Din- İlim Beraberliğine Temelden Bir Yaklaşım
**
Din ile ilim çatışır mı
çatışmaz mı; bunlar, birbirinin sahasına girmemesi gereken
bağımsız disiplinler midir, yoksa aynı hakikatin iki değişik
ifade biçimi midir? Bu mesele, birkaç asırdır hemen hemen bütün
dünyada tartışılan ve son yıllarda da Müslümanların gündeminde
ciddi bir yer işgal eden önemli konulardan biri olarak
karşımızda durmaktadır.
Batı’da
Hıristiyanlığın tevhidden teslise sapması, Hz. İsa’nın bir
kul-peygamber olmaktan, Allah’ın -hâşâ- kendinde tezahür ettiği
bir ilâh mertebesine çıkarılması neticesinde nihaî kurtuluşun
İsa'yı sevmeye bağlanması, Hz. İsa'dan sonra onun 'bedeni' kabul
edilen kiliseyi tartışılmaz bir yere oturmuştur. Temelinde bu
şekilde sözde bir İsa sevgisi konan ve bu sevginin aracı
‘prizması’ olarak da kiliseye vücut veren Hıristiyanlık, tabiatı
ve tabiatın bilgisini kişiyi Allah’tan alıkoyan bir perde olarak
görmüş; ne var ki, Rönesans’la birlikte antikiteye ve tabiata
uyanan Batı insanı, bu noktada kilisenin temsil etliği
Hıristiyanlığı sorgulamaya başlamış, daha sonra bu sorgulama
natüralizm, pozitivizm ve materyalizm gibi akımlarla doğrudan
dine ve Allah’a yönelmiştir. Son iki asırdır, Batı’dan mal ithal
eder gibi fikir ve düşünce ithal eden Müslüman dünyasının aydını
aynı sorgulamayı kendi dünyasına taşımış ve İslâm’a da
Hıristiyanlık gibi bir din olarak bakılmasının neticesinde,
İslâm ile ilim birbirine zıt iki disiplin gibi takdim edilir
olmuştur. Oysa gerçek, tamamen başkadır. Üzerinde çok yazılıp
konuşulan bu mevzuyu bir benzetme ile İslâm’ın ve bütün İlâhî
dinlerin temeli olan tevhid çerçevesinde kısaca değerlendirmeğe
çalışacağız.
İlim adamları,
kâinatın ömrünü 10-15 milyar yıl olarak tahmin etmektedirler.
Kâinat bu kadar yıldır hiç bozulmadan sürüp gelmektedir. Oysa,
gerek kâinatın teşekkülü, gerekse varlığının devam etmesi
ihtimal hesaplarına göre adetâ mümkün değildir. Çok basit bir
gerçek olarak, aşılanmış bir yumurta olarak tek hücre hâlinde
anne karnına düştüğü andan itibaren insan, annenin temelde
topraktan aldığı gıdalarla beslenir. Bu gıdaların anne karnında
itina ile ayrılan bir kısmı, zerreler hâlinde onun ‘yapı
taşları’nı oluşturur. Her geçen gün binlerce zerre cenine
eklenir ve zamanla ortaya mükemmel bir vücut çıkar. İşte bu
oluşum safhalarında, insan ceninine ‘yapı taşları’ olarak ulaşan
sayısız zerreden bir veya birkaçı yanlış bir yere gitse, göze
gidecek bir zerre kulağa gitse, ayak parmağına gidecek bir
tanesi beyne gitse, bir ‘anomali’ ortaya çıkar. Aynı gerçek,
doğduktan sonra insanın tüm hayatı için de söz konusudur. Çünkü
insan, yine genellikle topraktan aldığı gıdalarla beslenmekte ve
bu gıdalar onun vücudunun yapı veya tamir taşlarını
oluşturmaktadır, ikinci olarak her insan aynı topraktan alınan
aynı gıdalarla beslendiği hâlde, simadan karaktere, kaderinden
parmak izlerine varıncaya kadar tamamen kendine has bir
yapıdadır. Aynı malzeme, her akımdan farklı milyarlarca varlığa
yapı taşı olmaktadır. Üçüncü olarak, insan hayatının sürmesi de,
insanın meydana gelmesi gibi âdeta mümkün değildir. Düşünün ki,
mikroskobik varlıklar olan hücrelerde her zaman herhangi bir
arızanın meydana gelmemesi, kılcallardan birinde her an bir
tıkanmanın olmaması için görünür hiçbir sebep yoktur. Hz.
