** DARWİNİZM VE YARATILIŞ
**
** Anlaşılan Evrimciler Darwinizm’i kurtarmak adına evrimi moleküler genetik biyolojiye uyarlamaya çalışılıyorlar. Onlar uyarlamaya çalışa dursunlar, fosil kayıtlar ortada durdukça tüm uyarlama çabaları boşa çıkmakta habire. Bilindiği üzere canlı artıklarının fiziksel, kimyasal ve biyolojik olarak sedimant (çökelen tortular) tabakalar içerisinde uzun yılları aşan sürelerde uygun bir ortama denk geldiğinde ancak o zaman preslenmek suretiyle fosilleşme denen hadise vuku bulmakta. Öyle ki çökelen tortular bir yandan kaya şeklinde sertleşirken diğer yandan da canlı artıklar ya da cesedin tamamı yüksek basınç etkisiyle preslenmiş kaya parçası haline gelmek suretiyle oluşmakta. İşte organizmanın ölümünden sonra arta kalan kısımlardan oluşan bu tip baskılanmış kalıntı yapılara fosil denmektedir. Malumunuz bir kısım bilim adamları günümüz teknolojisine uyarlanmış bir takım radyometrik metotlardan elde ettikleri verilerden hareketle yeryüzünün yaşını 4,5 milyar yıl olarak hesaplamışlardır. Derken bu noktada fosillerin hangi devirlere ait olduğu bir gösterge niteliğinde kalıntılar olacağından bu tür metotlarla elde edilen fosilin çok rahatlıkla içinde bulunduğu jeolojik zaman dilimi veya yaşı hesaplanabiliyor. Evrimcilik bu ya, jeolojik devirleri gösteren tablolardan hareketle yeryüzünde ilk evvela omurgasızların görüldüğünü, sonrasında balıklar, kurbağalar, sürüngenler ve memelilerin ortaya çıktığını ve sonrası süreçlerde ise güya her bir canlının evrim geçirerek Nasreddin Hoca’nın misali “Kazan Doğurdu” hikâyesi misali farklı kazanlara dönüşerekten türeyeceğini ileri sürmüşlerdir. Yani birbirinden farklı canlı türlere dönüşeceği…
Malumunuz Yaratılış fikrini savunanlar ise yeryüzündeki jeolojik hadiselerin uzun zaman diliminde gerçekleştiğini kabul etmekle beraber canlı türlerin ayrı ayrı değişik zamanlarda ortaya çıkıp asla türden türe dönüşmediğini, böylece kendi hemcinsi türüyle ortaya çıkmak suretiyle kendi atasının neslini devam ettirdiği yönünde görüş serd etmişlerdir. Gerçekten de söz konusu jeolojik devirlerin zaman tablosunda yer alan prekambriyen kayaçları arasında şimdiye kadar herhangi bir canlıya ait fosile rastlanılmaması evrimcilerin görüşlerini ziyadesiyle çürütmeye yeterken yaratılışçıların tezlerini ise daha da bir kavi kılmıştır. İşte bu gerçeği dile getirmekle de evrimcilere haksızlık etmiş sayılmayız. Hem niye haksızlık etmiş olalım ki, bikere ortada prekambriyen devrinde herhangi bir fosil kayıtlarına rastlanmadığına göre bu demektir ki kambriyen devrinin faunasında herhangi bir canlıya ait evrimleşme hadisesinin gerçekleşmediği bir durum söz konusudur. Ama gel gör ki, evrimciler bu noktada bir bakıyorsun yine inadım inat sanki ortada bir türden başka bir türe geçişi gösteren fosil kayıtları varmışçasına canlıların evrimleşip başka bir canlı yaratığa dönüştüğünden dem vurabiliyorlar. Üstüne üstük evrimciler mevcut fosil kayıtları görmezden gelip yangından mal kaçırır gibisine birtakım gerçekleri ört bas edip kurnaz tilki rolünü oynamakta pekte mahirlerdir. Oysaki Fen bilimleri ispatlanmış bilimsel veriler ve fosil kayıtlarla konuşmayı gerektirir. Ne diyelim adamlar bir kere tâ baştan yakayı kaptırıp akıl hocaları Darwin’le kafalarını şablonlamışlar, isteseler de bu saatten sonra tek yönlü ortaçağ kafası bu şablonun dışına çıkamazlar. Hatta ortaya ispatlanmış bilimsel verilerde koysan onlar için vız gelir tırıs gider misali akşam yatıp sabah kalkıp habire ‘evrim’ deyip başka bir şey sayıklamazlar. Kaldı ki örnek gösterdikleri Batı dünyası bile bu sevdadan vazgeçeli epey yıllar geçtiği halde bizim yerli evrimciler bugün olmuş halen bilimsel verilerle taban tabana zıt kendi uydurdukları çürütülmüş dogma tezlerinden vazgeçmiş değillerdir. Dedik ya, oysaki bugün evrimci tezlerin doğduğu Batı dünyasında artık Darwin denince komik fıkra olarak karşılık bulmakta. Yine de biz bu noktada tüm hüsnüniyetimizi koruyaraktan yerli evrimcilerin bu tutumlarından vazgeçmeleri için bir an evvel akıllarını başlarına alıp en nihayetinde şu çağrıyı yapmakta fayda görüyoruz:
--Bırakınız Darwin kendi çöplüğünde teorisiyle kala kalsın, bilimde bilimliyi ile yoluna devam etsin. Böylece hem kendinizi hem de zihinlerini aşılamak istediğiniz insanları kendi özgür iradeleriyle baş başa bırakınız ki zihinler teorilerin peşinden değil bilimsel verilerin peşinden koşuvermiş olsun.
