* MATBAA
NEDİR ve NE İŞE YARAR ?
Alm. Druckerei, Fr. İmprimerie,
İng. Printing office. Yazı, resim veya şekilleri, kâğıt,
deri, kumaş gibi malzemeler üzerine özel bir sûrette basarak çıkaran
ve birden çok nüsha hâline getirilmesini sağlayan makine veya
sistem. Baskı makinesi diye de bilinen matbaa, Arapça asıllı bir
kelimedir. Basım evi, basım yeri, baskı âleti gibi anlamlarda
kullanılmaktadır.
Allahü teâlâ ilk insan olan Âdem aleyhisselâma peygamberlik verdi. Emir
ve yasaklarını bildirmek için de kitap gönderdi. Fizik, kimyâ, tıp,
eczâcılık ve matematik bilgileri hazret-i Âdem’e öğretildi. Âdem
aleyhisselâm ve onun neslinden gelen insanlar, kerpiç üstüne çeşitli
dillerde yazılar yazdılar. Diğer peygamberlere gönderilen kitaplar
da insanlar tarafından okunup yazıldı. Ayrıca çeşitli ilimlerle
ilgili kitaplar yazıldı. Bu kitaplar ilk zamanlar elle yazıldıysa
da, zamanla daha çok kimsenin faydalanabilmesi için çoğaltma yolları
araştırıldı. Taş ve ağaç üzerine oyulan çeşitli damgalar ve kalıplar
geliştirildi. Böylece baskı tekniği ve matbaa ortaya çıktı. Eski
devirlerden beri bilinen ve kullanılan matbaa bal mumu veya kil
üzerine silindir biçimindeki damgalar ve kalıplarla elde edildi.
Tahta ve metal kalıplarla oyulmuş tuğlalardan da faydalanıldı. M.S.
2. yüzyılın sonlarında Çinliler tarafından geliştirilen matbaada
klâsik budist metinler basıldı. Mermer levhalara oyulan yazı ve
şekiller üzerine ıslak kâğıt basıldı, kâğıt üzerine çıkan kabartma
yazı ve şekiller mürekkeple boyandı. Böylece tek tek yazmak veya
çizmek gibi zorluklar bir kenara bırakılarak aynı yazı ve şekiller
pekçok sayıda çoğaltılabildi. Zamanla mermer levhaların yerini ağaç
baskı blokları aldı. Ağaç blok üzerine harfler ve şekiller
kabartmalar hâlinde oyuldu. Basım için ağaç blok fırçayla
mürekkeplendi. Mürekkepli kısmın üzerine kâğıt basılarak yazı ve
şekiller kâğıt üzerine aktarıldı. Bu usulle Çin ve Japonya’da M.S. 8
ve 9. yüzyılarda çeşitli kutsal metinler basıldı. On birinci
yüzyılda Çinli bir bilim adamı olan Sheng, metni meydana getiren
harfleri, kil ve tutkalı karıştırıp pişirerek tek tek hazırlama
usulünü buldu. Özel hazırlanmış ve pişirilmiş olan harfleri bir
demir levhanın üzerine yan yana dizdi. Üzerlerini reçine, mum ve
kâğıt külüyle sıvadı. Daha sonra levhayı hafif ateşte ısıtarak
harflerin katılaşmasını sağladı. Katılaşmış harflerle kaplı levhanın
üzerini mürekkepleyerek üzerine kâğıdı bastı ve basılmasını istediği
metinden istediği kadar nüsha çoğalttı. Basım işlemi bittikten sonra
da kalıbı yeniden ısıtarak harfleri tek tek söktü. Bu harfleri
sonraki seferlerde tekrar tekrar kullanabilme usûlünü geliştirdi.
Böylece tipo baskı tekniğinin ilk örneği elde edilmiş oldu.
Çinlilerle komşu olan ve münâsebette bulunan Türkler de matbaayı
kullanmaya başladılar.
Türkiye Bilimsel Araştırma Kurumu Tübitak’ın aylık
olarak yayınladığı Bilim ve Teknik Dergisinin Ağustos 1993 târihli
309. sayısında Türklerin M.S. 8. yüzyılda matbaayı bildikleri ve
baskı tekniğini kullandıkları şöyle bildiriliyor; “Basım işinin
bulunması Çinliler ve Türklere âittir. Berlin-Brandenburg Bilimler
Akademisince yapılan araştırmalarda Doğu Türkistan’da yaşamış Türk
halklarının dilleri ve kültürleri inceleniyor. Turfan yöresinde
yapılan kazılar ve elde edilen ip uçları basım işinin Türkiye’de
sanıldığı gibi, ilk defâ Mainz’li Alman Johannes Gutenberg
tarafından bulunmadığını buna karşılık M.S. 8. yüzyılda Doğu
Türkistan’da bulunduğunu ortaya çıkarıyor.
Bilimler Akademisi’nden Annamarie von Gabain’in
incelemeleriyle Berlin’de değerlendirilen Doğu Türkistan baskı
kitapları, Uygur ve eski Türk kültürünün örneklerini oluşturuyor ve
“Turfan Araştırmaları” olarak anılıyor. Sekizinci yüzyılın
ortalarında Kore ve Japonya’daki örnekleriyle benzerlik gösteren
Turfan tahta baskılar 100.000’den çok örneği basılmış olan budist
sutra resim ve metinleri gösteriyor. Eski Türkçe olan bu eşsiz
güzellikteki baskılar Doğu Türkistan’ın Taklamakan Çölü çevresinde
Tarım Irmağı, Aksu-Turfan şehirleri yörelerinde bulunuyor. Dînî
belgelerin, resmî evrakların, yıllık takvimlerin çoğunlukta olduğu
binlerce kitap tahta oyma harf ve klişelerle basılarak geniş bir
alana dağıtılmış bulunuyor. Berlin Brandenburg Bilimler Akademisi
ilk baskı örneklerini topluyor ve araştırmaları yoğun olarak
sürdürüyor.
Ticâret yapmak ve İslâmiyeti yaymak gâyesiyle Semerkand
ve diğer Orta Asya şehirlerine giden Müslüman-Arap tüccarlar kâğıt
kullanımını ve baskı tekniğini görerek memleketlerinde uygulamaya
başladılar. Kuzey Afrika üzerinden İspanya’ya geçen ve devlet kuran
Endülüs Emevileri de matbaa ve baskı tekniğini kullandılar.
Bunlardan da ticâret ve ilim öğrenmek için Endülüs’e giden
Avrupalılar öğrendiler. On dördüncü yüzyıldan îtibâren Avrupa’da
matbaa kullanılmaya başlandı. İlk zamanlar daha çok dînî mâhiyetteki
resimler basıldı. 15. yüzyılın başlarında ise birkaç sayfalık küçük
kitapçıklar basılmaya başlandı. 1423-37 seneleri arasında harflerin
tek tek ağaçtan oyularak hazırlanmasına geçildi. Daha sonra metalden
hazırlanan harflerle baskı yapıldı. Önce pirinç veya tunçtan bir
dizi harf kalıbı hazırlandı. Sonra bu kalıplar, basılacak metni
meydana getirecek şekilde kil veya kurşun gibi yumuşak bir metal
matris üzerine tek tek vuruldu. Arkasından matrisin yüzeyine kurşun
dökülerek klişe levha hazırlandı. Böylece Tipo baskı tekniğinde
matbaa geliştirilmiş oldu.
