GENETİK KOPYALAMA NASIL ÇARPITILDI ?
**
Canlıların
cansızlardan en önemli farkı üreme özelliği, yani kendi
benzerlerini meydana getirmeleridir. Üreme hadisesinin temelinde
yatan esas gaye, erkek ve dişide ayrı ayrı bulunan türe ait
özelliklerin, yavruya geçmesidir. Böylece hem türün neslinin
bozulmadan devamı sağlanmakta, hem de her nesilde aynı türe ait
yeni çeşitler yaratılmaktadır. Bu mekanizmanın esası, her ferdin
türüne ait özelliklerin, moleküler harfler şeklinde kodlandığı
iki iplikten yapılmış DNA zincirinin taşıdığı bilginin
kopyalanmasına dayanır. Cinsî olarak (eşeyli) üreyen her
canlının bütün vücuduna ait genetik bilgi onun hücrelerinde,
biri annesinden biri de babasından gelmiş olan iki takım olarak
mevcuttur. Yumurta ve sperm hücrelerine nakledilmesinden sonra
bunlar birleşince döllenme sonucu meydana gelen tek hücre
(zigot) yeni bir canlının başlangıcı olarak programına yazılmış
rolünü oynamaya başlar. Bu tam teşekküllü hücre, yani döllenmiş
yumurta, devamlı olarak bölünüp çoğalarak, her defasında
kendisinin yeni kopyalarını yaparak milyarlarca ve trilyonlarca
hücreden ibaret bir canlıyı meydana getirir. Bir hücreden
trilyonlarca hücreye doğru ilerleyen gelişmenin belli
dönemlerinde bazı hücreler kopyalanırken belli yol ayrımlarında
farklılaşmalar görülür. Meselâ; henüz embriyo döneminde, kan
pıhtısı veya bir çiğnem et görünümündeki kitleyi teşkil eden
hücreler, çok potansiyellidir. Böyle herşey olmaya kabiliyetli
bir hücre bölünüp aynen kendi kopyasını meydana getirecek yerde,
kopyalanırken daha farklı özelliklere sahip yeni bir hücre,
meselâ; bir kas hücresi veya kemik hücresi yahutta kan hücresi
meydana getirebilir. Böylece bir insan embriyosunda, gelişme
sırasında yaklaşık 200 civarında farklı hücre meydana gelerek
yeni dokuları meydana getirir. Meselâ; gözümüzdeki bir grup
hücre ışığa hassasiyet kazanarak farklılaşırken, iç
kulağımızdaki bir grup hücre seslere hassasiyet kazanır,
karaciğerimizdeki bazı hücreler safra salgısı üretmek üzere çok
farklı bir yapı kazanırken, pankreasımızdaki bazı hücreler
insülin, bazıları da özel sindirim enzimleri üretmek üzere
farklılaşırlar. Böylece bir kimya laboratuarı gibi olan
vücudumuzda ihtisas sahibi hususi bölümler halinde, herbirinin
vazifesi ve yapısı farklı doku ve organlar meydana gelir. Bu
şekilde farklılaşmasını tamamlayıp, hususiyet kazanarak ihtisas
sahibi olan hücreler artık farklılaşmaz, ancak bölünerek belli
ölçülerde kendi kopyasını yapma devam eder, çünkü zaman içinde
yaşlanan, yıpranıp eskiyen veya herhangi bir şekilde yaralanan
hücrelerin yerine yenilerinin yapılarak tamir edilmesi ve
eksikliğin giderilmesi gerekir. Bundan sonraki kopyalanmalar
artık hep aynı doku içindeki hücrelerin tam benzerlerini yapması
şeklindedir. Karaciğer hücresi karaciğer, barsak hücresi barsak,
deri hücresi deri olarak aynen kopyalanır.