Zaten bilimsel verilerden yola çıktığımızda şu bir gerçek; çok hücreli canlılar özellikle birbirinden farklı hücre yapılarıyla dikkatleri üzerine çekip bu farklı oluşumlar asla biri diğerinden türemiş farklılıklar değillerdir. Nasıl mı? Mesela karaciğer, deri, kemik ve göz hücrelerinin her birini mikroskobik incelemeye tabii tuttuğumuzda birbirlerinden çok farklı yapıda olduklarını gayet net bir şekilde görebiliyoruz pekâlâ. Sadece görünüm bakımdan mı görüp gözlemekteyiz, elbette ki bunun yanı sıra işlevsel yönleriyle de çok farklı yapıda olduklarını görüp gözlemlemekteyiz. İşte birbirlerinden bu denli farklı özelliklere sahip olmaları bize şunu gösteriyor ki ortada basit bir oluşumun varlığı söz konusu olmayıp bilakis birbirinden farklı karmaşık oluşumların arka planında bir dizi farklı protein sentezi yapılanmalarının varlığı söz konusudur. Ki, bilim adamları bu hususlarda son derece birbirinden farklı karmaşık protein yapısıyla ilgili çalışmalara kafa yordukça canlının embriyolojik gelişmesi sırasında ortaya çıkan farklılaşmayla birlikte hücrelerin birbirinden bağımsız olarak nasıl fonksiyon kazandığını ve nasıl kendine özgü bir yapıya dönüştüğünü çözer hale gelmişlerdir bile. Tabii bu hususlarda sırf kafa yormakta yetmez, hücre içinde vuku bulan pek çok fonksiyon mekanizmaları hakkında da daha detaylı bilgi edinmek için bikere her şeyden önce hücreyi oluşturan her bir elemanın birbirinden ayırabilecek laboratuvar analiz ve izolasyon çalışma metotlarına başvurmakta gerekir. Neyse ki günümüzde bir takım laboratuvar teknik metotların son derece gelişmiş cihazlarla yapılıyor olması sayesinde artık hücre yapılarını çok rahatlıkla birbirinden ayırıp hücre elemanlarının her birinin katman katman izole edilebildiğine şahit olabiliyoruz. Nitekim herhangi bir biyolojik materyali laboratuvar şartlarında özel solüsyonlara tabii tutaraktan örnek materyalin cinsine göre santrifüjde 1000 RPM’se 1000 RPM, 3000 RPM’se 3000 RPM, 5000 RPM’se 5000 RPM gibi değişik devirlerde santrifüj tüplerine konulmuş biyolojik örneklerin döndürülmesiyle (merkez kaç kuvvetiyle) birlikte başarılı bir şekilde bileşenlere ayrılıp böylece izolasyon çalışmaları neticelendirilmiş olmakta. Hatta izolasyona giren her bir biyolojik örneklerin aşama aşama değişik devirlerde çöktürüldüğünün en son safhasına gelindiğinde üst kısımda kalan sıvı içerisinde yer alan hücre yapılarının daha düşük yoğunlukta olması hasebiyle bu kısımda daha çok ribozomların yer aldığı gözlemlenmiştir. Tüm bu ayrıştırma işlemlerinden anlaşılan o dur ki; her bir bileşen birbirine iç içe karışmış gibi görünse de analiz işlemlerinin bittiği noktada bir bakıyorsun ribozom ribozom olarak asliyetini korumakta, mitokondri mitokondri olarak asliyetini korumakta. Her