** Alm.
Dermensch,
Fr. Humain,
İng.
Human. Canlıların en
üstün yaradılışlı olanı. İnsan; akıl sâhibi olması, sosyal hayat
içinde yaşaması, yüksek bir zekâ seviyesinin olması, ruh denilen
cevhere sâhib olması ve hepsinden
önemlisi cenab-ı
Hakk’ın insana
hitâb etmesi ve insanın kulluk vazifeleri ile mükellef
olması sebepleriyle “eşref-i mahlûkât” (yaratılmışların en
şereflisi) pâyesini almıştır. İnsanlar için, emsalsiz olan ve
anlatılması son derece zor olan insanı târif, imkânsız gibidir.
Allahü
teâlânın idrâke sığmayan noksansız
kudreti tefekkür edilince, yaratılmışların en yücesi olan
insanın mükemmelliği daha iyi anlaşılır. En mükemmel varlık olan
insanı anlayabilecek, yine kendisi olabilmektedir. Bu tefriki
teşhis, istenen seviyede değilse bile insan tarafından
yapılabilmekte ve insan yaratıcısının kudretini kendi varlığında
müşâhade edebilmektedir. Ancak,
insanoğlunun kendinde yaptığı izah, okyanuslarda bir damla bile
olamamaktadır. Yâni, bildiği şeyler, bilmediği şeyler yanında
çok az kalmaktadır. O hâlde, hiçbir zaman insan, bu
bilmediklerini öğrenmedikçe, tam târif edilemeyecek ve
bilinemiyecektir. Ancak, çalıştığı
sâyede bu bilgileri öğrenmeye muvaffak olacaktır. Çeşitli fen
bilgilerinin insanla ilgili tesbitleri
şöyle özetlenebilir:
Fizîkî yönden insanın
birçok özellikleri vardır. Ağzının üstünde ileriye doğru çıkık
burna, öne doğru çıkıntılı alt çeneye, kollarının ucuna bitişik
ellere, bacaklar ucuna dik açı yaparak bitişik ayaklara, ayakta
durabilen, dik oturabilen, birbirini tamamlayan baş ve gövdeye,
gövde üst kısmına bitişik kollara, gövde alt kısmında karın ve
buna bitişik bacaklardan ibâret yürüme özelliğine sâhip bir
varlıktır. Boyu ortalama 1.40-1.70 cm arasındadır. Temel olarak
beslenme, çevreyle münâsebet, çoğalma ve terakkî (ilerleme)
fonksiyonlarına sâhiptir.
Anatomik olarak insan;
baş, gövde, kollar ve bacaklardan meydana gelmiştir. Baş, içinde
beyni koruyan ve duyu organlarını bulunduran bir vücut kısmı
olmasıyla en önemli bölümdür. Kollar ve bacaklarda vücudun kas
gücünün önemli bir bölümü toplanmıştır. Gövde iki bölüm olup,
göğüs ve karın diye adlandırılır. Göğüste, akciğerler, kalp,
büyük damarlar bulunur. Karın bölümünde, karaciğer, mide,
böbrekler, dalak, barsaklar,
pankreas gibi önemli organlar toplanmıştır. Her biri bir fabrika
gibi muntazam çalışan, yapım-yıkım olaylarında rol oynayan bu
organlar sürekli ve uyum içinde faaliyet gösterirler.
Yetişkin bir insanın vücut
ağırlığının yaklaşık % 60’ı sudur. 70 kg ağırlığındaki bir
insanda toplam vücut suyu 40 litre kadardır. Bu suyun, 25
litresi hücre içi, 15 litre kadarı da hücre dışı sıvısıdır.
Vücut sıvılarında muayyen oranlarda sodyum (Na+),
potasyum (K+), kalsiyum (Ca++), klor
(Cl+),
hidrojenklorat (HCO-3),
mağnezyum (Mg++) gibi
elektrolitler ve proteinler bulunur. Bunların hücre içi ve
dışındaki oranları değişik ve dengededir. İnsan kanının
pH’sı (asid-baz
derecesi) 7.35-7.45 sınırları içinde sâbit tutulur. Bu sınırlar
dışına 0.1 derecelik bir oynama vücut işleyişinde önemli
bozukluklar meydana getirir. İnsan vücudunda her dakika
yüzbinlerce kimyâsal reaksiyon vukû
bulur. Her an birçok yeni molekül yapılırken, birçoğu da yıkıma
uğrar. Alınan besinler sindirilir, emilir ve vücut
fonksiyonlarında kullanılır. En büyük organımız olan karaciğer,
muazzam bir fabrika gibi çalışır. Bu organ, bir taraftan vücudun
yapı taşları olan protein yaparken, diğer taraftan şeker
depolamakta, safra tuzlarını yapmakta, çeşitli yıkım ürünlerini
ve zehirli maddeleri proteinlere bağlayarak
zehirsizleştirmektedir. Vücûdumuzun ısısı 36.5-37 derece
arasında sâbit tutulur. Bunu beynin
hipotalamus kısmındaki “termoregülasyon
merkezleri” sağlar. Hastalıklarda savunma mekanizmasına bağlı
olarak vücut ısısı artar. İnsan kulağı, 16-20.000 frekanslar
arasındaki sesleri işitme özelliğine sâhiptir.
Biyolojik yönden de insan,
canlıların en yüksek yaratılışta olanıdır. İnsan vücudunda
hârikulâde bir düzenle çalışan sistemler vardır. Bunlardan
dolaşım sistemi, kanı vücudun her yerinde dolaştırarak hücrelere
besin ve oksijen götürür ve hücrelerde bu besinlerin yanması
sonucu teşekkül eden karbondioksit zehirli gazını alarak geri
döner. Solunum sistemi, kirli kanı temizleyerek karbondioksiti
dışarı atar ve kana yeni oksijen verir. Sindirim (hazım) sistemi
ise, sanki bir fabrikadır. Ağızla alınan yiyecek ve içecekler,
mide ve barsaklarda parçalanıp
öğütüldükten sonra, vücuda yararlı kısmı, ince
barsaklarda süzülerek kana
karışmakta ve posası dışarı atılmaktadır. Bu muazzam işlem,
otomatik olarak ve büyük bir intizam ile yapılmakta,
vücud bir fabrika gibi işlemektedir.
