Madde ile Mânânın; Ruh ile Vücûdun; Akıl ile Zekânın Buluştuğu Adres
Abdülhakim ALTUNTOP -- İSLAM ve BİLİM
Laiklik Nedir ?
**
Laiklik :
Alm.
Laizismus (m), Fr. Laicisme (m), İng. Secularism, laicism. Din ve devlet
işlerini birbirinden ayırarak, devlet işlerini dînî prensiplerin dışında tutma.
Lâik kelimesi Türkçeye Fransızcadan gelmiştir. Kelimenin aslı Yunanca Laikos
sıfatıdır. Yunancada, din adamı sıfatı taşımayan kişilere “laikos”
denilmekteydi. Lâik kimse, halktan olan, yâni ruhban sınıfına mensûb olmayan
kimse demekti. Laikos sözü, din kurallarına dayalı Hıristiyan cemiyetlerinde din
adamları dışında kalan kimseleri anlatmak için kullanılmıştır. Nitekim
Hıristiyanlıkta kilise adamlarına “clerıcı”, bunların dışında kalanlara da
“lâici” denilmiştir. Lâiklik ilkesi, Hıristiyanlık
dünyâsında ortaya çıkmış bir kavramdır. Bu ilkenin târihi, kral ve imparatorlar
ile Papalık makamı arasında meydana gelen mücâdelelerin târihidir. Yâni lâiklik
denildiği zaman ilk akla gelen husus, Hıristiyan âleminde geçmiş asırlarda vukû
bulmuş, kilise-devlet mücâdelesidir. Kilise ile devlet arasında geçen bu
mücâdele senelerce sürmüştür. Önceleri, Romadaki Hıristiyanlar, imparatorlara
mutlak bir itâat göstermeyi kabul etmedikleri için sürekli baskıya mâruz
kalmışlardır. Birinci Konstantin’in kiliseye hukûkî bir durum vermesi ile kilise,
muhtariyet (özerklik) kazanmıştır. Kilise üzerinde imparatorların baskısı
gittikçe artmış ve neticede 6. yüzyılda İmparator Justinianus, hem devletin hem
de kilisenin başı durumuna gelmiştir. Bu gelişmeler sonucu, Doğu Ortodoks
kilisesi, devletin emrine girmek zorunda kalmıştır. Fakat Roma İmparatorluğunun
ikiye bölünmesi sonucu, devlet gücü zayıfladı ve kilise tekrar güçlendi.
Osmanlı
devleti ise, İstanbul patriğine kendi kilise mensupları üzerinde dînî ve idârî
iktidar hakkı verdi. Bâbıâlî’nin bu tutumu Hıristiyanlık târihinde eşi ve
benzeri görülmemiş bir hadisedir. O yıllarda Rusya’da bile Ortodoks kilisesi,
devletin egemenliği altında bulunuyordu. Batı dünyâsında ise durum biraz daha
farklıydı. Batıda merkezî bir imparatorluğun bulunmaması sebebiyle kilise
güçlüydü. Roma’da “Papalık makâmı” adı verilen ve Batı dünyâsınca üstünlüğü
kabul edilmiş merkezî bir kilise iktidarı bulunuyordu. Barbar (Haçlı)
istilâları, papalık makamının gücünü iyice arttırdı. Fakat Avrupa’da zamanla
güçlü siyâsî iktidarların ortaya çıkması, papalarla imparatorlar arasında uzun
seneler devam edecek bir mücadeleyi başlattı. Bu mücadelenin temelinde iktidarın
paylaşılması gibi çok önemli bir mesele vardı. Papanın hem dînî lider, hem de
siyâsî iktidar sâhibi olduğu iddiası, bu mücadeleyi çok şiddetlendirdi. Krallar,
kendilerinin devleti ilâhî haklara dayanarak yönettiklerini iddia ediyorlar,
dolayısıyla kiliseyi de, kendilerinin kontrol etme yetkilerinin bulunduğunu
ileri sürüyorlardı. Papalarla krallar ve imparatorlar arasında geçen bu
mücadelenin en şiddetlileri Papa YedinciGregorius ile Almanya İmparatoru İkinci
Heinrich; Papa Sekizinci Bonifacius ile Fransa KralıAltıncı Philippe arasındaki
mücâdelelerdir. Aynı mücadeleler, diğer Hıristiyan devletlerinde de görüldü. Bu
mücadelelerde bâzan siyâsî iktidarlar, bâzan da kiliseler başarı gösterdi ve söz
sâhibi oldu. Kilisenin bu mücadelelerde başarı göstermesinde, kendisine bağlı
tarikatların büyük mülk sâhibi ve dolayısıyla mâli yönden güçlü olmalarının çok
mühim rolü oldu.
