DARWİNİZM NEDİR?
**
Alm. Darwinismus (r), Fr.
Darwinisme (m), İng. Darwinism. Hayâtın ve canlı
varlıkların meydana gelişini, tesâdüfî olaylarla açıklamaya çalışan
biyolojik bir görüş veya faraziye. “Evrim teorisi, evolusyon teorisi,
tekâmül nazariyesi” gibi isimlerle de anılır. Kelime olarak evrim; basitten
mükemmele doğru değişme, gelişme, tekâmül demektir. İlkel olanla yetinmeyip
mükemmel olanı aramak mânâsına gelir.
Darwinizm savunucularının, hayâtın başlangıcı ve
canlıların çeşitliliğiyle ilgili görüşleri şöyledir: “Hayat ve canlı
varlıklar, tesâdüfen meydâna gelmiştir. Önce inorganik maddelerden organik
maddeler ortaya çıkmış, sonra bu organik varlıklar biyolojik varlıklara
dönüşmüştür. Herhalde, bütün canlıların yapı taşı olan hücre, milyonlarca
yıl önce denizlerde tesâdüfen meydâna gelmiş, bundan da zamanla küçük deniz
bitkileri ve hayvanları, sonra karadaki bitki ve hayvanlar, en sonra da
çeşitli dönüşümlerden geçerek insan yeryüzünde gözükmeye başlamıştır.” gibi
laflar söylüyorlar. Böylece Âdem aleyhisselâmın topraktan yaratılmadığını,
Kur’ân-ı kerîmin ve mukaddes kitapların, hâşâ hikâye olduklarını, ilk canlı
maddeyi vücûda getiren büyük bir kudretin varlığına inanmanın fenne
uymayacağını anlatıyorlar.
Darwinizm ve diğer adıyla evrim
teorisi yalnız Darwin’in olmaktan çıkmış yukarıdaki gibi özetlenebilen
şeklini almıştır. Teori, Darwinizm ismiyle anılmakla berâber, öne sürülen
görüşlerin pek çoğu ile Darwin’in alâkası yoktur.
Bâzı çevreler bilhassa
materyalist ve ateist (dinsiz) kimseler için “Darwinizm” âdetâ yepyeni bir
“din” veya “mezhep”tir. Profesör Gish, evrimcilerin görüşleriyle ilgili
olarak; “Evrim felsefesi, aslında evrimcilerin kendi dünyâ görüşleri
içerisinde yer alan bir inanç sistemidir.” demektedir.
İlk canlının meydana gelişiyle ilgili görüşler
Oparin ve Haldene’nin hipotezlerine dayandırılır. Bunlara göre: İlk
atmosferin terkibi bugünkü gibi değildi ve yapısında serbest oksijen yoktu.
Metan (CH4), amonyak (NH3), su buharı (H2O) ve hidrojen (H2) gazlarından
meydana gelmişti. Bu gazlar, yoğun ultraviole (mor ötesi) ışınların
enerjisiyle reaksiyona girmiş ve organik maddeleri meydana getirmişti.
Evrimciler; organik maddelerin yağmur sularıyla sıcak denizlere
sürüklendiğini, kendi aralarında birleşerek “koaservat” denen daha kompleks
bileşikler yaptığını ve bunlardan da, “amip benzeri” ilk hayat hücresinin
meydana gelmiş olabileceğini iddia ettiler. Meselâ, fizyolojist Haldene:
“Bundan milyonlarca sene evvel, sıcak denizlerde, güneşten gelen ultraviole
şuâlar tesiriyle, inorganik gazlardan, organik bileşikler meydana gelmiş ve
ekviproduktif hassası olan ilk molekülün, yâni aldığı gıdâ maddelerini,
kendi gibi canlı şekle çeviren hücre molekülünün de, bu arada, bir tesâdüf
eseri teşekkül etmiş” olmak ihtimâlini söylemiştir. Fakat, bu bir hipotez
(faraziye) olup, bir tecrübe ve hattâ bir teori (nazariye) bile değildir.
Ekviproduktif özelliği olan bir molekülün nasıl
meydana geldiğini gösteren bir bilgi, hatta bir nazariye bugün mevcut
değildir. Fen bilgileri, müşâhede ve tedkik ilimleridir. Fen olayları, önce
his uzuvları ile veya bunları takviye eden âletlerle gözlenir ve olayın
sebepleri tahmin olunur. Sonra, bu olay, tecrübe ve tekrar edilerek, bu
sebeplerin tesirleri, rolleri tespit edilir. Bir hâdisenin sebebi ve oluş
tarzı biliniyorsa, buna inanılır. Fakat tecrübe edildiği hâlde, sebepleri
anlaşılamayan hâdiseler de vardır. Bunlara sebeb olarak, birçok fikirler
ileri sürülür. Bilim adamlarının, sebebi ispat edilemeyen hâdiseler
hakkındaki şahsî kanâatlerini ifâde eden bu fikirlerine “faraziye” veya
“hipotez” denir. Bu fikirler mutlak değildir. Bir hâdiseyi, muhtelif
adamların başka başka tefsir ettikleri de olur.
Bir hipotez, bir çok bilim adamı tarafından
benimsenip, geniş bir geçerlilik kazanırsa, “teori” adını alır. Teoriler,
hipotezlere göre daha güçlü görüşlerdir. Gerek hipotez, gerekse teoriler fen
bilimlerinde bulunabilir. Fakat bunlar ispat edilip “bilimsel kânun” hâline
gelmedikçe, fen bilimlerine mâl edilemez. Fen biliminin malı olamaz. Bir
gerçekmiş gibi savunulamaz. Bunlar bilim adamları tarafından, her zaman
şüpheyle bakılan, tenkit ve yoruma açık görüşlerdir. Yanlışlığı ispat
edilenler, reddedilerek terk edilir veya gözden geçirilerek yenileri
kurulur. Haldene’nin sözü, nihâyet teori olmaktan çok uzak bir hipotezdir.
Laboratuvarlarda, “hayâtın kimyevî temelleri” olarak amino asitler,
koaservatlar ve proteinler ve daha nice hassas terkipler îmâl edilebilse de,
bunlarda çok basit de olsa canlı bir yapıya ulaşılamaz. Bugüne kadar hiçbir
kimyâger veya biyolog amino asitleri birleştirerek canlı bir yapı meydana
getirememiştir. “Hayât”, sâdece, bir maddî elementler kompozisyonu olarak
ele alınamaz. Bu kimyevî terkibin ve maddî elementler kompozisyonunun
üzerinde “ilâhî bir kudretin” varlığı gerekmektedir.