Böyle bir girişten kastımız
kopyalama dediğimiz hadisenin aslında her saniye bütün
canlıların vücudunda, sonsuz bir ilim ve kudretin mükemmel
programı çerçevesinde, milyonlarca yıldır devam ettiğini
hatırlatmak içindir. Medyanın genetik bir tekniği veriş üslubuna
bakarak sanki şimdiye kadar hiç yapılmayan bir şeyi ilk defa
bilim yaratmış"(!) havasına girilmesi çok büyük bir
aldatmacadır. Genetik bilimindeki gelişmeleri takdir etmemek
mümkün değildir. Ancak hadiseyi insanoğlunun yarattığı mucize
(!)" şeklinde takdim etmek çok yanlıştır. Gerçek bilim adamları
ve özellikle de bu konuda çalışanlar, yaptıkları işin sadece
Allah'ın yazdığı tabiat kitabındaki bazı kelimelerin okunup,
oradaki prensibe uyarak, aynı kelimelerle tekrarlanmasından
ibaret olduğunu söylemektedirler. Ancak maalesef hücredeki ve
canlıdaki yaratılış mükemmelliğini göremeyip Allah'ın kudretini
inkâra şartlanmışlar genetik bir teknolojiyi ateizm adına
kullanmak gibi bir yanlışlık yapmışlardır.
Burada insanımızı
şaşırtan husus, zihinlerimizde farazî olarak kurduğumuz bir
sınır çizgisinin tashih edilmesi olmuştur. Biraz açacak olursak;
Yaratma ile Kesb (cüzi irade kullanılarak yapılan fiiller) ve
ibda (yoktan yaratma) ile inşa (mevcut olanlardan yaratma)
arasındaki farkı bilemediğimizden, insanın cüzî iradesindeki
tasarruf etme yetkisini, asıl fail (işi yapan) olarak görenlerin
kafalarındaki yanlış anlayışa göre şu çizgiye kadar benim gücüm
yeter, ben buraya kadar yaparım; bundan ötesi Allah'a aittir,
bundan sonrasını Allah yapar şeklindeki yanlış bir sınırlama
ile kendilerini şartlandırmış olmalarından kaynaklanmaktadır.
Dolayısıyla böyle bir biyolojik gelişme karşısında sanki insan
kendi sınırını geçmiş de Allah'ın sınırına girmiş, artık bu
sınır rahatlıkla geçilebilir, Allah'a gerek yok (haşa) gibi
bazı insanlar kendilerini korkunç bir düşünce boşluğunun
kenarında bulmuşlardır. Halbuki zaten zihnimizde kendimizi
şartlandırdığımız, insanın iş gördüğü "ve "Allah'ın iş
gördüğü" gibi bir sınırlandırma yanlıştı. Çünkü zaten herşey
Allah 'ın iradesi ve dilemesiyle olmaktadır. Bizim kendi
yaptığımızı söylediğimiz işlerde, cüzî irademizle dileyen ve
kesb için çalışan biz olsak bile, hadiseyi asıl yaratan
Allah'dır. İnsan sadece kendine verilen cüzî ilimle ve iradeyle
Allah'ın tabiata koymuş olduğu kanunları araştırmış, sebepler
zincirindeki halkaların bir kısmını ortaya çıkarmış ve daha
sonra aynı malzemeyi, aynı sebeplere riayet ederek, aynı silsile
içinde sıraya koyduğunda, ve ancak Allah dilerse netice
almıştır. Fakat sebepler dünyasında yaşadığımızdan genellikle
fizik ve kimya konularında Allah'ın dilemesi de sebeplere uygun
şekilde cereyan ettiğinden insanoğlu sebeplere riayetle meydana
getirip, yapıp ettiklerine kendi eseriymiş gibi yaklaşmıştır
(mucizeler dışında). Hayat ve canlılık gibi olaylarda ise
müdahalesi çok küçük kaldığından (sadece evlenmek gibi)
yaratılışın Allah'a ait olduğunu daha kolay anlamış ve buradan
itibaren bir sınır çizmiştir. Halbuki böyle bir sınır çizmesi
baştan yanlıştı, zaten bütün herşeyi Allah yarattığı halde
kendisinin sebeplere riayetle ortaya koyduğu şeylere "yaratma"
olarak bakması yanlıştı. Dolayısıyla bazı ilmî gelişmelerin,
canlılık olaylarındaki sebepler zincirini biraz daha fazla
çözmelerini ve buna riayetle yaptıkları kısmî tasarrufun
hikmetini anlayamayanlar, Allah'ın sahasına girilmiş gibi
gördüler. ¹ayet vahdetin gereği, baştan bütün herşeyi Allah'a
verirsek ve icraat sahasını düalist bir anlayışla ikiye
bölmezsek, hiçbir ilmî gelişmeyi Allah'ın varlığına ve birliğine
ters görmeyiz, tam aksine inancımız artar, hayret ufkunda
yaratılışın mükemmelliğini temâşâ ederiz.