Yanlış olarak matbaayı keşfeden Avrupalı bilgin diye
tanıtılan Johannes Gutenberg daha önceden bilinen baskı tekniğini
biraz daha geliştirdi. Harfleri ve karakterleri tek tek dökerek
hazırladı. Önce karakterin pirinç veya tunçtan kalıbını hazırladı.
Kalıpların çevresine kurşun dökerek bir matris elde etti ve bunun
üzerine kurşun kalay ve antimon karışımı bir alaşım dökerek
karakterler elde etti.
Altta sâbit bir yatak ile üstte vidalı bir kol yardımıyla
düşey olarak hareket eden bir kapaktan meydana gelen bir matbaa
makinesi geliştirdi. Bu sistemde baskısı yapılacak klişe yataktaki
metal bir çerçeveye tesbit ediliyor, mürekkepleniyor ve üstüne kâğıt
konuluyordu. Daha sonra kapak kâğıdın üzerinden, merdâne belli bir
basınçla bastırılarak kâğıt üzerine baskı gerçekleştiriliyordu. Bunu
tâkiben Peter Schöffer 1475’te yumuşak metal kalıplar yerine çelik
kalıpların kullanılması uygulamasını başlattı. Satırların düzgün bir
biçimde dizilebildiği bakır klişelerin hazırlanmasını elverişli hâle
getirdi. Baskı makinesinin yatak bölümü de hareketli duruma
getirilerek kâğıt değiştirme, klişe mürekkepleme ve üst kapağa
basınç uygulama işlemleri de kolaylaştırıldı.
Matbaa ve baskı sistemlerinde zaman içinde yeni
değişiklikler oldu. 1790’da İngiliz William Nicholson mürekkepleme
işleminde deriyle kaplı merdane kullanımını başlattı. 1795’te ABD’li
Samuel Rust tamâmen çelikten yapılmış ve üstten vidayla sıkıştırılan
matbaa makinesini geliştirdi. 1803’te Alman Friedrich Koenig buhar
gücünden ve dişli çark sisteminden faydalanarak baskı kapağının inip
kalkmasını, yatağın ileri geri hareketini ve klişenin merdânelerle
mürekkeplenmesini tek bir mekanik hareket olarak birleştirdi.
1811’de yardımcısı Andreas Bauer ile birlikte baskı kapağının
yerine, üzerine kâğıt sarılı bobinlerin kullanımını başlatarak
rotatif baskı sisteminin gelişmesinin ilk adımlarını attı. 1865’te
ABD’li William Bullock tabaka yerine bobin kâğıtlar kullanarak kâğıt
besleme işlerini devamlı kıldı. Daha sonra da otomatik katlama
makinelerini geliştirerek basım işini hızlandırdı.
On dokuzuncu yüzyılın sonlarında ve yirminci yüzyılda matbaa
makineleri ve baskı teknikleri husûsunda büyük gelişmeler oldu. Tipo
baskı sisteminin yanında tifdruk, rotogravür ve ofset teknikleri
kullanıldı. Basımı yapılacak yazıların harf klişelerini tek tek
dökerek dizen sıcak metal kullanan dizgi makinelerinin yerini çok
hızlı optik usullerin kullanıldığı bilgisayarlı dizgi makineleri
aldı. Bu sâyede büyük okuyucu kitleleri olan gazeteler çoğaldı.
Türkiye’de ilk matbaayı 1493’te İstanbul’da İspanya’dan
göç eden Mûsevîler kurdu. 1567’de Ermeniler, 1627’de Rumlar
tarafından İstanbul’da matbaa açıldı. İlk Türk matbaası ise İbrâhim
Müteferrika tarafından 1727’de kuruldu. Geçimlerini kitap yazmakla
kazanan bâzı hattatlar, çıkarlarına ters düştüğü için matbaanın
kurulmasına karşı çıktılar. Ancak Şeyhülislâm Yenişehirli Abdullah
Efendi verdiği fetva ile matbaa kurmanın İslâm dîni açısından bir
mâni olmadığını bildirdi. Bununla ilgili olarak; Yenişehirli
Abdullah Efendiye matbaa açmak kitap basmak husûsunda şöyle soruldu:
“Kitap basma sanatını iyi bildiğini söyleyen bir kimse, lügat,
mantık, astronomi, fizik ve benzerleri, âlet ilimleri kitaplarının
harflerini ve kelimelerini birer kalıba çıkarıp buradan kâğıtların
üzerine basarak bu kitapların benzerlerini elde ederim dese bu
kimsenin böyle kitap basmasına dînimiz izin verir mi?” Şeyhülislâm
Yenişehirli Abdullah Efendi cevâbında; “Kitap basma sanatını iyi
bilen bir kimse, bir kitabın harflerini ve kelimelerini birer kalıba
çıkarıp, buradan kâğıtlara basmakla bu kitaptan az zamanda kolayca
çok sayıda kitap elde ediyor. Böylece çok ucuz kitap yazılmasına
sebep oluyor. Faydalı bir iş olduğundan dînimiz bu kimsenin bu işi
yapmasına izin verir. Kitapta yazılı ilmi bilen birkaç kişi önce
kitabı tashih etmelidir. Tashih ettikten sonra basılırsa güzel bir
iş olur.” buyurdu.
Yenişehirli Abdullah Efendinin bu fetvâsı İslâm dîninin ilme,
tekniğe, fenne ve yeni teknolojik gelişmelere verdiği önemi ortaya
koyduğu gibi“İslâmiyet bizi geri bıraktı ilmî ve teknik gelişmelere
mâni oldu” diyerek gençliği târihinden, dîninden ve îmânından
soğutmak isteyenlerin çirkin iftirâlarına cevap teşkil etmektedir.
İbrâhim Müteferrika tarafından kurulan ve
“basmahâne” diye anılan bu matbaada ilk olarak Vankulu Lügatı
basıldı. Toplam 23 kitabın basıldığı bu matbaa 1794’te kapandı.
1795’te Hasköy’deki Mühendishânede ikinci bir matbaa kuruldu. Sultan
Üçüncü Selim Han tarafından 1802’de Dârü’t-tıbaati’l-Cedîde adıyla
üçüncü bir matbaa kuruldu. Bu matbaa daha sonra Sultan İkinci Mahmûd
Han zamanında 1831’de Takvim-i Vekâyî adlı resmî gazetesinin
basılması için kurulan Takvimhâne-i Âmire matbaasıyla birleşerek
Matbaa-i Âmire adını aldı. Mısır’da kurulan Bulak Matbaası ve
İstanbul’da kurulan Matbaa-i Bab-ı Hazret-i Seraskeriyye Matbaası,
Maçka Mekteb-i Harbiye Matbaası, Ceridehane Matbaası, Mekteb-i
Tıbbiyye-i Adliye Matbaasından başka yeni matbaalar da kuruldu.
1860’tan sonra basım ve yayın çalışmaları daha da hız
kazandığından 100’den fazla matbaa kuruldu. Bunu tâkip eden
senelerde de matbaa kurma çalışmaları artarak devâm etti. Dönemlere
göre kurulan matbaa sayısı ise şöyledir; 1729-1875 arasında 151,
1876-1892 arasında 172, 1893-1907 arasında 199, 1908-1917 arasında
368.