Evrim, iddia edilmiş fakat hiçbir zaman insanlar
tarafından gözlenememiştir. Meselâ, hiç kimse, kâinâtın veya hayâtın
başlangıcını, herhangi bir türün evrimle değiştiğini görmemiş, bir balığın
bir kurbağaya dönüştüğüne veya bir maymunun insan hâline geldiğine şâhid
olmamıştır. Evrimi müşâhade etmek mümkün olmadığı gibi, deneyle de ispat
edilemez.
Evrimin, deney metodlarıyla ispatının mümkün
olmadığını, evrimciler de, açık sözlülükle kabul etmektedirler. O hâlde,
deneye dayalı metodlarla incelenemeyen bir teorinin, ilmî olduğu nasıl iddiâ
edilebilir? O hâlde, açık bir ifâdeyle söylemek gerekirse, evrim teorisi bir
zandan ibârettir ve deneye dayalı bilimin dışındadır.
Canlıların basitten mükemmele doğru değiştiğini ilk
yazan Fransız doktoru Lamarck’tır. 1809’da neşrettiği Filozofi Zoolojik
ismindeki kitâbında “Canlıların bir asıldan türeyebileceğini” yazdı. Fakat
aynı asırdaki biyologlar, Lamarck’ın verdiği misâllerin, hayvanların
birbirlerine dönmesi değil, canlıların bulundukları muhite intibak
etmelerini (adaptasyonu) göstermekte olduğunu söylediler. İkinci olarak
İngiltereli bir biyoloğun oğlu olan Charles Darwin, 1859’da yayınladığı
Türlerin Menşei ismindeki kitabında canlılar arasındaki hayat
mücâdelesini anlattı. “Canlılar bulundukları muhite uymak için mücâdele
eder. Bu hayat mücâdelesini kazananlar yaşayabilir, kaybedenler ölür.” dedi.
Hayat mücâdelesindeki elenmelerine, “doğal seleksiyon=tabiî ayıklanma” adını
verdi. Canlıların muhite uyduklarını, bunun için ufak değişikliklere
uğradıklarını yazdı. Bunun sonucunda her türün bireyleri arasında
çeşitlilik, varyasyon (değişme) olduğunu ileri sürdü. Misâl olarak da,
zürâfaların ataları arasında uzun ve kısa boyunlu varyetelerin (âit olduğu
türden çok ufak farklarla ayrılan bireylerin) var olduğunu söyledi. Dünyânın
kuraklık devrelerinde kısa boyunluların ot bulamayarak açlıktan öldüklerini,
uzun boyunluların ise, ağaç yapraklarına uzanarak hayatlarını devâm
ettirdiklerini ve bugünkü zürâfaların, o uzun boyunluların nesilleri
olduğunu iddâ etti. Buna da çeşitli îtirâzlar oldu. İlme, gerçeğe dayanmayan
bu hususlar gerçek ilim adamları tarafından devamlı reddedildi. Hattâ Darwin
de göz, beyin gibi karmaşık organların nasıl meydana geldiğini anlamaktan
âciz olduğunu bildirmiş, bir arkadaşına yazdığı mektupta, “Gözün teşekkülünü
düşündükçe çıldıracak gibi oluyorum.” demiştir.
Bütün evrim teorilerinde asıl gâye, insanın
maymundan veya başka bir hayvan türünden geldiğini îzah veya isbât etmeye
kalkışmak değildir. Bu teorilerde temel görüş; hayvan olsun, bitki olsun,
bütün organizmaların birbirlerinden meydana geldikleri ve bunların bir
kaynağa, ortak bir ataya irca edilmelerinin mümkün olduğu fikridir. Başka
bir ifâdeyle, evrimciler türlerin sâbit olmadığına, eski türlerin zaman
içinde değişmesiyle günümüzdeki türlerin meydana geldiğine ve bu değişimin
günümüzde de devâm ettiğine inanırlar. Yeni türlerin meydana gelişinde
tesâdüflerin ortaya çıkardığı âni değişimlerin (mutasyonlar) asıl rolü
oynadığını iddia ederler.
Mutasyonlar, herhangi bir sebeple
kromozomların genlerinde meydana gelen âni değişmelerdir. Tabiatta çok az
rastlanan, tür hudutlarını aşmayan ve çoğu öldürücü olan olaylardır. Gen
mutasyonları DNA kıvrımlarındaki hatâlardır. Mutasyonlar sonucunda ana ve
babadan, bir veya birkaç karakter bakımından değişik yavrular
doğabilir.Meselâ, gen mutasyonları yüzünden Drosophila (Sirkesineği)nın
gözleri kırmızı veya beyaz olabilir. Kanatları kısa, uzun veya vazîfe
görmüyor olabilir. Fakat bunlar hep organlardaki karakter değişimleridir.
Deneysel mutasyonlarla yeni
organlar veya türler meydana getirilmemiştir. Aslında mutasyonların meydana
gelme ihtimâli de çok azdır (milyonda bir ihtimal). Bir milyon fertten ancak
birisinde görülebilmektedir.Kaldı ki, mutasyonların çoğu zararlı ve
öldürücüdür. Yeni türlerin oluşumunu, göz ve beyin gibi karmaşık yapılı
organların meydana gelişini, tamâmen tesâdüflere bağlı olan ve milyonda bir
ihtimalle meydana gelebilen, çoğu sakatlayıcı, kısırlaştırıcı, düşürücü ve
öldürücü olan mutasyon olaylarına bağlamak mümkün değildir.
Evrim teorileri, hayâtı
“tesâdüflere” ve “mücâdeleye” indirgemede aynı fikirdedirler. Bu görüşlere
göre “hayat bir mücâdeledir” ve yeryüzünde bir mükemmeliyet aramak
beyhûdedir. Tesâdüflerin ortaya çıkardığı değişmeler hayat çarkını
çevirmektedir. Kısaca hayat, tesâdüflerin eseridir. Yâni, bir yaratıcısı,
bir nizam vereni yoktur derler.
İşte bu sebepten bilhassa materyalist görüşün hâkim
olduğu felsefî ekoller ve diğer ateistler (dinsizler) bu teoriye dört elle
sarılmışlardır. Çünkü kendileri de kâinâtın ve hayâtın bir yaratıcısı, bir
nizam vericisi olduğuna inanmamakta, mukaddes kitaplarda bildirilenleri ve
peygamberlerin haber verdiklerini inkâr etmektedirler. Düşüncelerini haklı
çıkarmak ve geniş insan kitlelerine yayabilmek için de çok çeşitli yollara
başvurdukları bilinmektedir. Propaganda bu yolların en çok kullanılanıdır.