İskelet sistemi, vücûdun çatısını
kurar, 214 civarında kemik ile insan vücûdunun yükünü taşır ve
her türlü hareketi yapmasını temin eder. Sinir sistemi, bir ağ
gibi kapladığı vücûdun organlarına beyinden verilen emirleri
ulaştırarak onların istenen hareketleri yapmasını sağlar.
Vücutta meydana gelen ârızaları beyne iletir. Kas sistemi eller
ve ayaklar başta olmak üzere insanın çeşitli organlarına hareket
yapabilme kâbiliyeti kazandırır.
İnsanın vücûdunda çeşitli ve çok
karışık formüllü maddeler îmâl eden, türlü
türlü kimyâsal reaksiyonlar meydana getiren, analiz
yapan, tedâvi eden, tasfiye eden, zehirleri yok eden, yaraları
onaran, türlü maddeleri süzen, enerji veren tertibat olduğu
gibi, mükemmel bir elektrik ağı, manivela tertibâtı, elektronik
bilgisayar, haber verme tesisatı, optik, ses alma, basınç yapma
ve ayarlama tertibatı, mikroplarla mücâdele ve onları yok etme
sistemi mevcuttur. Kalp ise hiç durmadan işleyen muazzam bir
pompadır. Eskiden Avrupalılar; “Bir insanın vücudunda bol su,
biraz kalsiyum, biraz fosfor ve biraz da inorganik ve organik
maddeler vardır. Onun için bir insan vücudunun kıymeti beş-on
liradan ibârettir.” derlerdi. Bugün, Amerika üniversitelerinde
yapılan hesaplar, insanın vücûdunda meydana gelen türlü kıymetli
hormon ve enzimlerle birçok organik
preparatların en azından milyonlarca dolar kıymetinde
olduğunu meydana koymuştur. Hele, bir Amerikan profesörünün
dediği gibi: “Otomatik olarak, böyle kıymetli maddeleri
muntazaman meydana getiren bir tertibat yapmaya kalkacak
olursak, dünyâda bulunan bütün paralar, bunu yapmaya kâfi
gelmez.” İnsan vücudunda bunun dışında daha
pekçok organ, sistem, sıvı vardır ve bunların hepsinin
muazzam bir koordine içinde çalıştıkları görülür.
İki hücrenin bir araya gelmesiyle
nüvesi, çekirdeği yaratılmış olan insan; nihaî kemâle erdikten
sonra da yine hücrelerden, onlar da moleküllerden, moleküller de
atomlardan meydana gelir. Atomlar ise, ortasında bir çekirdek,
içinde proton ve nötron, etrafındaki ilk yörüngede en az iki
elektron, diğer yörüngelerde ise (2n), yâni ikinin ikiden
itibaren üsleri 22, 23, 2n... vs. kadar elektron ihtivâ eden,
küçük yapı taşlarıdır. Bu yapı taşlarında belki de nötron ve
protonların da ayrılabilen daha küçük parçaları olabilir.
Nitekim atomun bir elektronunu yerinden çıkarabilmek, hidrojen
bombasında olduğu gibi hârika bir gücün ortaya çıkmasına;
Hiroşima ve Nagazaki faciasına yol
açabiliyor. İnsan, değil basit bir element, bütün bu basit
elementleri bünyesinde taşıyan ve bunları hücresine kadar ihtiva
eden; bu elementleri yerine ve zamanına göre hücre seviyesinde,
belki de atom seviyesinde biyolojik, biyokimya ve biyofizik
kanunları çerçevesinde bulunduran bir muammâdır. Bunun basit bir
misâli şöyledir:
Tıp âlimleri, vücutta tansiyonun yükselmesini şöyle
araştırdılar. Milyonlarca kılcal damarlardan yaratılmış olan
insanın bu kılcal damarlarının içini
endotel denen kübik veya yassı
epitelden yapılan bir tabaka ile bunu çepeçevre saran bir
düz adale tabakası çevirir. Bu cidarın, herhangi bir sebeple
damar açıklığını (lümenini) daraltması; etraf dolaşım sisteminin
direncinin artmasına sebep olur. Buna “periferik
rezistansın artışı” denir ki, hipertansiyonun esas sebebi budur.
Bu kılcal damarlar (arteriyoller)
ın düz adalelerinin kasılmasını
arttıran kanda dolaşan bâzı maddeler vardır. Bu biyokimyâsal
maddeler deneysel olarak tansiyon husule getirir.
Periferik rezistansın artması böbrek
kan akımının azalmasına, bu da, böbrekteki hücrelerden (Renin
denen bir hümoral maddenin
salgılanmasına yol açar. Renin
karaciğer tarafından yapılan alfa-2
globulin üzerine tesir ederek biyokimyâsal bir madde ve
bir dekapeptit olan
angiotensin I’i
husûle getirir. Karaciğer denen hârika biyokimyâ laboratuarında
yapılan bir değiştirici enzim olan “angiotensin
I’i, oktapeptid
olan angiotensin II’ ye çevirir.
Angiotensin II, damar cidarını
daraltıcıdır ve böbrek üstü bezi kabuğundan (kan yoluyla oraya
gidip) aldosteron denen organik bir
maddeyi serbest hale geçirir. Aldosteron,
sodyum elementinin iyon hali olan (Na+)
un birikimine yol açar ve sodyum damar cidârındaki düz adale
hücrelerinin içine girerek, arteryollerin,
damarı büzen maddelere karşı cevap verme gücünü arttırır. Böbrek
kan akımının fazlalaşması veya kan basıncının yükselmesi,
böbrekteki juxtaglomerular aparat
hizasında basıncı artırır ve serbest hâle geçen
renin miktarını azaltır. Sodyum
kaybı hacim azalmasına veya artmasına hassas olan reseptör
dediğimiz alıcı hücre kümelerini, onlar da böbrek üstü bezini
uyararak aldosteron ifrâzını artırır
ve vücutta sodyum tutulmasını sağlar. Tabiî ki, bütün bunların
üst düzey düzenleyicisi hipofiz
bezi, onun üst merkezi hipotalamus,
onun da bir üst seviyesi beyin kabuğu altındaki merkezlerdir. Bu
misâl insan bünyesinde, çoğunun açıklamasından insanın âciz
kaldığı binlerce ve belki milyonlarca hâdiseden yalnız bir
tânesi olup, sâniyeden çok kısa bir zamanda cereyan eder.