Osmanlı Devleti döneminde uzun yıllar hizmet vermiş olan
Matbaa-i Âmire Cumhûriyetin kuruluşundan sonra Milli Matbaa ve
Devlet Matbaası adını alarak faaliyetini sürdürdü. 1 Kasım 1928’de
yapılan harf inkılabından sonra matbaacılık bir bunalım dönemine
girdi. Bazı matbaalar kapandı. Daha sonra İstanbul dışında Ankara,
İzmir, Bursa ve Adana gibi şehirlerde çeşitli matbaalar açıldı. İlk
zamanlar linotip, rotatif baskı tekniklerinin kullanıldığı
matbaalarda 1950’li yılların sonunda tifdruk, 1960’lı yılların
sonunda ise ofset baskı tekniğine geçildi. Çeşitli il ve ilçelerde
kurulan matbaaların sayısı giderek arttı. Bugün ülkemizde pekçoğu en
son teknik gelişmelere göre faaliyet gösteren 3000-4000 civârında
matbaa bulunmaktadır.
*
KAYNAK :
YENİ REHBER ANSİKLOPEDİSİ
’NDEN ALINDI.
** ** *** * ** ****
|
MEDRESELERDEN
POZİTİF BİLİMLER
MASONLAR TARAFINDAN KALDIRILMIŞTIR.
*
Yahudi ve masonların İslâm’a saldırıları,
İslâm’ın doğuşu ile başlamıştır. Daha önceleri Hz. Zekeriya (a.s.)’a
suikast düzenleyerek ölümüne sebep olan Yahudiler, Hz. Resûlullah
(s.a.v.) Efendimizi öldüremeyince İbn-i Sebe vasıtasıyla
Şiiliği kurup gelişmesini sağlamışlardır. Bektaşiliği, Mevlevîliği,
Rufaîliği, doğru yoldan çevirmişler, içlerine zikir diye çalgı
sokmuşlardır. Yine Bahailiğin merkezi İsrail’dedir.
Bu şekilde İslâm’ın gelişmesini
engelleyemeyen Yahudiler ve masonlar bu gelişmeyi durdurabilmek için
çeşitli çareler aramışlar ve çareyi İstanbul İngiliz büyük elçisi
bulmuştur. Çare, Osmanlıların ilim ve fende gelişmesini sağlayan
Medreselerin kapatılmasıydı ve İngiliz büyük elçisinin teklifi
şöyleydi:
“Osmanlılar, aldıkları
esirlere hiç kötülük yapmıyor, kardeş gibi davranıyorlar. Hangi
dinden olursa olsun, küçük çocukların zekâlarını ölçüyorlar. Keskin
zekalı çocuklar seçilerek, saraydaki (Enderun) denilen mekteplerde ,
değerli öğretmenler tarafından okutuluyor, İslâm bilgileri,
İslâm ahlakı, fen, kültür dersleri, verilerek, kuvvetli, başarılı
Müslüman olarak yetiştiriliyorlar. Osmanlı ordularını zaferden
zafere ulaşdıran değerli kumandanlar ve Sokullular, Köprülüler gibi
seçkin siyaset ve idare adamları, hep böyle yetiştirilen keskin
zekalı çocuklardı. Osmanlı akınlarını durdurmak için, Müslümanları
ilimde, fende, geri bırakmak lazımdır.”
İngiliz sefirinin bu teklifi çok doğru görülerek,
Avrupa’da İskoç ve Paris mason locaları çalışmağa başladılar.
Müslümanları aldatmak, medreselerden, mekteplerden ilmli fenli din
adamları ve idareciler yetiştirilmesini önlemek için planlar
hazırlandı. Cahil bırakılan gençler, Avrupa’da dinsiz yapıldı. Zevk
ver sefahate alıştırıldı. Yalancı etiketler, diplomalar verilerek
anavatana gönderilen fen adamları şeklindeki sinsi düşmanlara,
masonların çok kurnaz ve milyonlar harcayarak çevirdikleri
diplomaları ile, Osmanlı devletinde iş başlarına getirildi. Mesela
mason olan Mustafa Reşid Paşa, Fuat Paşa ve Talat Paşa din
derslerini de azalttılar. Fatih Sultan Muhammed Han zamanında
medreselerde okutulan din ve fen bilgileri dersleri çoktu.
Tanzimattan sonra ve hele ittihadcılar zamanında çok azalmıştı.
İslam düşmanları, çok sinsi ve iki yüzlü davranarak başarı
sağladılar. [ Türkiye Tarihi. , Baskı 1967, 12. cilt ]
Aynı takdiği
Yahudi ve Masonlar Rusya’da da kullanmışlardır.
“1924-1928 yılları
arasında medreselerin tamamı ortadan kaldırılmadı. 1930 yılına kadar
da dinî okullar tamamen yok edildi. Medrese müderrisleri tevkif
edildi. Burada bulunan kitaplar ya imha edildi veya Sovyet
kütüphanelerine gönderildi. Fakat bu kitapların nerelerde olduğunu
bilenler bugün azdır. Dinî okul ve medreselerin kapatılması ile Türk
– Müslüman münevverlerine de büyük darbe vurulmuş oldu. Artık eski
eserleri okuyacak kimse kalmamıştı.” (Komünizmin Din
Politikası, Ufuk Ajans Yayınları. No:2. Sh:56)
Medreselerin kapatılması ve
İslam eski eserlerinin ortadan kaldırılmasıyla Müslümanların geçmişi
ile bağları koparılıyordu. Böylece İslâm’ın gelişmesi
engellenecekti. Özünden habersiz, masonların yazdığı eserlerle
yetişmiş şuursuz Müslümanlar ortaya çıkacaktı.
** ** *** * ** **** |
MATBAANIN OSMANLI DEVLETİNE GEÇ GELMESİNİN
SEBEBLERİ |
*
İslam'a karşı çevreler kasıtlı
olarak, “İslâm’ın yeniliğe, gelişmeye engel olduğunu” iddia ederek,
matbaanın da ülkemize geç gelmesine dinimizin engel olduğunu iddia
ederler. Bu İslâmiyet’i “gerici, ilme set çeken bir din” olarak
gösterme gayretinden başka bir şey değildir. Matbaanın Osmanlılara
girmesine Sultan lll.Ahmed zamanında Şeyhülislâm Abdullah
Efendi bizzat fetva vermiş ve matbaanın biran önce kurulmasına
teşvik etmiştir.
* Burada Osmanlıya matbaanın girişi üzerinde duralım.
Osmanlıya matbaanın geç geldiği doğrudur. Bunun elbet bir kısım
sebep ve gerekçeleri vardır. Yalnız şunu hemen belirtelim ki,
Osmanlılarda ilk kurulan matbaa İbrahim Müteferrika’nın kurduğu
matbaa değildir. Azınlıklardan Yahudiler 1495’te Selanik’te 1505 ve
daha sonraki tarihlerde İstanbul’da birçok matbaa kurmuşlardı. 16.
Yüzyılda Musevilerle birlikte Rum, ermeni, Romen gibi azınlıkların
da matbaaları vardı. Bunlara en küçük bir müdahale dahi
yapılmamıştı. Fakat ilk resmî matbaayı kurabilmek için daha çok
beklemek gerekecekti.
Bunun en önemli sebebi
imparatorlukta bir hattatlar ordusunun bulunuşuydu. Sadece
İstanbul’da 90 bin hattat vardı. Matbaanın yapacağı işleri onlar
fazlasıyla görebiliyor. Onun için de matbaaya ihtiyaç duyulmuyordu.