ne kadar ayrıştırma işlemleri evrimcileri üzse de neticeyi itibariyle görünen o ki başlangıçta her şeyin çorbaya dönüşmüş olduğu sanılan çözeltilerin izole edilmesiyle birlikte birbirinden bağımsız bileşenler olduğu anlaşılmaktadır. Meğer her şey göründüğü gibi değilmiş, hücrenin derinliklerine inildikçe nice sürprizlerle karşılaşmamız an meselesidir diyebiliriz. Mesela insan hücrelerinin merkezinde karşılaşacağımız sürprizlerden bir nükleolus yapı var olup ayrıca RNA ve buna bağlı olarak proteinler bakımdan oldukça da zengin içerikli derya-i umman niteliğinde hammadde kaynak söz konusudur. Ve bu söz konusu zengin içerikli ham kaynak maddeler hücre çekirdeği içerisinde ki kromozom yapı içerisinde konumlanmış olup böylece bu sayede nükleus yapı içerisinde protein sentezi faaliyetlerinde kullanılmış olurlar. Hatta bu yapı içerisinde önemli bir misyon yüklenen RNA ise rRNA (ribozomal RNA) karakterinde bir içerik yapı olarak karşımıza çıkar. Ta ki bu içerik çekirdek içerisinde proteinlere ve histonlara bağlanır, ancak o zaman sitoplâzmaya geçiş yaparak amino asitlerle birlikte protein sentezine aracılık eden bir misyon yüklenmiş olur.
Tüm bu anlatılanlardan anlaşılan o dur ki; çok hücreli canlılar özellikle bünyesinde bulunan birbirinden farklı hücrelerin varlığıyla dikkat çekmektedir. Zira karaciğer, deri, kemik ve göz gibi ileri derecede birbirinden farklılaşmış halde konumlanmış hücreler bunun tipik misalini teşkil ederler. Bu farklı oluşumlar bize aynı zamanda protein sentezinin son derece çok kompleks yapıda olduğunu gösteriyor. İşte böylesi bir kompleks yapı içerisinde bir bakıyorsun anne rahminde embriyo ve fetüs safhalarına geçiş süreçlerinde alyuvar hücrelerinin oluşumuyla birlikte oksijen naklinin gerçekleştiğini, sinir hücrelerinin oluşumuyla birlikte haberleşme ve iletişim ağının tam takır donatıldığını, salgı hücrelerinin oluşumuyla birlikte hormonal dengenin sağlandığın, böbrek hücrelerinin oluşumuyla birlikte boşaltım ve tahliye işlemlerinin gerçekleşeceği bir dizi farklı fonksiyonlar için farklı özelleşmeler vuku bulabiliyor. Dikkat edin bu söz konusu karmaşıklık içerisinde sinir hücresi sinir hücresi olarak, göz hücresi de göz hücresi olarak vücut bulmaktadır. Öyle ki hiçbir hücre kendi öz kodlarından sapma yapıp ne sinir hücresi göz organına dönüşmekte ne de göz hücresi sinir ağına dönüşmekte. Bilakis her hücre kendi öz koduyla kendi asli organını oluşturmaktadır. Kelimenin tam anlamıyla her bir hücre evrimci tezlerin tam aksine kendi yaratılış mayasıyla taban tabana uyumlu organ yapısı içerisinde aslına rücu etmekte. Derken en nihayetinde her şey kendi asli mecrasında ilerleyip canlı oluşumunun bütününe yayılan bir iş bölümü şeklinde gerçekleşen bir organ yapılanması vuku bulur.