Psikolojide insan:
Psikolojide insan, değişik şartlarda farklı davranışlar gösteren
bir canlıdır. Hayvanlarınkine benzeyen iç güdüleri vardır.
Varlığında id, ego, süperego diye
adlandırılan kuvvetler taşımaktadır. Şuuru ve şuur altı dünyâsı
vardır. Psikoloji insanı, bütün bunların çeşitli derecelerdeki
müdâhaleleri ile çeşitli davranışlar gösteren bir canlı olarak
tarif etmekte, davranış bozukluklarını düzeltmeye çalışmaktadır.
Ancak psikoloji de, insanın kendi sahasına giren hususiyetlerini
ve bütün olarak insanı anlatabilmiş ve tarif edebilmiş değildir.
Bilhassa bu sahada ilim adamları ve insanlık, insanın mânevî
tarafını mutlak doğru bilgilerle açıklayan
İslâmiyetin bildirdiklerine muhtaçtır.
Antropolojide insan: İnsanın fizikî ve kültürel mazisini
araştıran antropoloji, eski zamanlarda yaşamış insan fosilleri
üstünde çalışarak insan ırklarının tasnifini, ırkların
özelliklerini, insan genetiğini, mukayeseli insan fizyolojisini
ve insan topluluklarının kültürlerinin zaman içindeki seyrini
incelemektedir. Dünyânın çeşitli bölgelerinde bulunan eski
zamanlara âit insan fosilleri, iskelet, kafatası ve diğer
kemikleri antropologlar tarafından değerlendirilerek, insanın en
eski atası ve insanlığın yeryüzündeki târihi tespit edilmeye
çalışılmaktadır. Antropoloji ilminin bu iki temel konuda verdiği
bilgiler hem çok az, hem de kesin değildir. Antropologların eski
insanlara âit olduğuna kanâat edilen çeşitli kalıntılar üzerinde
yaptıkları incelemeler, insanın her devirde hayvanlardan apayrı
bir tür olduğunu ortaya koymaktadır. Ancak evrim faraziyesini
ideolojik düşüncelerine temel yapmak isteyenler tarafından en
çok istismar edilen bu ilim dalının
tesbitleri, sık sık tahrifâta
uğratılarak, insanın hayvandan geldiğine delil yapılmak
istenmekte ve zaman zaman
sahtekârlıklara dahi başvurulmaktadır. (Bkz.
Darwinizm)
Antropoloji, insanlık târihi
hakkında da henüz faraziyeler ve tahminlerden öte bir şey
söyleyememektedir. Değişik isimler altında
guruplandırılan fosillere bakılarak öne sürülen târihler,
elli bin yıl ile milyonlarca yıl arasında değişmekte, fakat
hiçbirinin ilmen kabul edilen bir delili bulunmamaktadır. İnsan
konusunda antropoloji ilminin söyledikleri henüz son derece az
ve noksandır.
İnsan nedir? İnsanın kendi
varlığı üstünde düşünmesi çok eskilere uzanır. Yeryüzünde
doğumdan ölüme uzanan ömür çizgisi üzerinde diğer canlıların
hepsinden üstün birçok özelliklerle mücehhez ve tanıdığı her
şeyi kendi arzu ve istifadesine göre kullanarak bir ömür süren
insanın kendi varlığının mâhiyeti, sınırları ve maksadını
araştırması ilk çağlarda felsefenin belli başlı konularından
olmuştur. Eski Yunan filozoflarının bu konudaki sözlerinin
birbirlerini tekzip etmelerinin (yalanlamalarının)
yanısıra vardıkları hüküm ve
yaptıkları açıklamaların da ilmî bakımdan mitolojik (efsânevî)
hikâyelerden fazla bir farkı olmamıştır. Eski Yunan-Roma’da
hâkim olan putperest inanç sistemi, insanlara da
ulûhiyyet (tanrılık) vasıflarının
verilmesine sebep olarak, yaratıcı(Hâlık)
ile yaratılmışı (mahlukları) birbirine karıştırmıştır. Bu durum;
bedenî güç, ilim, güzellik, siyasî otorite, kahramanlık gibi
bazı üstünlüklere sahip olan insanlarda yarı tanrılık,
tanrılarla akrabalık vehmedilmesi neticesini getirmiş ve insanın
ne olduğu konusu anlaşılmaz ve içinden çıkılmaz bir hal
almıştır.
Eski Hind,
Mısır ve Mezopotamya kavimlerinde de aynı halin benzerleri
yaşanmıştır. Ya krallar, büyücüler,
rahipler tanrı, diğer insanlar onun kulu tanınmış veya bunlar
kendilerini tanrının oğlu, kızı, yakını tanıtarak insanları
keyfî idâreleri altında inletmişlerdir. Bütün bunlar, insana ne
olduğunu bütünüyle anlatacak izahlardan çok uzaklarda kalacak,
tarihteki çeşitli cemiyet düzenlerine misâller teşkil etmekten
öteye geçememişlerdir. Diğer
taraftan fen bilgilerinin insan vücudu hakkındaki buluşları
ilerledikçe ilk çağların mitolojik ve felsefî açıklamaları
tamamen yıkılmış, unutulmaya yüz tutmuştur.
Ancak insandaki kendi varlığını
tanıma ve kâinattaki yerini tesbit
etme arzusu hiçbir zaman yok olmamıştır. Nitekim batı
dünyasındaki filozoflar, son asırlara gelinceye kadar devamlı
olarak bu konuyla da meşgul olmuşlardır. Çeşitli felsefe
mekteplerine mensup olanlar kâh insandaki fevkalâde üstünlüklere
bakarak onu “hep” (herşey) olarak
görmüşler, kâh ihtiyaç ve âcizlikler içinde kıvrandığına bakarak
“insan bir hiçtir” demişlerdir. Diğer
felsefik görüşler de, ya bu
iki sınır arasında uçların herhangi birine yakın düşünceler öne
sürmüş veya insanın ya tamamen maddî
tarafını ele alarak materyalist, yahut da yalnız ruhî tarafını
öne sürerek ruhçu teoriler içinde boğulup kalmışlardır.