Mesele tamamen ekonomikti.
Böylece bir anda matbaaya geçiş bu kadar insanın aç ve işsiz
kalması demek olurdu. O tarihlerde yapılan divitle kalemin sembolik
cenaze merasiminde, hattatların açıkça işsiz kalacaklarını ilân
edişleri de bu gerçeğin dile getirilmesinden başka bir şey değildir.
Gerçek bu olunca meseleyi taassuba dayandırmak insafla
bağdaşmaz.
Ayrıca 3. Murad zamanında
yurt dışında basılmış Osmanlıca, Arapça, ve Acemce eserlerin Osmanlı
ülkesinde serbestçe satılışı, üstelik azınlıkların matbaalarına ses
çıkarılmayışı işin kökeninde taassup olmadığının açık
delillerindendir.
* İslâm dîninden haberi olmıyan fen taklîdcileri, fen
yobazları, gençleri aldatmak, dinden çıkarmak için yalan ve
iftirâlarla saldırıyorlar. Din adamlarına yobaz, gerici diyorlar.
Din adamları, fen düşmanıdır diyorlar. İslâm kitâblarını okuyan,
islâm dîninin ileri, üstün bilgilerini anlıyan, insâflı bir fen
adamı, bu yalanlara aldanmaz. Onların kötü niyyetlerini, dost
görünen sinsi düşman olduklarını hemen anlar ise de, din bilgisi az
olan, ana baba yuvasından bilgi almayan zevâllılar, bu alçakların
tuzaklarına düşmekde, felâkete sürüklenmekdedir.
Mekteb
çocuklarını, (Avrupada matba’a yapılırken, kitâblar basılırken,
bizdeki sarıklı, sakallı, kara kafalılar, matba’a günâhdır, gâvur
îcâdıdır diyerek yapdırmadılar. Yıllarca geri kalmamıza sebeb
oldular. Müslimânlık, çöl kanûnu, türklüğe çok zarârlı oldu)
diyerek, dinsiz, îmânsız yetişdirmek istiyorlar. İslâm düşmanlığı
aşılıyorlar. İslâmiyyete, ilm, fen, ahlâk yolundan saldıramadıkları
için, böyle alçakça yalanlar düzüyorlar, körpe dimâgları
zehrliyorlar. Her iftirâları gibi, bu sözlerinin de yalan olduğu
meydândadır. Kara zihniyyet dedikleri islâm âlimlerinin en yüksek
temsîlcileri olan Osmânlı şeyh-ul-islâmlarından elliyedincisi,
Yenişehrli Abdüllah efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, matba’a
açmak, kitâb basmak için kendisine soruldukda, bakınız nasıl cevâb
vermişdir: İbrâhîm-i Müteferrika adındaki Macar asllı bir müslimân,
İstanbulda 1139 [m. 1725] de ilk matba’ayı kurmak isteyince, şeyh-ul-islâma
soruluyor: (Kitâb basma san’atını iyi bildiğini söyliyen bir kimse,
lügat, mantık, astronomi, fizik ve benzerleri âlet ilmleri
kitâblarının harflerini ve kelimelerini birer kalıba çıkarıp,
buradan kâğıdların üzerine basarak, bu kitâbların benzerlerini elde
ederim dese, bu kimsenin böyle kitâb basmasına islâmiyyet izn verir
mi?). Şeyh-ul-islâm Abdüllah efendi, cevâbında: (Kitâb basma
san’atını iyi bilen bir kimse, bir kitâbın harflerini ve
kelimelerini birer kalıba çıkarıp, buradan kâğıdlara basmakla, bu
kitâbdan az zemânda kolayca, çok sayıda elde ediyor. Böylece çok
ucuz kitâb yazılmasına sebeb oluyor. Fâideli bir iş olduğundan,
islâmiyyet bu kimsenin bu işi yapmasına izn verir. Kitâbda yazılı
ilmi bilen birkaç kişi, önce kitâbı tashîh etmelidir. Tashîh
etdikden sonra basılırsa, güzel bir iş olur) buyurmuşdur. Bu cevâb,
(Behcet-ül-fetâvâ) kitâbının (Hazar ve lebs) faslında yazılıdır.
İslâm dîninin ilme, fenne nasıl kıymet verdiğini göstermekdedir.
Matba’a 851 [m. 1447] de, makinaları ise, 1192 [m. 1778] de keşf
edildi. Kâğıd 130 [m. 747] de keşf edildi.
*** *** *** ***
*
Matbaanın Osmanlıya geç girmesinin sebeplerinden birisi
bizzat İslam dininin kendisi olduğu, hakim bir görüş olarak zaman
zaman ileri sürülmüştür. Ancak bütün bu iddialar yersiz olup hiçbir
ilmî değer taşımamaktadır. Zira İslam-Türk kültür ve medeniyet
tarihin derinliklerine nüfuz ederek muhtelif devirlerdeki
devrini yakînen tetkik edersek, İslamiyet’in, bilginin üstünlüğü
hakkında veciz esaslar ortaya koyduğunu ve her zaman ilerlemeyi
teşvik etmiş olduğunu görürüz. Bu dinin kendi peygamberine (ASM)
meâlen “Hem dünyayı hem ahireti dileyen ilme sarılsın.”
Şeklindeki beyanları bunu açıkça ifade eder. İlme, müsbet dünya
görüşüne ve ilerlemeye müstesna bir ehemmiyet vererek her
halükârda cemiyetlerin, fertlerin fikri gelişmelerini teşvik etmiş
olan İslamiyet’in matbaa teşebbüsünü dine aykırı bularak reddetmesi
düşünülemez. Şu halde matbaanın açılması hadisesi din tartışmaları
gibi bir hadise değildir. Aksine, iyi bir gelişme sayılan bir iş
“ Din tarafından engellendi” diyerek kasıtlı bir hüküm vermek kolay,
fakat hiçbir zaman doğru olmayan hem de ilim ve tarihe aykırı bir
tutumdur.
Avrupa kültür tarihinde
dönüştürücü bir rol oynadığı düşünülen matbaanın Osmanlı
topraklarında epey farklı bir serüveni olmuştur. Ancak bu farklılık
pek çok kişinin sandığı gibi matbaanın Osmanlı kitap dünyasına iki
buçuk yüzyılı aşkın bir "gecikme"yle girmesine indirgenemez,
indirgenmemelidir de.
Öncelikle, matbaanın
Osmanlı kültür hayatına ilk olarak 1726'da, İbrahim
Müteferrika'nın
çabalarıyla girdiği pek sık tekrar edilen, ancak hiç de doğru
olmayan bir klişedir. Bu klişenin bu kadar tutmasının sebebi
"Osmanlı"nın çok yanlış bir şekilde Müslüman Osmanlılar'la bir
tutulmasından ileri gelir. Oysa bu dar çerçeveyi bırakıp Osmanlı
toplumunun çok dilli, çok dinli yapısı dikkate alındığında ortaya
çok daha karmaşık bir hikaye çıkar.
Gerçekte, matbaanın Osmanlı topraklarına girmesi ilk olarak 1494'de
Osmanlı topraklarına İspanya'dan göç eden Seferad Yahudilerin
İstanbul'da bir matbaa kurmasıyla gerçekleşir. Bu matbaayı 1527'de o
zamanlar yoğun bir Yahudi yerleşmesi haline gelen Selanik'te bir
matbaa ve 1530'da yine Istanbul'da bir başka matbaa izler. Bu
matbaalarda İbranice ve Latince, ağırlıklı olarak dini kitaplar, ama
bunların yanısıra lugatler ve tarihler de basılır.