İleride bazı irsî
hastalıkların tedavisinde kullanılabilecek veya bazı sahih
hadislerde müjdelendiği gibi insanlığın hizmetine sunulabilecek
yeni bir gelişmeye bakarken, ne Yaratıcıyı inkâra gidecek
şekilde abartmalara gitmeye, ne de bilimi küçültüp bu gelişmeyi
hiçbir şey değilmiş gibi görmeye gerek yoktur. Herşeyi yerli
yerine koyup doğru şekilde yorumlamamız gerekir. Fakat bu
hususta bir taraf ifrat derecede hadiseyi büyütüp, inkâr adına
çarpıtırken, bazı insanlarımız da imanlarına zarar vereceği
endişesiyle bu gelişmeyi kabul etmemeyi veya böyle bir keşfe
karşı soğuk durmayı tercih ettiler. Halbuki bilim ve
teknolojideki her yenilik ve gelişme, inanan ilim adamlarının
sahip çıkması gereken hadiselerdir. Böylece kasıtlı
çarpıtmalardan uzak, doğruları yanlışlarından ayrılmış, gerçek
değerine uygun yorumlar kamuoyuna sunulmuş olur. Biyoteknoloji
sahasındaki bu gelişme aslında Peygamber Efendimizin (s.a.v.)
çok açık bir mucizesini göstermesi bakımından da enteresandır.
Sahîh-i Müslim'in Kitâbu-l' Fiten bahsinde geçen çok uzun bir
hadîs-i şerifin bir kısmındaki "....o gün cemaat nar yiyecekler
ve onun kabuğu altında gölgeleneceklerdir. Süte bereket
verilecek; hatta yeni doğurmuş bir deve, çok sayıda insana
yetecek; yeni doğurmuş bir sığır insanlardan bir kabîleye
yetecek. Yeni doğurmuş bir koyun akrabadan bir oymağa kâfi
gelecektir..." (Sahîh-i Müslim, cilt 11, s. 389) müjdesinde,
ileride biyoteknolojik sahada olacaklar çok açık olarak
bildirilmektedir. Bu mübarek beyanda bildirilen nar meyvasının,
kabuğunun altında insanların gölgeleneceği kadar büyük olması ve
hayvanların sütlerinin artırılması hususundaki işaretler,
biyoteknolojik çalışmaları göstermektedir. Aşağıda göreceğimiz
gibi enteresan olan husus, genetik kopyalama için çalışan I.
Wilmut'un da çalışma sahası olarak koyunu seçmesi ve asıl
hedefinin de koyun sütüne bazı özellikler kazandırmak olmasıdır.
Bugün laboratuarda
yapılan kuzu ve maymun doğumu arasında büyük bir farklılık
vardır. Kuzunun doğumu ve "genetik kopyalanma" çalışması
gerçekten ileri bir çalışma olduğu halde, maymunun kopyalanması
çalışması daha basit bir teknik olup biraz "tüp bebek" tekniğine
benzemektedir. Allah'ın sonsuz kudretiyle hergün dünyaya gelen
yüzlerce tek yumurta ikizi veya dördüzü gibi doğumların
temelinde de benzer bir mekanizma mevcuttur.
Meseleyi yoktan
yaratma veya bilimin ilahlaştırılması boyutuna getirenlerin
gözardı ettikleri birçok nokta mevcuttur. Bir kere hücredeki
100.000 genin bilgisinin maddî görüntüsünü meydana getiren 5-6
milyar harf veya genetik birim dediğimiz nükleotidlerin mükemmel
dizilişine herhangi bir müdahale yoktur. Canlının hangi doku ve
organlarının nasıl gelişeceği ve nasıl fonksiyonel hale geleceği
üzerinde Allah'ın yaptığından daha ileri ve yeni bir düzenlenme
söz konusu değildir.