Bunun için de her türlü basın yayın vâsıtalarından istifâde etmekde, sık sık
buralarda hayâtın tesâdüfîliğini, insanın maymundan veya başka bir hayvandan
geldiğini tekrarlamaktadırlar. Böylece ilmî çevrelerde reddedilerek
tartışılması çoktan bırakılmış olan “evrim konusu”, materyalist görüşün
kontrolündeki yayın organlarında aktüel tutulmaya çalışılmaktadır. Meselâ;
bir fen adamı, jeolojik tabakalar arasında bulduğu bir kemik parçasında
tetkikler yaparak, hayat üzerinde kıymetli bilgiler toplamaya uğraşırken,
beri taraftan, fen ilimlerini anlamayanlar radyodan veya bir broşürden bunu
haber alıp, “İnsanların aslı olan maymunun kemikleri bulundu. İnsanların
maymundan hâsıl olduğu hakikat hâlini aldı.” şeklinde yalan haberler
yayıyorlar.
Bugün paleontoloji mütehassısları (yâni ilk zamanda
yaşamış canlıların iskeletlerini ve fosillerini inceleyenler), türlerin,
fosillere göre, birdenbire yeryüzünde göründüklerini, aralarında geçiş
formlarının bulunmadığını açıklamaktadır. Meselâ, on beş yıl evrim üzerinde
araştırmalar yapan Amerikalı Prof. T. D. Gish, bir makâlesinde şöyle
demektedir: “Bütün jeolojik delillerden anlaşılan şudur ki, yeryüzünde hayat
birdenbire ve çok kompleks (karmaşık) yapıdaki canlılarla başlamıştır.
Fosillerden elde edilen sonuçlar, Kambriyan devrindeki hayvanların
kendilerinden daha aşağı yapılı organizmalardan değil, doğrudan kendi
yapılarıyle yeryüzünde göründüklerini ortaya koymaktadır. Bundan başka,
büyük canlı grupları arasında geçiş formu olarak dikkate alınabilecek tek
bir fosil bile bulunamamıştır. Dolayısıyla mercanlar doğrudan mercan ve
ahtapotlar da ahtapot olarak meydana gelmiştir.” Fransız profesörü Vialleton;
“Canlı vücutlarındaki teşkilâtlanma tarzlarının jeolojik devirler boyunca
ağır ve tedricî bir tekâmül tâkib ettiği görülmez. Önce tek hücreli bir
canlı, sonra basit hücre grupları, daha sonra da çok hücreli canlılar
görülmez. Canlılar daha başlangıçtan îtibâren açık şekilde ayrılan muhtelif
tiplerde yaratılmıştır.” demektedir.
Evrimcilerin, sürüngenlerle kuşlar arasında geçiş
formu olarak ileri sürdükleri fosillerden birisi Arkeopteriks’tir.
Arkeopteriks, sürüngen benzeri özellikleri bulunan büyük bir kuştur.
Kanatlarının kenarlarında pençe şeklinde kısımlar, gagasında dişler ve
kuyruğunda omurga mevcuttur. Bu özelliklerden dolayı bir sürüngenden geldiği
savunulmaktadır.
Halbuki günümüzde kuşların çoğundan farklı
özelliklere sâhip, nâdir kuş türleri mevcuttur. Meselâ; Güney Amerika’da
yaşayan ve “tepeli tavuk” olarak da bilinen Hoatzin kuşu (Opisthocomus
hoatzin), gençlik devresinde kanatlarında iki pençeye sâhiptir ve küçük bir
omurgayla uçmaktadır. Ayrıca, Afrika’da muzculgiller (Musophagidae)
familyasından Turako kuşu (Touroco coryhaix)nun genç olanlarının da
kanatlarında pençeler mevcuttur ve bu da uçmaktadır. Bu kuşlar uygun
tabakalarda fosil olarak bulunsaydı, evrimciler bunları da sürüngenlerle
kuşlar arasında geçiş formları olarak adlandıracaklardı.
Günümüzdeki kuşlar dişsiz olduğu gibi, eskiden
yaşayıp nesilleri tükenmiş dişli kuşların varlığı da gâyet tabiîdir. Nitekim
günümüzde yaşayan kurbağaların bir kısmı dişli, bir kısmı ise dişsizdir.
Dişsiz sürüngenler de mevcuttur. Arkeopteriks de nesli tükenmiş dişli bir
kuştur.
En son araştırmalar da, Arkeopteriks’in bir geçiş
formu olmadığını ispatlamıştır. Nitekim 1972 yılında Yale Üniversitesi
profesörlerinden John Ostron, Arkeopteriks’in yaşadığı Jura devrinden daha
eski tabakalar arasında, zamânımızda yaşayan kuşlara benzer fosiller
bulmuştur.Yayınladığı makâlede de; “Jura’dan daha yaşlı tabakalar arasında
gerçek kuşların varlığının, Arkeopteriks’in bir geçiş formu olmadığını
gösterdiğini” ifâde etmiştir.
Evrimcilerden Prof. Max
Westenhofer, türler arasında geçiş formlarına rastlanamadığından,
Araştırma ve İlerleme adlı eserinde âdetâ yakınarak; “Balıklar,
sürüngenler, memeliler gibi büyük hayvan grupları dünyâ yüzünde birdenbire
esas şekilleriyle belirivermişlerdir sanki. Bir türün diğerine dönüştüğüne
dâir hiçbir yerde hiçbir işâret yoktur. Değişim ancak türlerin içinde
mevcuttur.” demektedir.
Her çeşit canlının kendi türü
içinde değişebildiğini, gerek paleontoloji mütehassıları ve gerekse
“Yaratılış Görüşü” taraftarları da kabul etmektedir. Ancak bu değişmenin
(tekâmülün) tür sınırları içinde kaldığını ve bir canlının başka türlere
dönmediğini ifâde etmektedirler.Meselâ, birinci zamandaki derisi dikenliler
neyse, şimdikiler de aynıdır. Derisi dikenlilerin mutasyonla omurgalı hâle
döndüğü görülmemiş ve buna âit bir fosil bulunamamıştır.
Halbuki, canlıların yapısında, en
basitinden, en mükemmeli olan insana doğru, düzgün bir tekâmül bulunduğunu,
daha önce İbrâhim Hakkı hazretleri, Mârifetnâme kitabında, misaller
vererek yazmış, fakat bunun, türlerin değişmesi demek olmadığını da
bildirmiştir.