İnsandaki beyin, kalp gibi
organlarla, sinir, iskelet, kas, sindirim vs. sistemleri üstüne
her geçen gün gelişen fen bilgilerini materyalistlerin istismar
ederek insanı yalnız bir madde yığını olarak anlatmakta ısrar
etmeleri ve onları reddedenlerin insandaki ruhî olaylar ile
akıl, zeka, hedef seçme, beğenme, arzu etme, hatta ağlama-gülme
gibi çeşitli tezâhürleri ele alarak cesede âit hususiyetleri
inkâra kadar varan aşırılıklara düşmeleri, insanı batıda iyice
anlaşılmaz bir hâle sokmuştur. Öne sürülen görüşler içinde
insanı “mütekâmil bir hayvan” olarak değerlendirenler dahi
ortaya çıkmıştır. Materyalist felsefe mensuplarınca her türlü
vasıtaya başvurularak propagandası yapılan bu görüş çeşitli
biyolog, antropolog, anatomicilerin isimleri ve çalışmaları da
istismar edilerek yayılmaya çalışılmışsa da îtibâr görmemiş ve
yanlışlığı ilmen ispat edilegelmiştir.
Bu arada kazılardan çıkarılan insan kafalarına çeşitli
hayvanlara âit çene kemikleri veya dişlerin ustalıkla monte
edilerek özel kimyevî usullerle muamele yapılıp sanki binlerce
yıl öncesinden kalmış gibi gösterilip bununla insanın hayvandan
geldiği faraziyesinin ispata kalkışılması, evrim teorilerini ve
bunları savunanları gülünç hale düşürmüş, hiçbir ciddiyetleri
kalmamıştır. (Bkz.
Darwinizm)
Batıda son bir iki asırda kurulan
ve gelişen psikoloji ve sosyoloji ilimleriyle birlikte
sosyologların ve psikologların yaptıkları insan târifleri de
insanın yalnız bir cephesini ifade etmektedir. Meselâ; “İnsan,
âlet yapan ve kullanan varlıktır.”, “İnsan düşünen hayvandır.”,
“İnsan akıllı bir hayvandır.” gibi. Meşhur sosyologlardan
Auguste Compte
insanlığı “tapılacak ulu varlık” diyerek tanrılaştırmış,
görüşlerini pozitivizm adı altında müdâfaa etmiştir. Bir başka
sosyolog E. Durkheim de, “tanrı
insanlığın kollektif ruhudur”
diyerek insanı tanrılaştırmak istemiştir. Bu iki
sosyoloğun insan ve insanlık
anlayışlarının Yahûdî inancı (cabalisme)
ile büyük benzerlikleri bulunduğu görülmüştür. İnsanı bir bütün
olarak anlatan bir târif veya görüş, batı dünyâsında günümüzde
de mevcut değildir. Alexis
Carrel’in Nobel mükâfâtı kazanmasına
sebeb olan
Man the
Unknown (İnsan Denen Meçhûl)
adlı meşhur eseri de, olanca kalınlığına ve bilgi yüküne rağmen
dönüp dolaşıp başlangıç noktasına gelmekte ve “insanın meçhul
olduğu”nda karar kılmaktadır.
Fen ilimleri, insan vücûdundaki
sistemlerden kromozomların, genlerin yapısındaki inceliklere
kadar ulaşan gayretine rağmen “İnsan nedir?” sorusunun muhâtabı
olmaktan kaçınmaktadır. Esâsen artık günümüzde bu sorunun tam
cevâbını bu ilimlerden ve fen bilginlerinden bekleyenlerin
sayısı da yok denecek kadar azalmıştır. Son asırda bilhassa
materyalist felsefe mensuplarınca fen ilimlerinin omuzlarına
yüklenmek istenen bu fevkalâde ağır ve konusu dışındaki suâl, bu
ilimler tarafından silkelenip atılmıştır. Çünkü insanın yalnız
cesetten ibâret bir varlık olmadığı, ayrıca bir de ruhunun
bulunduğu, her insanın her an yaşadığı ve idrak ettiği ispata
ihtiyacı olmayan bedihi (açık) bir hakikattir. Böylece fen
ilimleri kendi konularına göre insan vücudunun fizikî, kimyevî,
biyolojik, anatomik vb. yapısını inceleyip var olanı
tesbit etmek, anlamaya ve anlatmaya
çalışmakla iktifa etmekte, aslî vazifeleriyle meşgul olmaktadır.
Dinlerde insan: İnsan,
târih boyunca çeşitli din ve inanç sistemlerinin de konularından
olmuştur. Bütün ilâhî dinler ve bunların bozulmuş şekillerinden
doğan bâzı çok tanrılı inançlar, insanın “yaratılmış” olduğunu
bildirmektedir. İnsanın ruh ve ceset olarak iki cephesi
bulunduğu da, genel olarak hepsinde vardır. Ancak insanın
yaratılışı, cesedi, ruhu, hayatı, kâinattaki yeri, ölümü,
ölümden sonrası, yaratıcı karşısındaki durumu gibi konularda
ilâhî dinler ile bâtıl inanç sistemleri birbirlerinden tamâmen
ayrılmaktadır. Günümüzde bâtıl inanç sistemlerinin bu
konulardaki taassuplarının artık hiçbir değeri kalmamıştır.
Brahma inancında insanlar
dört sınıfa ayrılmaktadır. Brahma “kutsal söz” demektir. Bunun
dört oğlu olduğu söylenmektedir. Oğullarından biri ağzından,
diğer üçünün de elinden ve ayağından meydana geldiği
sanılmaktadır. Bundan dolayı Brahmanlar insanları, sözlerine
kimsenin karşı gelemediği“kutsal râhipler”, “savaşçılar”,
“tüccarlar-çiftçiler” ve “köylü-amele-işçiler” olmak üzere dört
sınıfa ayırmışlardır. Bu dört
sınıftan çıkarılanlara parya denir ve bu zavallıların insan gibi
yaşama hakları dahi yoktur. Hayvan muâmelesi görürler. Brahma
inancında insan mukaddes sayılır ve öldükten sonra tekrar
dünyâya geleceğine inanılır. Kendi kitaplarında insanın hayâtını
talebelik, evlilik, münzevilik ve inanç uğruna dilencilik
şeklinde dörde ayırırlar. Ruh ve
beden hakkında hiçbir bilgileri yoktur. Ölülerini kutsal
saydıkları Ganj Nehrine atarlar. (Bkz.