Ali’nin ifadeleriyle, “Her yudumda ve her lokmada -hatta
teneffüs edilen her nefes havada- ölüm vardır.” Yani insan, bir
yudumla, bir lokma ile ölebilir. Öyleyse, insanın da,
makro-insan kabul edilen kâinatın da meydana gelmesi ve
varlığını devam ettirmesi tam bir mucizedir ve sınırsız bir
ilim, sınırsız bir kudret ve sınırsız seçme gücü olan bir
iradeyi gerektirmektedir. Bu ilim, kudret ve irade tek bir
varlıkta olmalıdır ki, bu sistem, bu muhteşem âhengiyle meydana
gelsin ve o varlığın istediği ana kadar devam etsin.
İşte, adına “Allah” dediğimiz bu sınırsız ilim,
kudret ve irade sahibi varlık, dinin de, ilmin de asıl
kaynağıdır. “Göklerde ve yerde en büyük temsil Allah’ındır”
düsturu çerçevesinde, bunu bir misalle izah etmeğe çalışalım:
Bir insan
olarak meydana getirdiğimiz her şeyin, meselâ bir binanın beş
türlü varlığı vardır: İlmî varlık, kaderi varlık, kitabî varlık,
maddî-aktüel varlık ve uhrevî varlık. Diyelim ki, bir
mimar-mühendissiniz ve bir bina yapmak istiyorsunuz. Önce şekli,
genel hatları ve detayları, kat ve odalarının sayısı,
fonksiyonları, kısaca bütün özellikleriyle binayı zihninizde
tasarlar ve ona bir ancak dışta görülmesi için zihninizdeki
yapıya hariçte, toprak üzerinde maddî bir elbise giydirmeniz
gerekir. Bunun için önce, bütün detaylarıyla bir plân yapar;
yani, binanın zihninizdeki ilmî varlığına kâğıt üzerinde şekil
verirsiniz ki, bu onun kaderî varlığıdır. Daha sonra, elinizdeki
malzeme ile bu plânı maddî varlığa taşır, yani onu taş, tuğla,
çimento, demir, tahta vasıtasıyla şu kadar katlı, şu kadar odalı
bir bina hâline getirirsiniz. İşte bu da onun maddî-aktüel
varlığıdır. Sonra, çok güzel yaptığınız ve büyük emek sarf
ettiğiniz bu binanın en rantabl biçimde kullanılması ve
başkaları tarafından tanınması için bir broşür hazırlar ve bu
broşürde bina hakkında detaylı bilgi verir, ayrıca onun nasıl
kullanılması gerektiğini anlatırsınız. Bu broşür, onun kitabî
varlığıdır. Bu bina, zamanla hafızalara nakşolur, kâinatın
hatırasına işlenir; aynı plân üzerinde kendisine göre daha başka
binalar yapılabilir. Böylece bina, binlerce ‘uhrevî’ varlık
kazanmış olur. Eğer bu bir bina değil de, bir ağaç olmuş
olsaydı, o zaman binlerce hafızada ve kâinatın hatırasında
kalmasının yanı sıra, yüzlerce, belki binlerce çekirdeğinde
varlığını devam ettirecekti, işte bu bina, sizin hem ilminizi,
hem plânlamacılığınızı ve iradenizi, hem kudret ve ustalığınızı
ortaya koyar. Şimdi, zihninizde, plânınızda, toprak üzerinde
aynı olan ve yazdığınız broşürde de nasılsa öyle tanıtılan ve
hafızalara nakşolan bu binanın bu beş çeşit varlığı arasında bir
çelişkiden söz edilebilir mi? Çelişki ancak şurada olabilir ki,
binayı, söz gelimi, beş katlı, 30 odalı, dış boyaları yeşil, iç
boyaları beyaz olarak tahayyül etmiş ve taş kullanmayı
kararlaştırmışsınız. Fakat plânınızda biraz değişiklik
yapmışsınız. Asıl yapıyı, ne zihninizdeki şekle, ne de plânınıza
göre kurma imkânı bulmamışsınız. Yazdığınız kitapta binayı
olduğundan başka tanıtmışsınız. İşte o zaman, binanın değişik
varlık biçimleri hakkında bir çelişkiden söz edilebilir. Fakat
böyle bir çelişki, olsa olsa bir beşer olarak eksikliğinizden,
aczinizden veya imkân bulamamanızdan kaynaklanır ve arızî bir
durumdur.