Müşâhedeler göstermiştir ki, çevre şartları, bâzı
değişmelere ve sapmalara sebeb olsa bile, türler, kendi ana hususiyetlerini
korurlar. İntibak (adaptasyon), tabiî eleme (seleksiyon), âni sıçramalar
(mutasyon) gibi tâbirler ile ifâde edilen gelişmeler, dâimâ, bir türün kendi
içindeki değişmelerini ifâde eder. Yoksa, bir türün, başka bir türe
dönüşmesi tarzında düşünülemez. Bugüne kadar yapılan ciddî araştırmalar, bu
hükmü, hep doğrulaya gelmiştir.Kesin olarak anlaşılmıştır ki, türler farklı
ırklara dönüşebilir, fakat başka bir türe dönüşemezler.
Millî Eğitim Gençlik ve Spor
Bakanlığı Yayınlarından, Y. Doç. Dr. Turan Güven ve ekibi tarafından
hazırlanan ve Liselerde ders kitabı olarak okunan Biyoloji-I isimli
kitapta yaratılışla ilgili olarak şöyle denilmektedir:
“Yaratılış görüşünde, bütün canlı çeşitleri ayrı
ayrı yaratılmıştır. Bu canlılar, ilk yaratıldıkları günden beri bâzı
değişmeler geçirmiş olmakla berâber, tamâmen başka türlere dönüşmemişlerdir.
Değişmeler, sâdece o türün değişme sınırları içinde
kalmıştır. Bir türün populasyonu içinde görülen böyle değişmelere
“varyasyon” adı verilir.
Dünyânın ilk yaratılışı, insanlar tarafından
gözlenemeyen tek ve tekrarlanamaz bir olaydır.
Yaratma olayı yalanlanamaz. Çünkü, günümüzde
yaratma olayı, her sâniye devâm etmektedir. İnsan, kendi varlığı üzerinde
biraz düşünürse, bir yaratıcının varlığını ancak o zaman idrak edebilir.
Dînimize göre, kâinât ve kâinâttaki bütün varlıklar
Allah tarafından yaratılmıştır. Bu yaratma bir anda olabileceği gibi, belli
kânunlar doğrultusunda yavaş yavaş da olabilir. Meselâ toplu iğne başı
büyüklüğündeki bir insan zigotundan fetüsün teşekkül etmesi ve bunun da akıl
almaz şekilde düzenli farklılaşmalar geçirdikten sonra, çocuk olarak
doğması, yaratma olayına güzel bir misâldir.
Özetle belirtilecek olursa, yaratılış görüşüne göre
kâinâttaki bütün canlı ve cansız varlıklar “bir yaratıcı” tarafından
yaratılmıştır. Yaratılış görüşünü savunan bilim adamları, kâinâtın çok ince
bir düzen içinde işlediğini, bu düzenin kendiliğinden ve tasâdüfen meydana
gelmeyeceğini belirtmektedirler. Gerçekten kâinatta hiçbir şey durup
dururken kendiliğinden meydana gelmez. Günümüzde, biyoloji ile ilgili birçok
bilim adamı, hayâtın çeşitliliğini, bir hücre içinde geçen hayat olaylarının
olağanüstü intizamını ve kâinatın çok ince bir düzenle işlediğini görerek,
Allah’ın varlığını idrak ettiklerini belirtmişlerdir.”
En son araştırmalar ve incelemeler göstermiştir ki,
bir tür, şu veya bu sebeplerle, farklı ırklara bölünebilmekte ve fakat başka
bir türe dönüşememektedir. Çünkü, buna, “verâset kânunları” engeldir.
“Merinos”, “Kıvırcık”, “Dağlıç”, “Karaman” hep koyun türünün (Ovis aries)
farklı ırklarıdır. Bir türe mensup fertler, öteki türden fertlerle
kendiliklerinden çiftleşemezler; çiftleşseler bile döl meydana getiremezler;
döl meydana getirseler bile, bu döl, yaşama gücünden mahrumdur; döller
yaşasalar bile kendi aralarında üreyemezler, kısırdırlar. Türlerin
vasıflarının sâbitliğini sağlayan bu mekanizmadır. Katır (Equus mulus),
erkek eşekle kısrağın çiftleşmesinden meydana gelen kısır bir melezdir.
Üreyip neslini devâm ettiremez.
Canlılarda paleontolojik
devirlerde zamanla tekâmül görülmekte, fakat bu değişmeler her türün kendi
içinde olmaktadır. Meselâ; dördüncü zamânın yeni tabakalarında “kromanyon”
ismi verilen insan iskeleti bulunmuştur. Bizim iskeletimizden farklı olduğu
hâlde paleontoloji mütehassısları bunlara “ilk insanlar” demiştir. Diğer
taraftan, üçüncü zaman sonunda yaşayan, “antropoit” denilen ve bugünkülere
benzemeyen maymun iskeletleri bulunmuştur. Antropoloji mütehassısları
bunların maymun olduklarını söylüyor. Fen istismarcıları, taklitçileri,
dinlere inanmayanlar yaptıkları tercümelerde kromanyon insanına ve antropoit
maymununa, “insanın ceddi olan veya insanla maymun arasında geçit teşkil
eden fosil” diyorlar.
Günümüzde tekâmül teorisinin değişik kültür
seviyesinden insanlara anlatılmak istenmesinin asıl sebebi ideolojik olup,
ilmî değildir. Bu teori materyalist felsefenin telkini için bir vâsıta
olarak kullanılmaktadır.
Evrimciler, iddialarını ispat
etmek için, bâzı körelmiş organların varlığından bahsederler. Onlara göre,
bu organlar kullanılmaya kullanılmaya körelmiştir, bir işe yaramaz. Örnek
olarak da insanda kör barsak ve kuyruk sokumunu gösterirler.
Profesör Gish, evrimcilerin bu
iddialarına şu cevâbı vermektedir: “...Kör barsak ise, bâdemciklerin
yapısına giren yabancı unsurlara karşı aktif organ olarak iş görür. Kuyruk
sokumu kemiği, kuyruğun kullanılmayan izi değil, aksine kalça kemerinin bâzı
kasları (Pelvis kasları) için mühim bir tutunma noktasıdır. Ayrıca rahat
oturmayı temin eder. Bu kısım olmaksızın rahat oturmak mümkün değildir.”
Tavşanlarda da kör barsak ve apandisit, selüloz sindirici
mikroorganizmaların barınma ve üreme organıdır.