Brahmanizm)
Budizm, Brahma inanışının
değiştirilmiş şekli olup, tanrısız bir dindir. Bir insan olan
önderleri Buda’yı bir nevi tanrılaştırmışlardır. İnsan hayatını
bir ızdırap olarak anlatırlar.
Doğum, ihtiyarlık, hastalık ve ölüm, acı hakikatlerdir. İnsan,
bütün geçici hevesler ve yaşama arzusundan kurtulursa
Nirvana’ya (kutsal istirahata)
kavuşur derler. Buda, insanları kutsal saymaz. Hepsini eşit
görür. (Bkz. Budizm)
Mecûsîlik de, Brahma
inancının bir şubesi olarak insanların ateşe, ineğe, timsaha
tapmasını ister. Mecûsîler ölülerini gömmezler. Bir kulede
saklayıp akbabalara yedirirler.
İnsan konusu, semâvî dinlerde
diğer inançlara göre daha geniş ve daha mükemmel bir şekilde ele
alınır. İlk insan ve ilk peygamber olan hazret-i Âdem’den
îtibâren gelen bütün peygamberlerin insanlara tebliğ ettikleri
dinlerde îmân, ibâdet esaslarının yanısıra
insanlara bizzat kendilerinden de haber verilmiş, ne olduğu
anlatılmıştır. Günümüzde tek Allah’a inanan semâvî dinler üç
tânedir:
Yahûdî dîni: Bir hak din
olan Musevîliğin insanlar tarafından bozulmuş, değiştirilmiş
şekli olan Yahûdî dîninde, insanın bedeninin ve rûhunun
birbirinden ayrıldığına ve rûhun dâimî olduğuna inanılmaktadır.
Bugünkü Yahûdîlikte, Yahûdîler kendilerini
Yehova dedikleri tanrının çocukları sayar.
Yehova da, “Yahûdî kavminin
kollektif rûhu” gibi telakki
edilerek yalnız Yahûdîlerin tanrısı kabul edilir (cabalisme).
Yahûdî olmayan bütün insanlar, “hayvan mesabesi”nde düşünülerek
bunların köle, Yahûdîlerin de efendi olduğuna inanılır. Bu
inancın siyâset sahnesindeki adı “siyonizm”dir.
Hıristiyanlıkta insan:
Îsevîliğin papazlar elinde bozulmuş ve değiştirilmiş şekli olan
bugünkü Hıristiyanlık inancında, insanların günahkâr doğduğu
kabul edilmektedir. Hazret-i İsâ, insanları bu günahtan
kurtarmak için dünyâya gelen Allah’ın oğludur.
Cenâb-ı Hak, insanların günahlarını
affettirmek için kendi oğlunu haç’a gerdirmiştir. Dünyâ çile
yeridir. Zevk ve safa yasaktır. İnsanlar doğrudan doğruya Allah
ile temas edemezler, O’ndan birşey
isteyemezler. Ancak râhipler, insanların yerine Allah’a
yalvarabilir ve onların günahını affedebilirler. Hıristiyanların
başında bulunan papa günahsızdır. Onun her yaptığı iş doğrudur.
İnsanlarda ruh ve vücut ayrıdır. İnsanın rûhunu ancak papazlar
temizler. Vücut ise dâimâ günahkâr kalan çirkin bir şeyden
ibârettir.
İslâmiyette
insan: İnsan hakkında en doğru, en mükemmel ve tam mâlumâtı
zamanımızda yalnız İslâm dîni bildirmektedir. İnsanın
yaratılışı, hayat sürmesi, ölümü, âhiret
hayâtı ve Allahü
teâlâ ile münâsebeti
Kur’ân-ı kerîmde, hadîs-i şerîflerde
ve bunların açıklaması olan diğer din kitaplarında geniş
yazılıdır. İslâmiyetin insan
hakkındaki bildirdikleri, fen ilimlerinin
tesbit ettiklerini, felsefecilerin sözlerinin bâzılarını
ihtivâ ettiği gibi bunların hiç bilmediği ve haber vermediği
şeyleri de içine alır. İnsanı her bakımdan kavrayan ve insanın
varlığını tam izah eden yegâne din,
İslâmiyettir.
İslâm dîninde insanın temel vasfı
mahlûk, yâni yaratılmış olmasıdır. İnsan, kendiliğinden var
olmamış, onu Hâlık (yaratıcı)
yaratmıştır. Bu yaratıcının ismi “Allah”tır. Hiçbir insanda
ulûhiyyet (ilâhlık) yoktur ve aslâ
olamaz.
Allahü
teâlâdan gayri olan her şey, madde,
ruh, nebât, cisim, arâz, düşünce, hayal, fezâ,
kürsi, Cennet, Cehennem, melek vs.
mahlûktur (yaratılmıştır). İnsan, bütün mahlûklar içinde en
şerefli olanıdır. Ona bu şeref Allahü
teâlâ tarafından verilmiştir. İnsan
olmak şerefi, belli kişilere mahsus olmayıp bütün insanlarda
ortak olarak vardır. Allahü
teâlâ; ilk insan, insanlığın atası
ve ilk peygamber olan hazret-i Âdem’i topraktan yaratmıştır.
Kur’ân-ı kerîmde
Hicr sûresi 26. âyetinde
meâlen; “And
olsun ki biz insanı kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan
yarattık.” ve Mü’minûn sûresi
12. âyetinde meâlen; “Biz insanı
(Âdem’i) muhakkak ki çamurun özünden yarattık.” ve Rahman
sûresi 14. âyetinde meâlen; “O(Rahman)
insanı(onun aslı olan Âdem’i) yanmış kerpiç gibi kuru
bir çamurdan yarattı.” buyurulmaktadır.