İstanbul'daki ilk Ermeni matbaası ise 1567'de kurulur ama ancak kısa
bir süre faaliyet gösterir. Bundan kısa bir süre sonra, 1587'de,
Venedik'te yerleşmiş Ermenilerin kurdukları matbaa daha uzun ömürlü
olur. Yine de Ermenice matbu kitapların manastırlarda çoğaltılan
yazma kitaplara göre önem kazanması, ancak 18. yüzyılda, yeni
teknolojilerle İstanbul'da tekrar Ermenice bir matbaa kurulması ve
İstanbul'un Ermeni basım hayatının merkezi olmasıyla gerçekleşir.
Benzer şekilde,
Rum Ortodoks cemaatinin matbaa serüveni de Latinlerin idaresi
altında yaşayan Rum Ortodoksları arasında başlar; Rumca basılan ilk
eser 1509 tarihli olmakla birlikte İstanbul Rumlarının Londra'dan
getirttikleri aletlerle başkentte bir matbaa kurmaları 1627'yi
bulur.
Osmanlı Devleti'ne
matbaa 1727 yılında değil, daha erken tarihlerde gelmişdir.
Müslümanların eserlerini basdıkları ilk resmî matbaanın tarihi 1727
dir. ancak yahudiler 1488 yılından itibaren, ermeniler 1567 yılından
itibaren, rumlar da 1627 yılından itibaren, matbaalarını
kurmuşlardır. hatta ll.Bayezid zamanında 19, yavuz sultan selim
zamanında 33 kitap basılmıştır. bu kitapların üzerinde, "ll.Bayezid'in
himayelerinde basılmışdır." ibaresi
yer almaktadır.
lll.Murad,
Arap harfleriyle basılan Geometriye dair Usul'ül- Oklidis kitabının
serbesce satılması için 996/1588 tarihli fermanla izin ve müsade
vermişdir.
lV. Murad zamanında İstanbul'da bir matbaa kurulması için istendiği
ve bu iznin verildiğini Mustafa nuri paşa kaydederken, Enderun
tarihçisi Ata da, ilk resmî matbaa teşebbüslerinin lV. Murad
zamanında başladığını ve ancak netice 1727 yılında ulaşıldığını
anlatmaktadır. Bu bilgiler, osmanlı padişahlarının matbaa aleyhinde
oldukları görüşünü reddetmektedir. o halde, osmanlı devletindeki
matbaanın değil, belki resmî matbaanın kuruluşunun tarihi 1727 dir.
yoksa matbaa Avrupada Gutenberg tarafından kurulan müesseseden 33
yıl sonra osmanlı ülkesine girmiş ve çok sayıda kitap da basılmışdır.
Kısaca Arap harfleriyle olmak üzere XV. asırdan itibaren
İstanbul'da, Halep'de ve 1514 den itibaren de bazı Avrupa
şehirlerinde kitablar basılmışdır.
Netice olarak, matbaa
272 sene değil 33 sene sonra osmanlı devletine girmişdir. Ancak
resmî matbaanın kurulması ve kitap basılması, zikredilen sebeplerle
maalesef 200 yıl veya düzenli matbaa hesaba katılırsa 272 yıl
gecikmişdir. Televizyonun Türkiye’de ve hem de 20. Yüzyılda elli
sene geciktiği ve internetin ancak 20 yıl gecikmeyle ülkemize
girdiği, belli sebeplerle nasıl açıklanıyorsa, matbaanın gecikmesi
de öylece açıklanabilir. Yoksa islamiyetin ilme ve teknolojiye karşı
çıkma iddialarıyla bunun ilgisi yoktur.
İslamiyetin bilimsel gelişmeleri teşvik etmesi sonucudur ki, bugün
pozitif bilim dediğimiz sahanın öncüleri hep müslümanlar
olmuşlardır. Beyruni, Dünyanın döndüğünü Galile’den 600 sene önce
eserlerinde yazmıştı. Newton’dan 600 sene önce dünyanın çapı
hesaplanmıştı. Battani 10. Yüzyılda Trigonometrinin kaşifidir. Sinus,
cosinus’u ilk kullanandır. Ebu’l Vefa trigonometri’ye tanjant-cotanjant,
sekant gibi terimleri kazandırmıştı. Mağribi ise Pascal’dan 600 sene
önce Pascal üçgenini bulmuştu. İbrahim Heysem optik ilmini 11.
Yüzyılda kurduğunda Avrupa pislik içindeydi. Ali b. Abbas 10
yüzyılda dünyada ilk kanser ameliyatını yapan kişi olarak tarihe
geçmişti.
Bütün bu alimlerin
kaleme aldığı eserler kolayca çoğaltılsın diye 800 yılında Bağdad’da
büyük bir kağıt fabrikası kurulur. Abbasi Halifesi Me’mun döneminde
Bağdad’da Daru’l Hikme isimli kültür yuvasında bir milyondan fazla
kitap vardır. 891’de bir gezgin sadece Bağdad’da 100’den fazla halka
açık kütüphane olduğundan bahseder. 10. Yüzyılda Irak’taki küçücük
Necef şehrinde 40 bin kitap bulunuyordu. İslamiyetin hüküm sürdüğü
en uç nokta olan Endülüs İspanyasında Cordoba şehrinde 400 bin
ciltlik bir kütüphane vardı ki bu tarihten tam 400 sene sonra Fransa
kralı Charles Sage, namı diğer bilgiç Şarl sadece 900 kitap
toplayabilmişti. Tarihin en büyük kütüphanesi Kahire’de ...
yıllarında kurulmuştu. 6 bini matematik olmak üzere 1.600.000
ciltlik bir hacme sahipti. Bütün bu kitaplar hattatlar tarafından
elle yazılarak çoğaltılıyordu ki, halkın bilgi seviyesini bir
düşünün.
Gelelim kendi
tarihimize... Selçuklu döneminde modern üniversiteler kurulmuştu.
Bunlardan en meşhuru Sultan Sencer zamanında Bağdad’da kurulmuştu.
Nizamiye medreseleri adı altında fakülteler zinciri kurulmuş ve
başına da büyük İslam Alimi İmam-ı Ğazzali hazretleri getirilmişti.
Bu medreselerde astronomi, anatomi vb. bilimlerin yanısıra dini
bilimler de öğretiliyordu. Bizzat İmam-ı Ğazzali hazretlerinin
eserlerinden anladığımız kadarıyla güneşin büyüklüğü, dünyanın
yuvarlak oluşu ve döndüğü o zamanlar herkes tarafından biliniyormuş.
Osmanlılarda da
bilimsel çalışmalar hızla devam eder. Eğer bilimsel çalışmalar
olmasaydı, Fatih Sultan Mehmed Han havan topunu ve ilk füzeyi imal
edecek alt yapıyı bulamazdı. Havan topu ilk olarak İstanbul
kuşatmasında, füzeler ise
İşkodra harekatı sırasında kullanılmıştı.
** ** ** **
*
* MATBAANIN AZ
BİLİNEN SERÜVENİ
Osmanlı Devleti matbaanın, Avrupa’da
kuruluşundan (1455) kısa bir süre sonra haberdar oldu. Osmanlı’ya
matbaa bilinenin aksine 1727’de değil, daha erken tarihlerde geldi.