Her canlı bireyin hücrelerinde,
türüne mahsus sayıda kromozom bulunur. Kromozomların şekli, büyüklüğü ve
sayısı her tür için sâbittir. Meselâ; Bezelyede hücre başına 14 kromozom,
Patateste 48, Bal arısında 32, İnsanda 46 kromozom mevcuttur. Bu sayı,
diploit adını alır ve 2n ile gösterilir. İnsan için 2n=46’dır.
Türlerde kromozom sayısını sâbit
tutmak için cinsiyet hücreleri olgunlaşmadan önce mayoz bölünme geçirerek
diploit sayısını yarıya (n) indirger. Mayoz, yalnız eşey hücrelerinde
görülür. Döllenme sonucu hâsıl olan zigot, dişiden “n” ve erkekten “n”
kromozomu alarak “2n” sayısına ulaşmış olur. Böylece türlerin sâbit kromozom
sayısı korunmuş olur.
Evrimcilerin iddia ettiği gibi,
canlılar basitten mükemmele doğru birbirinden türemiş olsaydı, kromozom
sayılarında da evrim sıralamasına uygun olarak bir düzen bulunması
gerekirdi. Başka bir ifâdeyle; eğer türler, tek hücrelilerden çok
hücrelilere, omurgasızların omurgalılara gelişmesi netîcesinde meydana
gelseydi, kromozom sayılarında da düzenli bir artış beklenirdi.
Halbuki, canlılarda sınıflandırma
basitten mükemmele doğru olduğu hâlde, buna uygun olarak kromozom
sayılarında düzenli çıkış veya inişe rastlanmamaktadır. Meselâ; yuvarlak
solucanlardan Ascariste 2, bir hücrelilerden Radiolariada 800, Salyangozda
24, Emyste (Bataklık kaplumbağası) 50, Serçede 60, Fârede 44, İnsanda 46,
Böceklerden Lyandrada 380, Sivrisinekte 6 kromozom bulunmaktadır.Türlerdeki
bu kromozom sayılarının düzensizliği, evrim nazariyesini reddetmektedir.
Kromozom sayılarını, evrimin ispat malzemesi olarak ileri süren evrimciler,
tam bir yenilgiyle karşılaşırlar.
Kromozom sayısının yüksek veya düşük oluşu,
organizmanın gelişmiş veya ilkel oluşuna bağlı değildir. Bâzı canlı
türlerinin kromozom sayıları aynıdır. Meselâ; insanın, kurt bağrı bitkisinin
ve bir çeşit tropikal balığın kromozom sayıları 46’dır. Bu türlerin kromozom
sayılarının aynı oluşu, birbirinden türediklerini veya yakın akraba
olduklarını göstermez. Çünkü, kromozom sayıları aynı olmasına rağmen,
taşıdıkları genler ve genleri meydana getiren DNA’ların şifreleri farklıdır.
Her canlı türünün organizasyon ve karakter programı genlerde kotlanmıştır.
Hayat programı türlerde farklıdır. Hatta bu programlanma, tür içindeki
bireylerde bile, mayoz bölünmede krossing-over esnâsındaki gen alış
verişiyle çeşitlenir. Üreme hücrelerinin mayoza uğrayarak, kromozom
sayılarını yarıya indirgemesi esnâsında, homolog kromozomların birbirine
sarılarak aralarında gen değişimi yapmalarına “krossing-over” denir.
Krossing-over olayı ile, aynı türün fertleri arasında farklı özellikler
ortaya çıkar. Krossing-over sâyesinde aynı ana babanın birbirine benzemeyen
çocukları olur. Üreme hücrelerinde mayoz esnâsında krossing-over olmasaydı,
türlerde yavrular, tek yumurta ikizleri gibi birbirinin tıpatıp benzeri
olurdu. Mayoz, türlerde kromozom sayısını sâbit tuttuğu gibi, tabiatta
çeşitliliği de sağlar.
Semâvî kitaplara göre, insan
müstakil yaratılmıştır ve bütün târih boyunca, hep kendi türü içinde kalarak
gelişmiştir.
Evet, insanın kendi türünün aslî
özelliklerini kaybetmeksizin önemli istihâleler geçirmesi mümkündür.
Nitekim, insanoğlu “döl yatağında” tek hücreli bir canlı olmakla başlayıp,
doğumuna kadar, çok değişik istihâleler geçirmektedir. (İstihâle; bir hâlden
başka hâle geçiş, başkalaşma, metamorfoz demektir.) Biyologlar insanın “döl
yatağındaki” bu gelişimine, “ontogenez tekâmül” diyorlar. Yine biyologlar
“ana rahmindeki” bu gelişme ve büyüme vetiresini (sürecini) safhalara
ayırarak incelemişlerdir. Onlar, döllenmeden iki haftalık oluncaya kadar
geçen devreye “germinal devre”, iki haftalıktan iki aylığa kadar olan
devreye “embriyal devre” ve iki aylıktan doğuma kadar olan devreye de “fetal
devre” adını verirler. Biyologlar, “germinal devre”yi de morula, blastula ve
gastrula adını verdikleri üç safhaya ayırırlar ki, bütün bu tasnifler, yüce
ve mukaddes kitabımız Kur’ân-ı kerîmin verdiği haberlere uygundur.
Yüce dînimiz İslâma göre de insan “dölyataklarında kılıktan kılığa girer” ve
orada çeşitli safhalardan geçerek gelişir. Bu hâli, El-Hac sûresinin 5.
âyeti ve Âl-i İmrân sûresinin 6. âyetleri bildirmektedir.
Şimdi, “evrimciler” soruyorlar; insanın
“dölyataklarında” geçirdiği bu mâcerâ, sakın, insan türünün geçirdiği
mâcerânın bir özeti olmasın? Yâni, insan, “ana rahminde” kılıktan kılığa
girerek gelişmektedir, acabâ, insan türü de böyle mi gelişti?
Darwinistler, bir türün gelişim
istihâlelerini, sanki türden türe geçiliyormuş gibi, bir açık gözlülük ile
saptırmak istemişlerdir. Oysa, insan, dölyataklarında, hangi kılığa girerse
girsin, daimâ, insan olarak kalmış, insanın genetik özelliklerini ifâde
etmiştir. Oysa Darwinistlere göre, insanın dölyataklarındaki mâcerâsı;
“döllenmiş bir yumurta hücresinin, önce çok hücreliye, oradan omurgasızlara,
oradan balığa, oradan amfibyaya, reptilyaya, nihâyet iptidâî memelilere
(meselâ kanguruya), sonra maymuna ve iptidâî insana dönüşerek geliştiğini”
ifâde etmektedir.
