibi göründü ve bunlardan beklenenler
birbirinden farklı sanıldı. Hâlbuki, bu iki yol, ayrı
ayrı istikâmetlere doğru birbirinden
ayrılan, başka başka yerlere sapan
iki yol değildir. Bil’akis birbirine
temâmiyle paraleldir. Aynı gâyeye
doğru giderler ve nasıl ki, paralel hatlar sonsuzda birbiriyle
birleşecekler ise, din ile tabî’î ilmler
de, esâs gâye sonsuzunda birbiriyle kucaklaşacaklardır.
Yukarıdaki yazılar, Max
Planckın, (Der
Strom von der
Aufklärung bis
zur Gegenwart)
kitâbından alınmışdır.
Kültürlü insanlar, insafla düşündükleri
zemân, Allahü
teâlânın varlığına inanmak
mecbûriyyetinde kalıyorlar. Doğru
dürüst yapılmayan Kur’ân-ı kerîm
tercemelerinden bile, hakîkî dînin
islâmiyyet olduğunu
i’tirâf ediyorlar.
Tercemeler, hiç bir
zemân, aslına uygun olamaz. Bu
bakımdan islâmiyyeti incelemek
isteyen yabancılara, islâm
âlimlerinin “rahmetullahi
teâlâ aleyhim
ecma’în” (Akâid)
kitâbları tavsiye edilmelidir.
* YUKARIDAKİ BİLGİLER
SE’ÂDET-İ EBEDİYYE
KİTABINDAN ALINMIŞDIR.
****
****
*** ALTUNTOP.NET -- Abdülhakim ALTUNTOP