Müslümanların eserlerini bastıkları ilk resmî matbaanın tarihi
1727’dir.
İlk matbaa, Museviler aracılığıyla II. Beyazıd
zamanında yurda getirildi. Padişahın verdiği izinle 1488’de
kitapların neşrine başlandı. Yani Osmanlı tebaası Yahudiler
1488’den, Ermeniler 1567’den ve Rumlar da 1627’den itibaren
İstanbul’da matbaalarını kurdular.
Hatta matbaada basılan eserlerin kapağına “Sultan II.
Beyazıd Han’ın himayesinde neşredilmiştir” ibaresi konuldu. II.
Bayezid zamanında 19, Yavuz Sultan Selim zamanında 33 kitap basıldı.
III. Murad, Arap harfleriyle basılan geometriye dair
“Usul’ül-Oklidis” kitabının basılması ve satılması için 1588 tarihli
fermanla izin verdi. Enderun tarihçisi Ata’ya göre ilk resmî matbaa
teşebbüsüne IV. Mehmed (1648-1687) zamanında başlandı.
IV. Mehmed devrinde bir matbaa kuruldu, hatta bazı
kitaplar da basıldı. Fakat lâkin harfleri intizamlı olmadığından
devam ettirilemedi.
MÜTEFERRİKA’NIN RESMÎ MATBAASI
İbrahim Müteferrika’nın yazdığı, matbaa kurulmasının cemiyete
sağlayacağı faydaları açıklayan Vesiatü’t-Tıbaa
başlıklı risalenin, Sultan III. Ahmed ve Sadrazam Damat
İbrahim Paşa tarafından beğenilmesi, resmî matbaanın
kurulmasında belirleyici oldu.
Osmanlı’nın ilk resmî-devlet matbaasını kuran İbrahim
Müteferrika
Matbaanın kurulması için dinen ve aklen hiçbir engelin
bulunmadığını açıklayan layihadan sonra mesele Şeyhülislâm Abdullah
Efendi’ye soruldu. O da hemen olumlu cevap verdi. Ulemadan ondan
fazla kişinin de fikirleri alındı. Onlar da takdirle karşıladılar.
Padişah ve Şeyhülislam’ın da bu işi desteklemesi sebebiyle,
fetva da ferman da kolayca çıkarıldı.
Fetvanın ardından, Temmuz 1727’de padişah fermanı çıktı.
Matbaada ilk olarak 1729’da “Vankulu Lügati” basıldı.
Fermanda şimdilik tefsir, hadis, fıkıh ve kelâm kitaplarının
basılmayacağı ifade edildi. Bu da, Müteferrika’nın dilekçesinde
belirttiği; “Biz tefsir, kelâm ve fıkıh kitapları dışındakileri
basmak istiyoruz” talebinin bir neticesiydi. Ferman, talebe göre
düzenlendi.
Ayrıca ulemadan bazıları, ilk kitabın başına
“takriz”ler (övgü yazıları) yazdılar. Hatta Şeyhülislam,
Müteferrika’ya basması için iki kitap tavsiye etti.
Bunun da ötesinde devlet, hem maddi hem de manevi
olarak matbaayı destekledi. İlk eserlerin basımı sırasında
matbaadaki işçilerin ücreti devlet tarafından karşılandı.
** ** ** ** ** ** ** |
Türk Matbaacılığının
Gecikme Sebebi Dinî mi?
* Matbaacılığın
15. yüzyıl ortalarında Avrupa’da yayılmasına rağmen Osmanlı’da
1727’ye kadar gecikmesinin en mühim sebebi; gerek İstanbul’da gerek
taşrada hattatlıkla geçinenlerin çok büyük bir sayıya ulaşmasından
kaynaklanmaktadır. Yani sebep büyük ölçüde ekonomiktir. Mes’elelerin
bazı çevrelerce iddia edildiği gibi gericilikle, yobazlıkla bir
ilgisi yoktur.
Osmanlı Askerî Kuruluşunu Avrupa’da tanıtan Kont Marsigli,
kendisinin İstanbul’da bulunduğu zaman şehirde 90 bin hattat’ın
olduğunu söyler. Yani 90 bin ailenin el yazısı ile geçinmesi söz
konusudur. Padişahlar, bu kadar insanı işsiz bırakmanın sosyal ve
ekonomik bazı buhranlara yol açmasından çekindikleri için, yerli
matbaalara izin vermemiştir.
Matbaacılığın birden kabûlü, böyle büyük
bir zümreyi işsiz bırakmak demekti. Bu yüzden ilk Türk matbaasının
açılmasına izin verilirken, dinî eser basmamak kaydı konulmuştu.
Zaten, Avrupa’da basılmış Türkçe,
Arapça ve Acemce eserlerin 3. Murad devrinden itibaren,
padişah fermanı ile Türk piyasasında arzedilmesi de, mes’elenin
taassupla bir ilgisi olmadığını apaçık göstermektedir.
Matbaacılığın geç girdiği başka devletler
de vardır.
Yukarıda belirttiğimiz ekonomik sebepten
ayrı olarak şu 2 endişenin de Türk matbaacılığının gecikmesinde bir
ölçüde rol sahibi olduğu ileri sürülmüştür:
1— Dinî kitapların baskı sırasında gerekli saygıyı
görmemesi endişesi...
2— Yazma kitapların san’at değeri ve estetik güzelliği
yanında, basılı eserlerin rağbet bulmama endişesi... Nitekim ilk
zamanlar, basılmış eserler daha ucuz ve hatasız olduğu halde, pahalı
yazma nüshalar, onlara tercih edilmiştir...
*** *** ***
**
Bazı
aydınlarımız, matbaanın dînî bağnazlık yüzünden ve “gâvur icadıdır,
dine manidir” diyerek engellendiğini iddia etmektedir. Niyazi
Berkes'e ait olan şu ifadeler ise meselenin gerçek sebebini
açıklar mahiyettedir:
Kitap basımının şeriata aykırı olduğu iddiasıyla
basımevi açılmasına ulemanın karşı geldiği yollu yaygın bir inanç
vardır... Gerçekte ise, ulemadan böyle bir direnme geldiğini
gösteren hiçbir delil yoktur. Şeyhülislam Abdullah Efendi (matbaa
açılması için) fetvayı hemen vermiş, ulemadan on bir kişi ilk
kitabın başına konan ‘takriz'ler yazmıştır... Şeyhülislam, İbrahim
Müteferrika'ya basılmasını gerekli gördüğü iki kitabı salık
vermiştir. Matbaanın tashih işlerine bakmak üzere de ulemadan üçü
Kadiri, biri Mevlevi şeyhi dört kişi memur edilmiştir.”
Niyazi Berkes'e göre, matbaanın geç gelmesinin sebebi,
Osmanlı lonca sistemi, yani esnaf teşkilatlanması usulü idi.
O dönemde, Kapitalizm öncesi Avrupa'da olduğu gibi Osmanlı
Devleti'inde de, ticarî anlaşmalarla teknik uygulamalar, kısaca
ekonomi üzerinde loncaların çok önemli belirleyici etkisi vardı.