Her canlı türünün gelişme modeli
farklıdır. İnsanın “dölyatağındaki mâcerâsını” incelediğimizde görüyoruz ki,
insan, gelişiminin her safhasında, genetik yapı olarak dâimâ insandır. Bu
durum diğer canlılar için de geçerlidir. Her canlı, gelişimin her safhasında
kendi türünü ifâde eder. Meselâ, maymun kendi türünün özellikleri içinde,
doğum öncesi ve sonrası safhalardan geçerken, insan, ondan farklı olarak
kendi türünün gelişim modelini yaşar. Bu gelişim modellerinin birbiriyle
alâkası yoktur. Sâdece, dış ve kaba benzerliklere bakarak, türleri birbirine
ircâ etmek (döndürmek, katmak) insanı komik duruma düşürebilir. İlim için en
büyük tehlike, “kaba kıyaslamalar”dır.
Değişik ırklara ve renklere ayrılmalarına rağmen,
bütün insanlar, aynı genetik yapıya sâhiptirler ve aynı “gelişim
devreleri”nden geçerek olgunlaşırlar. Farklı ırklar, kendi aralarında
evlenerek üreyebilmektedirler. Evet, hiç şüphe yoktur ki bütün insan
ırkları, bir tek türü ifâde ederler. Yâni, bütün insanlar, Âdemoğullarıdır.
Irkların nasıl teşekkül ettiği
konusu, ayrı bir araştırma sâhasıdır ve bu konuda önemli yayınlar da
yapılmaktadır. Irkların teşekkülü, ister İbn-i Hâldun ve Lamarck gibi
düşünerek “coğrafî ve kozmik etkiler” ile, ister Darwin ve taraftarları gibi
“tabiî eleme” (seleksiyon) ile yahut “mutasyon”larla açıklansın, ırklar
dâimâ bir türü ifâde ederler. Bu husûsu, bütün canlı tabiatta müşâhede etmek
mümkündür. Aynı tür bitki ve hayvanlar arasında da değişik renk ve
biçimlere, yâni ırklara rastlamak, her zaman mümkündür. Bu sebepten,
insanlar arasındaki renk, iskelet ve kafatası biçimlerinin farklılıklarından
hareketle, ırkları, sanki ayrı türlermiş gibi görmeye ve göstermeye çalışmak
çok yanlıştır. Çünkü, bu tip iddiâlar, her şeyden önce, modern biyolojinin
verileri (gerçekleri) ile ve “verâset kânunları” ile çelişmektedir.
Evrimciler etiketlerine sığınarak
ilimde sahtekârlık yapmaktan da sıkılmamışlardır. 1912 yılında Londra Tabiat
Târihi Müze Müdürü Arthur Woodward ile tıp doktoru Charles Dawson
tarafından, İngiltere’nin Sukses şehrinde, Piltdown yakınındaki bir çukurda
bir fosil bulundu. Sonradan “Piltdown adamı” adı verilen bu fosil,
maymun-insan arası kabul edilen fosiller içinde en güvenilir olarak şöhret
buldu. Çünkü kafatası, çene kemikleri ve dişleri tamdı. Bu yaratığın
kafatası ve dişleri insanınkine, çene kemikleri ise maymunun çene kemiğine
benziyordu. 40 yıl bu fosile dayanılarak, insanın maymundan nasıl
evrimleştiğine dâir makâleler ve kitaplar yazıldı. İlk insanın topraktan
yaratılmadığı savunuldu. Mukaddes kitaplarla alay edildi.
Bu fosilin şüpheli bâzı
taraflarının bulunduğunu, bu bakımdan yeniden tedkikten geçmesini isteyen
bilim adamlarına önceleri müsâde edilmedi. Fakat son senelerde (1953’te) bir
Alman heyeti bu fosil üzerinde yeni bir çalışma yapmaya muvaffak oldu. Kemik
parçalarını Flor, Azot ve X ışınları testlerine tâbi tuttu. Çalışma sonunda
bu heyetin yaptığı açıklama ilim çevrelerinde büyük şaşkınlığa ve hayrete
sebeb oldu. Sonuç, ilim adına yüz kızartıcı bir skandaldı. Hâdise şu idi: Ch.
Dawson, insan kafatasını alıp, bunu 10 yaşında bir orangutan maymununun çene
kemiğine yerleştirmişti. Çene kemiğine insana âit dişleri yerleştirmek için
de, çene kemiğinin bâzı yerlerini eğelemiş ve bu kemiklere eskiye âit olduğu
görüntüsünü verebilmek için de, potasyum bikromat ile yer yer lekelemişti.
Tabiî, bunu önce toprağa gömüp daha sonra çıkararak merâsimle takdim
etmişti. Bu sahtekârlık ortaya çıktığında ise Ch. Dawson çoktan ölmüştü.
Olay, târihe “Piltdown Sahtekârlığı” olarak geçti. Sahtekârlığı çıkaran
ekipten Le Gros Clark, 40 yıl bu sahtekârlığın fark edilememesini haklı
olarak şöyle sormaktaydı: “Dişler üzerinde yıpranma intibâını vermek için
sun’î olarak oynanmış olduğu o kadar âşikâr ki, nasıl olur da şimdiye kadar
bu izler dikkatten kaçmış olabilir?”
İnsanın maymundan geldiğini ispat
için ileri sürülen delillerden birisi de “Nebraska adamı” olarak
adlandırılan varlığa âit bir tek azı dişidir. 1922’de Nebraska’da Pliosen
devrine âit bir tek azı dişi bulundu. Evrimciler, bu dişin tahmînen bir
milyon yıl önce yaşamış bir insana âit olduğunu îlân ettiler. Bir tek azı
dişinden ilhâm alarak Nebraska adamının eşi ile berâber gazetelerde hayâlî
resimleri çizildi. Amerika ve İngiltere basınında bunun için günlerce
makâleler yazıldı. Sonra yapılan tedkikler o dişin bir çeşit domuza âit
olduğunu ortaya koydu(!).
1921 yılında Dr. Davidson Black,
Çin’in Pekin şehrinden 40 km uzağındaki bir çukurda iki azı dişi buldu. Daha
fazla bir delile gerek duymadan, sırf bunlara dayanarak insan benzeri bir
varlığın Çin’de yaşamış olduğunu açıkladı. Bu varlığı da Pekin Adamı (Sinantropus
pekinensis) adını verdi.