Bütün insanlığın annesi olan
hazret-i Havvâ ise hazret-i Âdem’in sol kaburga kemiğinden
yaratıldığı çeşitli tefsir kitaplarında ve Peygamberimizin
sözlerinde açıklanmaktadır. Nisâ sûresi birinci âyetinde
meâlen; “Ey insanlar, sizleri bir
tek nefisten (Âdem’den) yaratan, o şahıstan da eşini(Havvâ’yı)
vücuda getiren, ikisinden birçok erkeklerle kadınlar yaratan
Rabbinizden korkun!..” buyrulmaktadır.
Hazret-i Âdem’in topraktan
yaratılan cesedine Allahü
teâlâ “ruh” vermiştir. Bütün
insanların rûhu vardır. Kur’ân-ı
kerîmde Secde sûresi 9. âyetinde meâlen;
“Sonra Allah, onu (insanın şeklini) düzeltip tamamladı
ve bizzat kendi kudretinden ruh üfledi...”
buyrulmaktadır.
Hazret-i Âdem ve hazret-i Havvâ,
uzun zaman Cennette yaşamışlar, unutarak yasak edilen bir
meyveden yemeleri sebebiyle yeryüzüne indirilmişlerdir. Zamanla
çocukları çoğalmış, kabileler ve kavimler teşekkül ederek
bugünkü insanlığa gelinmiştir. Hazret-i Âdem’in yeryüzünde
yaşamaya başladığından bugüne kadar geçen zaman hakkında,
âlimler birkaç rivâyet bildirmişlerdir. İslâm âlimlerine göre
insanlığın, yeryüzündeki târihi 313.000 seneden az değildir.
İnsanların birbirlerinden üremesi
erkekten çıkan menideki spermler ile kadın yumurtasının
birleşmesinden hâsıl olmaktadır. Kur’ân-ı
kerîmde meâlen şöyle
buyrulmaktadır:
İnsan kendisini bir
nutfeden yarattığımızı görmedi (bilmedi) mi ki
şimdi o, açıktan açığa bir müfrit hasım olmuştur. O kendi
yaratılışını unutarak bize bir misâl getirdi; “ Bu çürümüş
kemiklere kim can verecekmiş!” dedi. (Yâsîn sûresi:
77, 78)
İslâmiyette,
insan, ruh ve cesediyle birlikte ele alınır. İnsan yalnız bir
ceset olmadığı gibi, yalnız ruh da değildir. İnsan, maddesi ve
rûhuyla bir bütün teşkil eder. İslâm dîni, insanın bu her iki
cephesine ait bütün bilgileri en öz ve mutlak doğru şekilde
bildirmektedir. İnsan yavrusunun meydana gelmesi üstüne
günümüzde en modern âlet ve tekniklerle yapılan bütün
araştırmalardan elde edilen bilgiler,
Kur’ân-ı kerîmde on dört asır evvel bildirilenlerden
başka şeyler olmamaktadır. Modern embriyoloji ilminin anne
karnındaki bebeğin ilk gününden îtibâren geçirdiği gelişme
devreleri hakkındaki bütün tesbitlerini
Kur’ân-ı kerîmde
Mü’minûn sûresi 12-14. ayetlerinde
ve hadîs-i şerîflerde bildirilmiştir.
İnsan cesedinin yaratılışı
hakkında mutlak doğru bilgiler veren İslâmiyet, insanın mânevî
tarafını da bildirmektedir. Fen ilimleri, asırlar boyu çalışma
neticesinde modern âlet ve cihazlar, müşahede ve tecrübelerle
insan vücudu hakkında Kur’ân-ı
kerîmin ve hadîs-i şerîflerin bildirdiklerinin bir kısmını
nihâyet anlayabilmiştir. Ancak insanda bir de ruh vardır ki; fen
ilimlerinin tamâmen sahaları dışındadır. Psikologlar ise, ruh
hakkında herhangi bir bilgileri olmadığından onu konuları
dışında bırakıp insanın davranışlarını ele almışlardır. İnsanın
mânevî tarafı hakkında yegâne mâlumât, ancak İslâmiyet
tarafından bildirilmektedir. İnsanın kısaca “ruh” denilen mânevî
tarafı da başlıbaşına bir hârikadır.
Allahü
teâlâ, birbirine
zıd olan on parçayı
biraraya toplayarak yeni bir özellik
sâhibi, bir birlik meydana getirmiştir. Buna insan şeklini
vermiştir. İnsan on parçadan hâsıl olmuş bir birlik olduğu için,
Allahü teâlânın
yeryüzünde halîfesi olmak şerefine nâil olmuştur. İnsandan başka
hiçbir mahluk bu şerefe mâlik değildir. İnsandan başka bütün
mahlûklar, çok büyük oldukları halde, hiçbirinde bu on parça bir
araya toplanmış değildir. Bütün insanlar, bu şerefte
ortaktırlar.
İşte böylesine mükemmel ve
şerefli olan insan, boşu boşuna yaratılmamış ve kendi bildiğine
bırakılmamıştır. Bütün insanlardan Allah’a dönmeleri istenmekte
ve Allahü teâlâ
onları kendisine dâvet etmektedir. Bir imtihan yeri olan bu
dünyâ hayatında bu dâvete icabet etmesi ve şartlarına uyabilmesi
için insanlara bir vâsıta gönderilmiştir. Bu vâsıtaya din denir.
En son din İslâmiyettir. İnsanların
bâzıları bunu kabul ederek ve bu yolda ilerleyerek meleklerden
daha üstün olabilmekte ve bâzıları da inatları yüzünden bu
dâveti kabul edip uymadıklarından şerefli yaratılmış
varlıklarını hayvandan daha aşağı derecelere düşürmektedirler.
Kur’ân-ı kerîmde Tîn sûresi, 4.
âyetinde meâlen; “Biz, gerçekten
insanı en güzel bir biçimde yarattık.” ve
A’râf sûresi 179. âyetinde
meâlen; “Onlar (îmân etmeyen
insanlar) hayvan gibidir. belki hayvandan daha aşağıdır.”
buyrulmaktadır.
Bu şerefli varlığını îmân
etmeyerek aşağıların aşağısı yapan ve bu hâliyle ölen insanların
işledikleri suçun cezâsı sonsuz ve çok acıdır ki; dünyâda böyle
cezâ olamaz. İşte Cehennem insana bu cezânın verildiği yerdir.