Fabrikanın el tezgâhlarını çökerteceği ve bu sebeple, matbaanın
gelmesiyle birlikte pek çok hattatın işsiz kalacağı ortada idi. Bu
dönemde sadece İstanbul'da hattatlar locasının 90.000 üyesi
bulunuyordu. Ekonominin bozulduğu, işsizliğin sürekli arttığı, devam
eden savaşların ülkenin belini büktüğü bir zamanda bu kadar çok
kişinin bizzat işsiz kalmasının getireceği kargaşa ortada idi.
*** *** ***
**
"Osmanlı’ya matbaanın gelmesinin asıl nedeni, iktisadi sistemlerdir"
görüşüne tamamen katılıyorum. Haliç arasında karşıdan karşıya geçen
kayıkçılar da Galata Köprüsü’nün yapılmasına karşı çıkmışlardı.
Osmanlı’nın matbaayı bilmemesi imkânsız. Sultan Ahmet’de yüzlerce
hattat vardı. Küçük taburelerinde oturur. Getirdiğiniz kitapların
ustalıkla cildini açarlar. Sayfaları kendi aralarında paylaşıp,
çoğaltarak kopya ederlerdi. Bu kitap kaç sayfa olursa olsun, ister
50 ister 500, böyle yapılırdı. Bu hattatların işlerinin ellerinden
alınma korkusu, matbaanın Osmanlı’ya gelmesini geciktirdiğini
düşünüyorum. Çünkü Osmanlı’da ekmek parasıyla oynamak büyük bir ayıp
ve günahtı. Dolayısıyla bu gecikmeye neden dini bağnazlık değil,
tamamen ekonomik sistem, loncaların sistem içindeki güçlü
yerleridir. ---- Reha Çamuroğlu (Tarihçi - Yazar)
MİLLİYET. GAZETESİ
Matbaanın gecikmesine asıl neden,
mesleksiz toplum oluşumuz, endüstri devrimi yapamamış olmamızdır.
Anadilinin yazma ve okuma boyutuyla ilgilenmeyen bir toplumda,
matbaanın gecikmesi normaldir. Soruları şöyle sormak lazım:
İstanbul’u almayı mı, matbaayı icat etmeyi mi tercih edersiniz? Ne
gecikmedi ki Türkiye’ye gelmekte? Türkiye’de 7 bin 250 kişiye bir
kitap düşüyor. Japonya’da 1000 kişiye, 1000 kitap; iki kişiye bir
gazete düşüyor. Biz 20 kişiye bir gazete düşüyor. Parlamentodan
geçmiş kaç siyaset adamı, anılarını yazmıştır? Parlamenterler kaç
kelimeyle Türkçe konuşuyorlar? Bugün oturup matbaanın gecikmesine
neden olarak loncaları, iktisadi sistemleri gösterip, kendi
tarihinin dalkavukluğunu yapmak yerine, senteze gitmek gerek. Biz ve
onlar ayrımından vazgeçmek gerekir. --
Çetin Altan (Gazeteci - Yazar) MİLLİYET. GAZETESİ
Bizim kültürümüzde insanların tek başına yaşama
alışkanlığı yok. Beraber okuyoruz, beraber tartışıyoruz. Osmanlı
Dönemi’nde mesela İsmail Saib Efendi’nin, Beyazıt Kütüphanesi’ndeki
seminerleri ki, ulema meclislerinin en üst düzeyidir, buna en tipik
örnektir. O dönemde Osmanlı’da bilinenin aksine çok az sayıda el
yazması var.Bu yüzden tarih ve edebiyat konularında kitap için,
matbaaya talep yok. Kitap okunmuyor. Oysa matbaanın icat edildiği
toplumlara baktığımızda, yüzlerce gazetenin çıktığını ve okunduğunu
görüyoruz. El yazması yüzlerce gazete çıkıyor. Ve matbaa bir ihtiyaç
sonucu icat ediliyor. Yalnız kalamadığımız ve okuma gibi bir
alışkanlığımız olmadığı için toplum olarak, bizim o dönem matbaa
talebimiz yok. Okuma yazma eğitiminin miktarında 14. asırdan
itibaren düşüklük var. Niyazi Berkes’inki laf değil. Matbaanın
gecikmesine asıl neden, matbaaya gereksinim duymayan okuma yazama
oranı düşük toplumdur. ... --- Prof. İlber Ortaylı
(Tarihçi - Yazar)
*
Matbaanın geç gelmesiyle, Müslümanlığın hiçbir ilgisi yoktur. Yeni
keşfedilen bir aletin hemen bütün dünyaya yayılması nasıl
beklenebilir? Bir alet, önce defalarca tecrübe edilir, eksiklikleri
tespit edilip giderilir, sonra ilk olarak keşfedildiği ülkede
yaygınlaşır, daha sonra zamanla, diğer ülkelerde yayılır.
Mesela televizyon 1920’li yıllarda
keşfedilmiş ve ilk TV yayınları İngiltere’de yapılmıştır. Türkiye’de
ise, ilk televizyon yayını 1968’de başlamıştır. Bu dönemde Türkiye,
Cumhuriyet ile idare ediliyordu. Buna rağmen, yarım asırlık bir
gecikme olmuştur ki, o tarih için, teknolojinin ilerlediği bir
dönemde, hiç de küçümsenecek bir gecikme değildir. Demek ki, suçu
Müslümanlığa bulmak, çok yanlış olur. Hıristiyan profesörün maksadı
matbaanın geç gelmesi değil, bir bahane bulup Müslümanlığı
kötülemektir.
Matbaacılığın Türkiye’ye gelmesinin gecikmesine, kitaplar matbaa
ile basıldığı takdirde işsiz kalacaklarından korkan kitap
müstensihleri, yani para karşılığında kitap yazanlar da sebep
olmuştur. Bunlar, matbaanın Türkiye’ye gelmemesi için çeşitli
propagandalar yapmışlar, divitlerini bir tabuta koyarak, Bab-ı
âli’ye kadar yürümüşlerdir. Hatta, bazı cahillerden faydalanarak,
bunların, (Matbaacılık İslamiyet’e aykırıdır) şeklinde konuşmalarını
sağlamışlardır. Bu kimselerin, İslamiyet’i şahsi menfaatlerine alet
etmek istediklerini gören Osmanlı Padişahı Sultan Üçüncü Ahmed Han,
sadrazamı Damat İbrahim Paşa’nın da yardımı ile, bu işi halletmek
için, İslam dininin en büyük reisi olan Şeyh-ül-İslam’dan
matbaacılık hakkında bir fetva istemiştir. O zamanki Şeyh-ül-İslam
Abdullah Efendi tarafından verilen fetvada, (İlim, fen ve ahlak
kitaplarını, matbaada, az zamanda ve kolaylıkla çok kitap basmak,
faydalı kitapların ucuz elde edilmelerine ve her yere yayılmalarına
sebep olacağı için, matbaa yapılması caiz ve güzeldir) denilmiştir (Behcet-ül-Fetava,
Sh: 262).
O zaman, buna mani olanlar olsa bile, suçu, mani olanlara mı, yoksa
Müslümanlığa mı yüklemek gerekir? Daha sonra Anadolu’ya matbaa
girdiğine göre, Müslümanlığa suç bulmak çok yanlıştır, kasıtlıdır.
Matbaa
1447’de keşfedilmiş ve Türkiye’de ise bu tarihten yaklaşık 200 sene
sonra kullanılmaya başlanmıştır. O tarihte haberleşme ve ulaşım
vasıtalarının ne kadar zayıf olduğu ve yukarıda bildirilen diğer
sebep de düşünülürse, bu gecikmenin İslamiyet ile hiç ilgisinin
olmadığı anlaşılır.