Kilise-siyâsî iktidâr mücadelesi, 18. yüzyıla kadar devam etti. Bu
yüzyılda ortaya çıkan ve geliştirilen yeni anlayış ve müesseseler “liberalizm”
adını aldı. Bu anlayış sâhipleri, kralların ve imparatorların ilâhî haklarını
reddediyorlardı. Bu görüşe göre, siyâsî iktidâr milletin oyuna dayanır ve ona
karşı sorumludur. Liberalizm, böylece vicdan hürriyeti denilen bir fikri ileri
sürüyor ve modern demokrasinin temel prensibini belirliyordu. Vicdan hürriyeti,
kişilere istediği bir dîni seçme veya hiçbir dîni seçmeme hakkı veriyordu. Şu
halde, devletin karakterinde ve vazifesinde değişiklik getiren bu yeni anlayışa
göre din, devletin siyâsî hayatında önemli bir güce sâhib olamaz. Bu anlayışı
benimseyen bir devletin yapacağı tek şey, dînî tarafsızlık olabilirdi; bu ise
kilise ile siyâsî iktidarın birbirinden ayrılması sonucunu doğurdu. Nitekim öyle
yapıldı.
Kilise işlerini devlet
işlerinden resmen ayıran ilk ülke Amerika Birleşik Devletleri olmuştur. ABD
Anayasası, din hürriyetini ve kânunlar karşısında bütün dinlerin eşitliği
prensibini kabul etti. Bu anayasa, devletin bir dîne bağlanmasını, bir dînin
yasaklanmasını ve vatandaşların siyâsî ve medenî haklarını kullanırken dînî
sebeplerle farklı muâmele görmelerini yasaklıyordu. Benzer gelişmeler Fransa’da
da görülmüştür. 1789 Fransız İhtilâlinden sonra, kilise mallarına el kondu.
Papazlar, cumhûriyete bağlılık yemini etmekle mükellef tutuldular. Ruhbanlık
imtiyazı kaldırıldı. Neticede Fransa’da din ve devlet işleri, 1905’te
parlamentonun kabul ettiği bir kânunla birbirinden ayrılmış oldu. Hıristiyanlık,
sâdece âhirete ilişkin prensipleri ihtivâ ettiğinden, lâiklik ilkesinin
yerleşmesinde ciddî engeller çıkmadı. Kilisenin, kral ve imparatorlara karşı
mücâdelesi tamâmiyle Papalarla şahsî nüfuz elde etmelerine dayanıyordu.
Türkiye’de lâiklik prensibinin gelişmesi, batıdan çok daha farklı
oldu. Aslında Türkler, hâkim oldukları ülkelerde din ve vicdan hürriyetine
tamamen saygı göstermişler; emirlerindeki tebeayı din işlerinde dâimâ serbest
bırakmışlardır. İslâm dîni sâdece îmân, ibâdet ve ahlâkla ilgili hükümleri
değil, aynı zamanda kişilerin özel muâmelelerinden doğan işleri ve devlet
idârecilerinin selâhiyetleri ile tebeanın hak ve vazifelerini de düzenleyen
hükümleri ihtivâ etmektedir. Yâni İslâmiyet, kişinin hem dînî, hem de dünyâ
işlerini düzenliyor. İşte bu sebeple İslâm devletlerinin hepsinde olduğu gibi,
Osmanlı Devleti de teokratik bir düzene sâhipti. Yâni din ve dünyâ işleri
tamamiyle dînî kâidelere bağlıydı. 600 yılı aşkın bir süre teokratik düzen devam
etti.