İslâm dîninde her insan, başlı
başına orijinal bir varlıktır ve doğuştan günahsızdır. Ancak
bülûğa erdikten sonra îmân etmesi ve
İslâmiyetin hükümlerine uyması
istenir. İslâmiyet, kâinâtın insan için; insanın da Allah’a
kulluk etmek için yaratıldığını bildirmektedir. Çok yüksek
yaratılışıyla insan, bütün kâinâtın en kıymetli ziyneti gibidir.
Dünyâdaki herşey, insanın menfaatine
ve istifâdesine sunulmuştur. Yasak edilen belli şeyler dışında
kalan herşey aslı üzere
mübahtır. İnsanın bunlardan
İslâmiyetin hudutları dâhilinde
istifâde etmesi serbest, hattâ lâzımdır. İnsan bunu sağlamak
için dünyâyı, eşyâyı, olayları inceleyip tanımakla
emrolunmuştur. Kendini, cisimleri,
fezayı inceleyerek bunları yaratan Allahü
teâlânın kudret ve azametini
idrakla vazifelidir. İslâmiyet,
insanın kendisini tanımasına o derece önem vermektedir ki; bir
hadîs-i şerîfte; “Kendini tanıyan, Rabbini tanır.”
buyurulmuştur. İmâm-ı Gazâlî’nin;
“Anatomi ve astronomi bilmeyen Allahü
teâlânın kudret ve azametini
anlayamaz.” sözü de meşhur olmuştur.
İslâm dîninde insandan istenen
tek vazife vardır. Bu da, Allahü
teâlâya kulluk yapmaktır. Kulluk
insanın dünyâda geçireceği her an, yapacağı her iş ve bulunacağı
her halde Allahü
teâlâyı unutmaması ile olur. İnsan
bunu, emredilen ibâdetleri yapmak, yasaklardan kaçmak ve
mubahlarda ölçüyü kaçırmamakla yapmış olur. Müslüman olan her
insan, Allahü
teâlâ ile temas kurabilir. O’na kendisi ibâdet ve duâ
edebelir, günahlarının affı ve
isteklerinin yaratılması için yalvarabilir.
İslâmiyette
Allahü teâlânın
emrine icâbet ederek, O’na dönmek ve bu yolda ilerlemek, her
insana açıktır. İnsanlardan bâzıları bunun için bildirilen
vâsıtaya, İslâmiyete sıkı sarılarak
zâhirlerini ve bâtınlarını, yâni bedenlerini ve ruhlarını her
türlü kötülük ve çirkinlikten temizleyerek, diğer insanlardan
daha şerefli, daha üstün ve kıymetli olurlar. Meselâ evliyâ
böyledir. Peygamberler ise, peygamber olmayan insanların
hepsinden üstün, şerefli ve kıymetlidirler.
Allahü teâlâ onları,
insanlara kendisine kavuşturan vâsıtayı (dîni) bildirmek için
seçmiş ve bu vazifenin icâbı olan, diğer insanlarda bulunmayan
vasıflar ve meziyetlerle yaratmıştır.
İnsanın rûhu, kendisinin hülasası, özüdür. Bu ruh,
bilinemez ve nasıldır denilemez olarak yaratılmıştır.
Allahü teâlâ
mekânsız olduğu gibi, ruh da mekansızdır. Ruh da madde değildir.
Rûh bedene bağlılığı, Allahü
teâlânın âlem ile olması gibidir.
Ruh, bedenin ne içindedir, ne dışındadır. Ne bitişiktir, ne
ayrıdır. Yalnız bedeni varlıkta tutmaktadır. İnsan bedeninin her
zerresini diri tutan rûhudur. Bunun gibi âlemi varlıkta
durduran, Allahü
teâlâdır.
Allahü teâlâ bedeni, ruh
vasıtası ile diri tutmaktadır. İnsan rûhu, nasıl olduğu
anlaşılamaz olarak yaratılmıştır. Mümin insanın rûhu, bedeni ve
bedendeki kuvvetleri emri altına alarak kendini ne kadar çok
Allahü teâlâya
verirse, Allahü
teâlâdan gelen sonsuz nurların o kadar çok tecellilerine
kavuşur. Böylece
hakîki“Halîfe-i Rahmân” olur. Bütün bunlar, İslâm dîninde
insanın nasıl bir Halîfe-i Rahmân olduğunu anlatmaya kâfidir.
İslâmiyet insanın; göklerin, dağların, yerlerin yüklenmekten
çekindiği bu emâneti yüklenerek diğer mahluklardan şerefli
olduğunu bildirmektedir. Bu emâneti zâyi etmeyen, lâyıkıyla
taşımaya çalışan Müslümanlar içinden birçok evliyâ yetişmiştir.
İslâm dîninde evliyâ veya peygamber de olsa insan “kul”dur ve
ölünceye kadar kulluk vazifeleri ile mesuldür. İnsanın kendi
yaratanı Allahü
teâlâ ile biricik bağlılığı, O’nun mahlûku olmasıdır.
Başka hiçbir ilgisi yoktur.
İnsan ve diğer mahlûklar, Allahü
teâlânın büyüklüğünü, yüksekliğini
ve kemâllerini göstermektedir. Tasavvuf yolunda yürüyenlerin ve
geçmiş bâzı evliyânın Allahü
teâlâ ile bundan başka bir bağlılık
söylemeleri, meselâ birleşmek, benzemek, etrafını kuşatmak,
beraber olmak gibi sözleri, kendilerini hâl kapladığı zamanlarda
şuurları gitmişken söyledikleri şeylerdir. Bunlar şuura
kavuşunca hep tövbe ve istiğfar etmişlerdir. Peygamber bile
olsa, insanın kul olduğuİslâm
dîninin temeli olan Kelime-i şehâdette
de açıkça bildirilmektedir. Bir hadîs-i şerîfte Peygamber
efendimiz; “Ben de sizin gibi insanım. Bana
vahyolundu.” buyurmaktadır.
İslâm dîni insanları iki ana
kısma ayırmıştır. Bunlar Müslümanlar
ve Müslüman olmayanlardır. Bütün insanların, insanlık hakları
hürriyetleri vardır. İnsanlar doğuştan hürdür. Müslüman olan bir
insan diğer Müslümanların kardeşi olur. İslâmiyet insanlar
arasında birbirinden ayrılmış sınıflara ve tabakalara izin
vermez. Maddî ve mânevî olarak ilerleme, yükselme yolu her
insana açıktır.