İşte,
kâinatı da, normo-kâinat olan insanı da böyle bir binaya
benzetebiliriz. Onlar, varlık âlemine çıkmadan önce Allah’ın
ilminde vardılar ve bu onların ilmî varlığı idi. Allah, onların
bu ilmî varlığı üzerine iradesiyle ve “Mukaddir”, yani takdir
edici, kader verici ismiyle tecelli edince, onların kaderi
varlığı, sonra kendilerine maddî varlık giydirince de
maddî-aktüel varlıkları ortaya çıktı. Daha sonra, hem bu kâinatı
ve minyatür kâinat olan insanı, hem onlar vasıtasıyla Kendini
tanıtmak, hem de irade sahibi kıldığı insanın kâinatta nasıl
davranması gerektiğini ona anlatmak için bir Kitap gönderdi ve
böylece onlara kitabî varlık kazandırdı. İnsan da, kâinat da
dünyevî hayatlarıyla uhrevî varlıklarını yazmakta ve zaman
şeridinde geçen her anları uhrevî varlıklarına bir nakış daha
işlemektedir ki, bu da bütün endamıyla Ahiret’te ortaya
çıkacaktır.
Kâinatta, mümkün görülmemekle birlikte, mucizevî
olarak milyarlarca yıldır devam edegelen muhteşem denge ve insan
hayatının aynı şekildeki mucizevî varlığı ve devamı, hem insanın
hem de kâinatın sonsuz ilim, irade ve kudret sahibi aynı varlık,
yani Allah tarafından yaratılıp yaşatıldığını ortaya koyan en
reddedilmez bir delildir. Bu gerçek, Allah’ta ve O’nun isim ve
sıfatları arasında zerre kadar bir çelişkinin olmadığını ve
olamayacağını da kör gözlere bile göstermektedir. Aksi hâlde,
Kur’an-ı Kerim’de ifade edildiği üzere, bir fesat çıkar ve
kâinat yıkılır giderdi. Nitekim, kıyamet anı geldiğinde,
kâinatın büyüklüğü içinde kendi büyüklüğüne nispetle bir kum
tanesi kadar bile olmayan yer kürenin yörüngesinden -Allah’ın
dilemesi ile-sapması, bu muhteşem sistemin tarrakalarla
çökmesine sebep olacak ve yerine daha muhteşem bir sistem
kurulacaktır. İşte ilim dediğimiz şey, fiziği kimyası,
astronomisi ve biyolojisiyle, Allah’ın yaratma ve yaşatma, yani
içindeki zerrelerden kürelere, mikroskobik varlıklardan en büyük
yaratıklara kadar bütün kâinatın meydana geliş ve işleyiş
kanunlarını inceleyen bir disiplindir ki, ele aldığı her mevzu,
Allah’ın ilim, irade, kudret ve takdirinin neticesidir. Din ise,
insanın yeryüzündeki hayatını tanzim eden aynı İlâh’ın, yani
Allah’ın Kelâm sıfatından gelen kanunlar manzumesidir. Kur’an,
bunların hepsini kendinde barındıran İlâhî Kitaptır ve yine
Kelâm sıfatının tecellisi olarak, kâinatın da insanın da kitabî
varlığını teşkil eder. Şimdi, Kendi’nde asla çelişki olmayan ve
olmadığı kâinattaki muhteşem ve akıllar üstü denge ile
ispatlanan Allah’ın tecellileri arasında herhangi bir çatışmadan
bahsetmek mümkün müdür?
Demek oluyor
ki, din, daha doğrusu, tahrife uğramamış din olarak İslâm ile
ilim, aynı gerçeğin iki farklı düzlemdeki ifadesinden, hatta
birbirini tamamlayan iki yüzünden ibarettir. Dolayısıyla,
aralarında en ufak bir çelişki ve çatışma olamaz. Çatışma, ilim
adamının zihninde olur; onun henüz gerçekleri kavrayamamış,
henüz teorilerden hakikatlere geçememiş veya yanlış bir din
anlayışına sapmış olmasındandır. Şu hâlde, gerçek ilim adamına,
bilhassa günümüzde gerçek Müslüman ilim adamına düşen, Kur’an’a
bakarak kâinatı, kâinata bakarak Kur’an’ı okumaya çalışmak
olmalı ve o, bu iki kitabı dinî ve ilmî çalışmalarında iki
kaynak olarak kullanmalıdır. Allah, okuma, yazma bilmeyen ve
henüz elinde okuyacak bir şey olmayan son Nebi Hz. Muhammed
Mustafa (sav)’ya ilk defa “oku!” derken, herhalde bu hususu
kastediyor ve “Kur’an’la birlikte kâinatı oku!” diye
emrediyordu. Bu emir, her ilim adamı ve Kur’an ‘okuyucusu’,
hakikatin ve insanlığa hizmetin peşinde koşan her fizikçi,
kimyacı, biyolog, astronom ve her Kur’an talebesi için
geçerlidir ve geçerli olmaya devam edecektir.
** ** ** ** ** ** ** ** **
****
****
*** ALTUNTOP.NET -- Abdülhakim ALTUNTOP