Evet, şu bir gerçek Biyokimyacılar yıllardan beri hücre içindeki yapıları tek tek ayırıp analiz etmek için bir takım dokuları tuz çözeltisi içerisinde süspansiyonunu sağladıktan sonra santrifüjle hücre yapılarını birbirinden ayırmak için çaba sarf etmişlerdir. Ancak bu işe koyuldukları ilk aşamalarda pek ümit verici sonuçlara ulaşamamıştılar. Çünkü birçok hücre tuz çözeltisine konulunca deforme olup adeta patlıyordu. Neyse ki 1950 yıllarında tuz yerine şeker çözeltisi kullanılmasıyla birlikte hem hücre yapılarının patlaması önlenmiş ve hem de hücre yapılarını birbirinden ayıran bir dizi metotlar geliştirilmiştir. Nitekim deneylerde kullanılan farenin karaciğeri özüt hale getirilmesi için şeker kamışı posasından elde edilen çözeltiye konulup soğuk bir odada karıştırıcı (mixer) içerisinde vortekslenerek homojen hale getirilmesi neticesinde karaciğer hücrelerinin serbest hale geçmesi sağlanabilmiştir. Derken özüt hale gelen karaciğer hücreleri santrifüj tüpünde 700 rpm’de 10 dakika düşük hızla döndürüldüğünde tüpün dip kısmında hücre çekirdeklerinden meydana gelen bir çöküntü elde edildiği gözlemlenmiştir. Hatta dip kısmına pelet halde çökmüş diğer parçalanmış hücrelerin varlığı da gözlemlenmiştir. Pelletin (çökeltinin) üst katmanında teşekkül eden sıvının (supernatantın) içerisinde ise daha küçük yapıda hücre yapıların varlığı gözlemlenmiştir. Ve çökeltinin bu üst katmanda oluşan supenatant sıvı döküp tüpün dibindeki çökeltiyi tekrardan yerçekiminin 5000 katı kuvvetle santrifüj edildiğinde bu kez tüpün dip kısımda mitokondri hücrelerinden meydana gelmiş bir çöküntünün oluştuğu gözlemlenmiştir. İşte tüpün dibinde gözlemlenen bu çöküntüler her defasında iyiden iyiye saflaştırıp mitokondrileri ayırdıktan sonra geriye kalan mayi ultra santrifüjle yerçekimi gücünün 10.000 katı bir uygulama daha tatbik edildiğinde bu kez tüpün dibinde endoplazmik retikulum ve ribozom ihtiva eden bir çöküntünün oluştuğu gözlemlenmiştir. Derken tüm bu işlemlerin akabinde oluşan bu süspansiyon yıkama solüsyonlarıyla yıkandığında endoplazmik retikulum parçalarının elimine edilmesiyle birlikte geriye kala kala sadece ribozomlar kalacaktır. Böylece bu tür hücre analizi ve ayrıştırma yöntemleri sayesinde protein ve nükleik asit moleküllerinin ayrıştırma işlemleri gerçekleşmiş olur. Neticeyi itibariyle ayrılan hücrelerin en küçük alt biriminin ribozomlar olduğu belirlenmiş olur.
Hâsıl-ı kelam, insanoğlu topraktan yaratılmış olmakla aslında başlangıçta cansız bir madde sayılır, ne zaman ki Yüce Yaradan yaratılış toprağına ruh üfler, işte o zaman hücre oluşumuyla birlikte ete kemiğe bürünmüş bir halde kendini bilen varlık oldu. Zaten kendini bilen varlık bir anlamda madde kalıbından sıyrılıp şuurlu yaratılmış mahlûk olmak demektir de. Gerçek manada şuur sahibi olmak ise malum ruh köklerini iri ve diri tutmakla ancak erişilebiliyor. Çünkü şuur elle tutulur gözle görülür eşyadan değil ruhi kaynaktan beslenen bir melekedir. Ancak gel gör ki bunu evrimcilere kabul ettirmek çok zor, onlar bildiklerini okuyup şuurlu varlık olarak yaratılan insanı madde veya eşya kalıbında basite indirgeyip şuursuz maymunu atası olarak ilan ettirmek peşindedirler halen. Oysaki insan şuurlu yaratılmış varlık olması sayesinde milyarlarca galaksiden meydana gelen koca kâinatı küçücük beyin belleğinde hıfz edip sığdırabilmekte. Nitekim bu nedenledir ki Yüce Yaradan insanı eşrefi mahlûkat olarak ilan etmiştir.
Yine de biz, Allah’tan yaratılış mucizesine iman getirmiş Müslümanlar olarak, bize olan yakışan tavrımızla insanı basite indirgeyipte ona madde gözüyle bakan materyalistler ve evrimciler hakkında yaratılış şuuruna ermeleri için hidayet dilemek düşer.
**
**
*** Makale Yazarı : Selim GÜRBÜZER
**
**
**
**
*** *** ***
** ALTUNTOP.NET -- Abdülhakim ALTUNTOP