İslâm dîninde insanın cesedi de
kıymetli ve mübârektir. Çirkin, pis ve kötü değildir. Rûhu o
taşımakta ve rûhun sonsuz derecelere yükselmesinde güzel ameller
yapan cesedin, çok büyük payı bulunmaktadır.İnsanların
organları, parçaları da kıymetlidir. Saç, sakal, tırnak gibi
parçaları da muhterem tutulmuş, yakılması, tahkir edilmesi
yasaklanmış, kesildikten sonra gömülmeleri istenmiştir. İnsan,
rûhunun ve cesedinin ihtiyaçlarını temin edip gidermekle
mükelleftir. İnsanın ölmesi, ruhunun bedene olan bağlılığının
sona ermesi, bedenden ayrılmasıdır. Ölmüş
Müslümanın cesedi de, dirisi gibi muhteremdir. Cesedi
yakılmaz. Diriyken yapılmayan şeyler ölüyken de yapılmaz.
Yıkanıp kefenlenerek namazı kılınır ve kabre konur. Ruh ölmez.
Ölmüş bir insanın ruhu başka bir insana
geçmez. Kıyâmette, Allahü
teâlâ her insanı
âhiret hayatına uygun yeni bir
bedenle yeniden yaratır. İnsan âhirette
ebedî bir hayat sürecektir. Âhirette
insan için Cennet ve Cehennemden başka üçüncü bir yer yoktur ve
her ikisi de ebedîdir. Dünyâ hayâtınıAllahü
teâlânın rızasına uygun geçiren
insanlar Cennette sonsuz zevk ve lezzetler içinde olacaklar,
böyle olmayanlar ise Cehennemde çok acı, elim, şiddetli azaplara
uğrayacaklardır.
İslâm dîni, insanlığı kendi
başına bir nevi (tür) olarak bildirmektedir. İnsanın hayvanlara
benzeyen tarafı, kas, sinir, kemik ve çeşitli anatomik
sistemleridir. Bir de sevkitabiî
denilen içgüdüler, insanda da vardır. Ancak insanda bunlardan
başka nefis ve kalp, ruh, sır, hafi, ahfâ
latîfeleri de vardır. Ayrıca yalnız insana mahsus olmak üzere
“akıl” verilmiştir. İnsan şuur, irade, zeka, idrak, hâfıza
sâhibidir. İnsan; anlar, anlatır, karar ve hüküm verir. Beş
duyusu, konuşma kâbiliyeti ve düşünce kuvveti vardır. İnsan
maddî ve mânevî yapısında kendinden başka bütün mahluklardan bir
nümûne taşıyan tek varlıktır.
İnsanda ilâhî üstünlüklerin benzerleri, yerde ve göklerde
bulunan her şeyden bir zerre, elementler, göklerin benzerleri,
meleklerdeki iyilikler ve iblisteki kötülükler de vardır. Ancak
insan aynı zamanda muhtaç ve âciz bir varlıktır. Hiçbir şey yaratamaz. İslâm dîninde insanın “âlem-i
sagir” (küçük âlem), “zübde-i âlem”
(âlemin özü) olduğu bildirilmiştir. İnsan her varlıktan bir eser
ihtivâ eden bu muhteşem topluluğu ile, her varlıktan daha çok
ilerlemeye, yükselmeye namzet olduğu gibi, her varlığa olan bu
bağlılığının kendini yaratanı unutturması ve Allah’ı bırakıp o
varlıklara bağlanması hâlinde de, her varlıktan daha aşağı ve
zelil olmaya da namzettir. İslâm dîninin bildirdiği bu insan
târifi hiçbir inanç sistemi, fen bilgisi, felsefe ekolünde
yoktur ve hepsinin
doğruları bir araya getirilirse de olmayacaktır. İslâm dîninde
insan hakkında bildirilenlerin insana kendisini yaratandan gelen
haberler; diğer bilgilerin ise gene kendisi gibi insanların
akıl, tecrübe yoluyla elde ettikleri, zamanla değişebilen
bilgiler, şahsî düşünceler, teoriler, zanlar, faraziyeler hatta
uydurma sözler olması, bu hâlin yegâne, en büyük ve aradan hiç
kaldırılamayacak sebebi ve farkıdır.
İslâm dîninde insan dünyada
medenî bir hayat yaşamaya, rahat ve huzur içinde olmaya,
âhirette ise ebedî saâdete kavuşmaya
lâyık bir varlıktır. Peygamberler, insanlara bunu haber vermek,
hatırlatmak ve rehber olmak için gönderilmişler, insanları
hakikî insanlığa kavuşturmak için çalışmışlardır. İslâmiyet,
insandan aklını, ilmini ve diğer kuvvetlerini kullanarak dünyâda
medenî yaşamak için îcab eden her
şeyi yapmasını, toprağı, mâdeni, okyanus diplerini ve fezanın
derinliklerini bunun için kullanmasını, yeni
yeni âletlerle ve cihazlarla
işlerini kolaylaştırmasını istemekte, bunlara teşvik etmektedir.
Ayrıca beraber yaşadığı insanlarla medenî, olgun münasebetler
kurmasını, hoş geçinmesini, onlara yardım ve ikram etmesini
emrederek insan cemiyetlerinin sosyal vasıflarını da
yükseltmektedir.
İnsan olduğu için İslâm olmuş;
İslâm olduğu için insan vardır. İslâmiyet, insanoğlunun
ölümsüzlük arzusuna da cevap vermekte, insana ebedî bir hayat ve
saâdet taahhüt etmektedir.
İslâm dîninde insan; kısaca,
mânevî ve maddî bütün varlığı, şahsî ve sosyal hayatı, evveli ve
âhiri, dünyâsı ve âhireti ile tam
olarak ele alınmakta, hakikî insan ve hakîkî Halîfe-i Rahmân
olmaya dâvet edilmektedir. Zâten İslâm dîni,
Allahü teâlâ
tarafından bunu sağlamak için gönderilmiştir.
KAYNAK : YENİ
REHBER ANSİKLOPEDİSİ’NDEN ALINDI.