Matbaanın bilime elbette katkısı vardır; fakat matbaa ile bilim
arasında direkt bir bağlantı kurmak da doğru olmaz. Matbaa
keşfedilmeden önce de, birçok keşifler yapılmıştır. Şu anda matbaa
her yerde kullanıldığı, hatta diğer haberleşme ve ulaşım vasıtaları
da hızla geliştiği halde teknolojide geri kalmış birçok ülke vardır.
Bütün bunlar gösteriyor ki, (Matbaa, Anadolu o zaman Müslüman olduğu
için Türkiye’ye geç geldi) demenin de, (Matbaanın geç gelmesi geri
kalmamıza sebep oldu) demenin de kasıtlı bir suçlama olduğu
meydandadır.
*
Zannedildiğinin aksine ulema, bu ve benzeri pek çok yeniliğin
girmesinde engelleyici değil, teşvik edici bir rol oynamış ve toplum
bünyesinden (loncalar gibi) gelebilecek farklı tepkilerin önünü alıp
yumuşatma vazifesi görmüştür. Esasen Müteferrika da ulemadan değil,
halkın tepkisinden çekinmiş ve fetva alarak bu tepkiye karşı bir
kalkan yapmak istemiştir.
Dolayısıyla, ne Şeyhülislâm ve din
adamları, ne de pâdişah yasaklayıcı ve engelleyici bir mevkide yer
almamıştır. Müteferrika’nın fetva istediği dilekçe, “Biz tefsir,
kelâm ve fıkıh kitapları dışındakileri basmak istiyoruz” şeklinde
gelince; fetva ve ferman da ona göre çıkmıştır; yoksa herhangi bir
yasaklama kesinlikle mevzu bahis olamaz.
Son tahlilde matbaanın geç gelmesi katiyen
dinî bir mesele değildir ve bu mesele, teknik, ekonomik ve siyasî
problemlerimizden ayrı ele alınamayacağı gibi, toplumsal
karakterimize ilişkin kökleri de göz ardı edilemez.
Bu hususta en geniş ve isabetli tespitleri
Osmanlı Tarihçisi
Ahmet Cevdet Paşa yapmıştır: “Matbaa yeni bulunmuş bir
gezegen gibidir. Bunun ışığı Şarka oldukça geç ulaşmıştır. Çünkü
vakit ve hâl; yani dönemin şartları bunu gerektirmiştir. O dönemde
matbaa henüz Avrupa’da bile tam olarak kabul görmüş değildi. Hem
zaten o zamanlar, Avrupalılar ile pek içli dışlı; ilişkilerimiz
yeterince kuvvetli değildi.”
*
Osmanlıda matbaanın geç kurulmasının sebebi dini
olarak gösterilse de aslında teknik, ekonomik ve siyasal nedenlerin
bir birleşiminin ürünüdür. Matbaa kurmak bir teknik iştir.
Gutenberg’in icadının ardından Avrupa ülkeleri teknik bilgi almak
için adamlarını görevlendirip ülkelerini bu tekniği kazandırmaya
çalışırken Osmanlı bu konuda ilgisiz kalmıştır. Matbaayı kuran
Müteferrika’nın matbaa tekniği konusunda bilgi sahibi olması ve
ortağı Sait Efendi’nin baba tarafından Avrupa teknik ve kültürel
gelişmelere yakın olması göz ardı edilmemelidir. Tabi tek sorun
matbaa teknik yapının hazırlaması değildi. Mesela Osmanlı da kağıt
fabrikası bulunmamaktaydı. Hatta ilk kâğıt fabrikası Müteferrika
tarafından Yalova’da kurulmuştur. Doğal olarak burada çalışacak
ustaların dışarıdan getirilmesi ve yerli isçi sınıfının oluşması bir
süreçtir. Doğal olarak Osmanlıdaki loncalarda matbaanın geç
gelişinde etkili olmuş. Matbaanın gelişini yavaşlatan sebeplerden
biri olan yapısal sorun matbaanın yavaş gelişmesinin de sebebi
olmaya devam etmiştir.
Ancak
tekrar vurgulamak gerekir ki Osmanlı matbaa ya karşı değildir.
Yukarıda da belirtildiği üzere zaten Müslüman olmayan vatandaşları
tarafından kurulup kitap basımı yapılmaktaydı. Ayrıca Avrupalı
tüccarların matbaada basılan kitapları Osmanlı Devleti sınırları
dahilinde satışına izin verildiğine dair 1588 yılında İstanbul’da
yazılan Sultan Üçüncü Murad’ın fermanı Osmanlı’nın matbaaya karşı
olmadığını açık bir surette göstermektedir. Bu ferman İslam bilgini
Nasiruddin Tusi’nin (1201–1273–74) Tahrîru Usûlü’l-Hendese isimli
geometriye dair eserinin baş tarafına basılmıştır. Temel sorun
matbaanın Osmanlı da beklenen bir şey olmamasında yatabilir.
Bekleyeni olmayan otobüs durağa erken de gelse geç de gelse anlamı
olmayacaktır. İşin ilginci matbaanın bir ihtiyaç olmamasıdır.
Şimdi, matbaanın gecikmesi bahanesiyle Osmanlıyı “ilim ve
teknolojiye kapılarını kapatmış, okuma-yazma bilmeyen cahil bir kuru
kalabalık” şeklinde göstermeye kalkışanlara birkaç sorum var:
Matbaa gelmeden önce Osmanlı’da kitap yazılmıyor
muydu?
Matbaa geldikten bu yana (1727 Temmuz başlan) 278 sene geçti. Bu
süre zarfında bilimsel ve teknolojik seviyemiz nereye yükseldi?
Gazete, dergi, kitap satışları ne durumda?
Matbaadan önce de Avrupa’da pek çok Türkçe kitap
basılıp Osmanlı Devleti’nde serbestçe satılıyordu, ama fazla ilgi
görmüyordu. Ancak bu ilgisizliğin sebebi kitap düşmanlığı değil,
kitap bolluğuydu. Sadece İstanbul’da doksan bin kâtip (Comte de
Marsigli’nin verdiği rakam) durmadan kitap yazıyordu.
Osmanoğulları o kadar kitaba dosttular ki Avrupa’da
yayınlanan önemli eserler hızla Türkiye’ye getiriliyor, üstelik
bunlar padişah huzurunda okunuyordu.
Osmanlılarda bunlar olurken, Avrupa’da bırakınız halkı,
asilzadeler arasında bile okuma-yazma bilenlerin oranı yüzde on, on
beşi geçmezdi. Ünlü manastırlardaki rahiplerin çoğu da okuma-yazma
bilmezdi.
Osmanlı, kendisi gibi inanmayanlara hak ve adalet dağıtırken
de Avrupa mezhep farkı yüzünden Ortodokslara, Katolikleıe ve eline
fırsat geçtikçe Yahudilere eziyet ediyordu.
Bu zulmü örneklemeye ihtiyaç olduğunu hiç sanmıyorum. Sadece
1492’den sonra İspanya’da Müslümanlara ve Yahudilere yaptıklarını
hatırlamak yeterlidir ( Yavuz Bahadıroğlu -- Osmanlı
Demokrasisinden Türkiye Cumhuriyetine ).
|