Fikrî temellerini batı düşünce sistemi ve kültüründen alan, birinci
ve ikinci meşrutiyet döneminde yapılan çalışmalar, batı kültürüyle yetişmiş,
dînî bilgilerden yoksun çeşitli hükümet adamları tarafından lâikliğe uzanan
birer merhale olarak tatbikata sokulmasına rağmen, Osmanlı Devletinin asırlardır
sürüp gelen dînî temele dayalı idâre şekli karşısında Türkiye lâik bir düzenin
kurulmasını tam olarak gerçekleştiremedi. Bu dönemlerde bâzı yeni kânunlar
çıkarılmışsa da, devletin asıl kânunları ve hukuk düzeni teokratikti. Osmanlı
Devleti, BirinciCihan Harbi sonunda tamâmen yıkılıp siyâsî hüviyeti son
bulduktan sonra, batı örnek alınarak kurulan yeni Türk Devletinin idarecileri ve
TBMM tarafından Cumhûriyet döneminde, 1924’ten îtibâren çıkarılan bâzı
kânunlarla Türkiye’de lâiklik ilkesinin temelleri atıldı. Bu kânunlar Hilâfetin
ilgâsı. Tevhid-i Tedrisat, Şer’iyye Vekâletinin ilgâsı, Tekke ve Zâviyelerin
ilgâsı hakkındaki kânunlar ile Türk Medenî Kânunu’dur. Bu kânunların dayanağı
olan hükümler, Türkiye Cumhûriyetinin Anayasalarında yer alıyordu. 1924
Teşkilât-ı Esâsiye Kânunu’nda 1937’de yapılan değişiklikle, devletin lâik olduğu
belirtildi. Lâiklik ilkesi, bu anayasada, devletin temel ilkelerinden biri
olarak kabul edildi (mad. 2) ve bu ilkeyi koruyucu hükümler şerh edildi (mad.
19, 57). Benzer hükümler 1961 ve 1982 Anayasa’sında da mevcuttur (mad. 2, 24,
68). 1982 Anayasası önceki Anayasa’lardan farklı olarak değişmez hükümler
arasında lâiklik ilkesini de saymıştır.
Türkiye’de lâiklik ilkesinin kabul edilmesiyle birlikte “Diyanet
İşleri Başkanlığı” kuruldu. Genel idâre içinde yer alan Diyanet İşleri
Başkanlığı, lâiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyâsî görüş ve düşüncelerin
dışında kalarak özel kânununda gösterilen görevleri yerine getirir (1982
Anayasası, mad. 136).
İlmî terim olarak lâik bir sistemde, devlet, dînî esaslara istinâd
edemeyeceği gibi, bunların iç işlerine “ibâdet, ahkâm ve erkânına” da hiçbir
şekilde karışamaz. Hürriyetler içinde en önemli yeri olan din hürriyeti kabul
edilmezse, demokrasinin gerçekleşmesi de güçleşir. Bu yüzden Lâik-demokratik
ülkelerde, devletin, fertlerin dînî inançlarını koruması için anayasalarda
hükümler konulmuştur. Bu hükümler; çeşitli milletlerde farklılıklar
göstermektedir. Meselâ; Türkiye Cumhuriyeti 1982 Anayasası’nda, herkesin,
vicdan, dînî inanç ve kanaat hürriyetine sâhib olduğu sarâhaten (açık olarak)
belirtilmiştir. Bir kimsenin dînî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamayacağı,
suçlanamayacağı da 24. maddede yazılıdır. Aynı maddede ayrıca din derslerinin
ilk ve ortaokullarda mecbûrî dersler arasında yer aldığı belirtilmektedir.
Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ve lâikliğin önderi Atatürk,
lâiklik hakkındaki düşüncelerini, çeşitli konuşmalarında şöyle belirtmektedir:
“Din bir vicdân meselesidir. Herkes vicdânının emrine uymakta
serbesttir. Biz dîne saygı gösteririz. Düşünce ve tefekküre karşı değiliz. Biz,
sâdece din işlerini millet ve devlet işlerine karıştırmamaya çalışıyor, kaste ve
fiile dayanan taassupkâr hareketlerden sakınıyoruz.”
“Her fert istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus
siyâsî bir fikre mâlik olmak, seçtiği bir dînin gerektirdiklerini yerine
getirmek veya getirmemek hak ve hürriyetine mâliktir. Kimsenin fikrine ve
vicdanına hâkim olunamaz. Vicdan hürriyeti mutlaktır ve taarruz edilemez.
Türkiye Cumhûriyetinde herkes, Allah’a istediği gibi ibâdet eder. Hiç kimseye
dînî fikirlerinden dolayı bir şey yapılamaz. Türkiye Cumhûriyetinin resmî dîni
yoktur.”
“Lâiklik, yalnız din ve dünyâ işlerinin birbirinden ayrılması
değildir. Lâiklik, yurttaşların vicdan, ibâdet ve din hürriyetini tekeffül eder
(üstlenip korur).”
“Lâik hükümet tâbirinden, dinsizlik mânâsı çıkarmaya yeltenen
fesatçılara fırsat vermemek lâzımdır.”