Kazı ile görevli Dr. W. C. Pee,
1927’de bir azı dişi daha ve 1928’de de kafatası parçaları ile iki alt çene
kemiği buldu. Davidson Black, bu fosillerin de Pekin adamına âit olduğunu
îlân etti. Evrime delil olarak ileri sürülen bu materyaller, iki diş hariç
1941-1945 yılları arasında kayboldu (!).
O’Connel’a göre; “Pekin adamının
insana yakın bir varlık olarak tarif edilmesi tam bir hîlekârlıktır. Evrim
düşüncesiyle Pekin adamı için yapılan modeller, eldeki fosillere
uymamaktadır. Bu hakikati gizlemek için Pekin adamına âit fosiller ortadan
kaldırılmıştır.” Prof Gish; “Pekin adamı için yapılan tarafgirlik ve
hîlekârlık, bir domuz dişine dayanılarak Nebraska adamı için de yapılmıştır.
Pildown adamı da ayrı bir sahtekârlıktır.” demektedir.
Java adamı olarak ileri sürülen varlık da; yarım
kafatası, uyluk kemiği, iki büyük ve bir küçük azı dişinden ibârettir. Bu
parçalar, Doğu Hind Adalarında birbirinden uzak mesâfelerde ve 1891-1898
yılları arasında bulundu.
Fosiller üzerindeki
araştırmalarıyla dünyâca ünlü Koenigswald, Vallois gibi bilim adamları;
“Java adamı denilen varlık, hakikatte bir maymundur. Maymun kafatası ile
insan uyluğu birleştirilmiş, adına Java adamı denilmiştir.” demektedirler.
Bu hususta en önemli açıklama ise Dubois’in îtirafıdır. Bu fosilleri bulan
ve Java adamı adını veren Mr. Dubois, ölmeden önce gerçeği îtiraf etmiştir:
“Java adamı olarak ileri sürdüğüm varlık, gerçekte bir gibbon maymunudur.”
demiştir. Fakat iş işten geçmiş, Java adamı evrimciler arasında müstesnâ
yerini almıştır.
Önceleri ateşli bir evrim
taraftarı olan Douglas Dewar insanın atası olarak yayınlanan
resimlerle ilgili olarak, İnsan Özel Yaratık adlı kitabında; “İnsanın
farazî cetlerinin bir dişe, kafatası parçasına veya bir çene kemiğine
dayanarak uydurma resimlerinin çizilerek toplumun kandırılması bir
skandaldır. Toplum bu resimlerin hayal mahsulü olduğunu bilmemektedir.”
demektedir.
Biyologlar, insan ile hayvanlar
arasındaki farkı, yalnız madde bakımından inceliyor. Halbuki insanla hayvan
arasındaki en büyük fark, insanın rûhudur (Bkz. Rûh). İnsanlarda “İnsânî
rûh” vardır. İnsanın en şerefli mahluk olması bu rûhtan gelmektedir. Kur’ân-ı
kerîm, bu rûhun ilk olarak Âdem aleyhisselâma verildiğini bildirmektedir.
Hayvanlarda bu rûh yoktur. Maddecilerin, felsefecilerin bu rûhtan haberleri
olmadığı için, insanı maymuna yakın sanabilirler. İlk insanların şekli,
yapısı maymuna benzese de insan insandır. Çünkü rûhu vardır.Maymun ise
hayvandır. Çünkü bu rûhtan ve rûhun hâsıl ettiği üstünlüklerden mahrûmdur.
Rûhun kuvvetleri vardır. Bu kuvvetler bitki ve hayvanların kuvvetleri gibi
değildir.
Görülüyor ki insan ile hayvan
tamâmen birbirinden ayrıdır. Aralarında hiçbir zaman bir geçiş olamaz,
birbirine dönemez. Hayvanlar içinde insana en yakın hayvanın maymun olduğu,
asırlar önce İslâm âlimlerinin kitaplarında meselâ İbn-i Haldun Târihi
mukaddimesinde ve Mârifetnâme’nin 28. sayfasında yazılıdır.
Hayvanlar, derece derece birbirlerinden üstündür.Meselâ, en aşağısı
süngerlerdir. En üstünleri ise, at, maymun ve papağandır. Hayvanların
üstünlük sırasını İslâm âlimlerinden Ali bin Emrullah, Darwin’den çok önce
yazmıştır. Darwin 1809’da doğup, 1882 yılında ölmüştür. Ali bin Emrullah ise
1507’de doğmuş, 1570’te vefât etmiştir. Darwin, İslâm âlimlerinin
kitaplarından bu gerçeği öğrenerek; “Hayvanların yaratılışlarında, bir
tekâmül, bir üstünlük sırası vardır.” demiştir. Fakat sonradan
materyalistler tarafından Darwin’in bu görüşleri istismar edilmiştir.
Sözleri değiştirilerek “Hayvanlar, birbirine döner. Yüksele yüksele insan
olur.” şeklinde gençliğin önüne sergilenmiştir. Bu fikirlerine de “Darwin
Teoirisi” adını vermişlerdir. Ayrıca Kur’ân-ı kerîmde isyân eden bâzı
kimselerin cezâ olarak maymuna çevrildiği bildirilmektedir. Ancak; bunlar
için Behcet-ül-Fetâvâ’da diyor ki: “Maymunlar, eski insanlardan
maymuna çevrilenlerin soyundan değildir.Maymunların insan soyundan olduğunu
söylemek yanlıştır. Çünkü insandan çevrilenler üç günden çok yaşamadı, yok
edildiler.” denilmektedir. Esâsen Darwin bile insanların maymundan
türediğini söylememiştir. Söylese bile ilmî hiçbir değeri olmaz. İlk insan,
topraktan yaratılan Âdem aleyhisselâmdır. Maymun ve diğer canlıları da
yaratan Allahü teâlâdır. Bir İtalyan profesörü de; “İnsanlar maymundan değil
ayıdan türemiştir.” diyerek şöyle bir iddiâda bulunmuştur: “İnsanların
maymundan değil, ayıdan geldiğine dâir üç delîlim vardır:
1. Ayı yavrusunu döverken insan
gibi tokatlar, maymun ise ısırır.
2. Ayı dişisi ile yavrularından ayrı
bir yerde yatar.Halbuki maymunlar hep berâber yatarlar.
3. Oyuncakçı dükkanına giden bebekler,
ayı oyuncaklarını tercih ederler. Bu delîller ceddimizin ayıdan geldiğini
göstermektedir.” diyor.
İtalyan profesörünün nazariyesinin, ceddinin
maymundan geldiğini söyeleyenlerinki gibi asılsız olduğu meydandadır. İlmî
hiçbir değeri yoktur. İslâmiyet, insanın toprak maddelerinden yaratıldığını
bildirmektedir. Bu husus, yüce ve mukaddes kitâbımız Kur’ân-ı kerîmde
meâlen şöyle açıklanır: “And olsun, biz, insanı salsaldan (kuru ve
pişmiş çamurdan) sûretlenmiş bir balçıktan yaratmışızdır.” (El-Hicr
sûresi: 26). Bu “balçık”, hayâtın bütün sırlarını ihtivâ eden ve husûsî bir
sûrette terkib edilmiş bir hârika ve hülâsadır. Nitekim yüce ve mukaddes
kitâbımız Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyurulur: “And olsun, biz
insanı, balçıktan bir hülâsadan yaratmışızdır.” (El-Mü’minûn sûresi: 12)
İlk yaratılan insan, “bir tek
can” hâlinde tomurcuklandı, sonra, henüz esrârını çözemediğimiz bir biçimde
“iki cinse” ayrıldı. Böylece, hazret-i Âdem ile hazret-i Havvâ, yanyana
gelişerek “insan türünün nüvesi” oldular. Nitekim bugün dahi, “erkek”, kendi
bünyesinde X ve Y faktörlerini (kromozomlarını) birlikte taşımaktadır. Yâni,
hazret-i Âdem’in oğulları, tıpkı ataları gibi, yine her “iki cinse”
kaynaklık etmektedirler. Bu husus, yüce ve mukaddes kitâbımız Kur’ân-ı
kerîmde meâlen şöyle açıklanmaktadır: “Ey insanlar! Sizi, bir tek
canlıdan yaratan, ondan, yine zevcesini vücuda getiren ve ikisinden de
birçok erkekler ve kadınlar türeten Rabbiniz’den çekinin.” (En-Nisâ
sûresi: 1)
Hadîs-i şerîfte ise: “İnsanlar
hazret-i Âdem’in çocuklarıdır. Hazret-i Âdem ise topraktan yaratıldı.”
buyrulmaktadır.
Hıristiyanlar ve Yahûdîler de,
insanların Âdem aleyhisselâmdan geldiklerine inanırlar. Maymun veya ayıdan
geldiğini söyleyenler ise hiçbir dîne uymayan ateistler olmuştur.
Darwinizm’in ilmî bir teoriden
çok “metafizik bir teori” olduğu ilim dünyâsınca kabul edilmiştir. Eski ABD
başkanlarından Reagan bile; “Eğer bu teori okullarda okutulacaksa, İncil’in
yaratılışa dâir bahsi de berâber okutulmalıdır.” demiştir. Yine eski
başkanlardan Carter de; “Benim inancım, yaratılıştaki hâkimiyet Allah’a
âittir.” demiştir.
İçlerinde Nobel ödülü almış
profesörlerin de bulunduğu 200 bilim adamı, Darwinizmin hiçbir bilimsel
temele dayanmadığını, hayâtın oluşması biçimini kesinlikle îzah etmediğini
ve hayâtın bir tesâdüf eseri oluşmadığını belirttiler. Fransa’da 13-19 Ekim
1991 târihleri arasında Paris’in 170 kilometre güneybatısındaki târihi Blois
Şatosunda düzenlenen “Hayâtın Başlangıcı” konulu ilmî sempozyumda bir
araya geldiler. Bu ilim adamları arasında Stanley Miller, Nobel Kimya ödülü
sahibi Manfred Elgen, Nobel Tıp ödülü sahibi Christian de Duve ve Nobel
Fizik ödülü sahibi Pakistanlı alim Abdüsselam da hazır bulundu.
Toplantıya katılan İtalya’nın
Prouse Üniversitesi genetik profesörlerinden Guiseppe Sermonti, Darwinizm’in
bir hatâ olmaktan çok ahlâk kurallarını çiğneyen bir canavar olduğunu
belirterek genetikteki gelişmelerin Darwin teorisiyle taban tabana zıt
olduğunu belirtti. İtalyan Sienne Üniversitesi Profesörlerinden Roberto
Fondi; “Bilinen en eski kayaçlar 4 milyar yaşındadır. İlk canlılar,
bakteriler ve su yosunlarının ortaya çıkmaları 3.5 milyar sene önce olduğuna
göre aradaki kısa sürede ilk canlının oluşmasının mümkün bulunmadığını bu da
kâinâtın bir yaratıcısının bulunduğunu bize gösterir.” dedi. Prof. Fondi;
“Kanada’da yapılan kazılarda 3 milyar sene önce tek hücrelilerin birarada
bulunması Darwin nazariyesinin çürüklüğünü bize gösterdi.” şeklinde konuştu.
Toplantıya katılan Amerikan
Harward Üniversitesi Matematik Profesörü Schutzenberger de; “Dünyânın ve
daha geniş ölçüde kâinâtın ve insanların doğuşunu tesâdüflere bağlamanın
imkânı yoktur. Her şey belirli bir uyum içinde meydana getirilmiştir.” dedi.
Schutzenberger; “Yapılan deney ve incelemeler hiçbir olayın tesâdüfî
olmadığını her şeyin ilâhî irâde dâhilinde gerçekleştiğini gösteriyor.”
şeklinde görüşlerini özetledi.
İngiliz ilim birliğinin 1980
senesinde Salford’da düzenlediği toplantıda Swansea Üniversitesi Öğretim
Üyesi Prof. John Durant; “Darwin’in insanın menşei ile ilgili görüşleri,
modern bir efsâne olup çıktı. Bu efsâne ilmî ve içtimâî gelişmemize zarardan
başka bir şey vermedi.Tekâmül masalları, ilmî araştırmalar üzerinde tahrib
edici tesir yaptı. Tahrifâta, lüzumsuz münâkaşalara ve ilmin büyük ölçüde
suistimallerine yol açtı. Şimdi Darwin’in teorisi dikiş yerlerinden
patlamış, geriye perişan ve bozuk bir düşünce yığını bırakmıştır.” dedi.
Prof. Durant’ın vatandaşı hakkında söylediği bu sözler, Darwincilere ilim
adına verilen en enteresan cevaplardan biridir.
*
MEHAZ :
YENİ REHBER
ANSİKLOPEDİSİ’NDEN ALINDI.
****
****
*** ALTUNTOP.NET -- Abdülhakim ALTUNTOP