Barsak
hücrelerimizden, derimize ve beynimize kadar her hücremize
Allah'ın yerleştirmiş olduğu genetik program zaten potansiyel
olarak her hücremizde aynıdır. Döllenmiş tek hücreden (zigot)
her seferinde kopyalanarak çoğalan milyarlarca hücremizin
herbirinin içine kendini ve yeni bir canlıyı kopyalayacak
genetik bilgi başlıbaşına bir yaratılış mucizesi olarak Allah
tarafından yerleştirilmiştir. Fakat bu bilginin okunmasında ayrı
bir mucizevî yön vardır. Her hücremizde bütün vücudumuza ait
genetik bilgi olduğu halde bu bilginin ne kadarının hangi
hücrede ve ne zaman okunarak fiiliyata geçirileceği de
mevcuttur. Meselâ; hücredeki bütün genetik bilgiyi bir kitap
farzedersek, bu kitabın hangi sayfalarının ne zaman okunacağı ve
okumanın nerede durdurulacağının bilgisi çok önem arzetmektedir,
buradaki küçük bir hata çok büyük gelişme bozukluklarına sebep
olur. Bu kitaptaki bilgi, henüz ilk birkaç sayfa okunduktan
sonra, meselâ bir bağ dokusu hücresi haline geldikten sonra
kilitlenebilir veya 40-50 sayfa okunup bir kemik hücresi meydana
geldikten sonra kilitlenebilir veya 700 sayfa okunduktan sonra
bir sinir hücresi haline gelince kilitlenebilir ve
kilitlendikten sonra bir daha geri döndürülemez. Bütün vücut
hücrelerimizde bir canlıyı meydana getirebilecek, ana ve babadan
gelmiş iki takım halinde tam program olduğu halde, üreme
organlarımızdaki hücrelerin meydana gelişi farklı bir bölünme
seyri izler. Mayoz bölünme adı verilen bu bölünme sadece üreme
organlarında görülür ve üreme organlarında iki takım halinde
genetik bilgi taşıyan orijinal gamet hücreleri, hiç
kilitlenmeden sadece bir kopya halinde, genetik programın
yarısını taşıyan hücreler (sperm ve yumurtalar) üretir. Ancak
döllenme ile bunlar tam bir program haline dönüşmektedirler.
Fakat döllenmiş hücredeki bu yeni program hem erkekten hem de
dişiden kısmen farklı bir programdır. Çünkü bu yeni programın
bilgisinin yarısı anneden yarısı da babadan gelmiş ve bu sırada
küçük bazı değişikliklerle (krossing-over) ve iki tarafın
genlerindeki bilginin birbirini örtmesi veya birinin diğerine
baskın olmasına göre yeni bir program ortaya çıkmıştır. Böylece
yavrular hem kısmen ana ve babalarına benzer hem de kendilerine
ait özel bilgi ve genetik programa sahip olurlar, yani genetik
çeşitlilik dediğimiz Allah'ın kudretinin zengin bir şekilde
sergilenmesi ortaya çıkar.
Döllenerek tam bir
program haline gelen yumurta hücresinin çekirdeğinde yeni bir
yavruya ait bölünerek çoğalmanın bilgisi kodlanmış olduğu halde,
şayet çekirdeğin içine yerleştiği hücre sitoplazması olmazsa,
bölünme ve çoğalma meydana gelmemektedir. Bu durumda sırların
büyük bir kısmı yumurta hücresinin sitoplazmasında gizlidir
denilebilir.
Genetik kopyalamanın
birinci kademesinde özel bir teknikle, döllenmemiş yumurta
hücresinin içinden çekirdek (dolayısıyla içindeki genetik bilgi)
çıkarıldığında sadece bilgisi olmayan, ama uygun bir bilgiyi
bulduğunda kabul edebilecek sitoplazma ortamı hazır olarak
kalmaktadır. İkinci kademede çok fazla farklılaşmamış bazı vücut
hücrelerinden (meselâ; meme bezi hücreleri) alınarak bunların
çekirdekleri çıkarılmaktadır, çünkü bu çekirdekte bir canlıyı
meydana getirecek iki takımdan ibaret tam bir program vardır.
Fakat başta belirttiğimiz gibi bu programın az bir kısmı okunup
kilitlenmiştir ve sadece meme bezine ait özellikleri gösterecek
kadar bilgi okunmuştur. Bu hücreler alınıp hücre kültürlerinde
özel olarak beslenip çoğaltılırken, bölünmeler arasındaki
hücrenin dinlenme safhasında çekirdekleri çıkarılıp, bölünme ve
program okunma ortamı hazır olan dişi yumurtasının sitoplazması
içine konulur. Dişi yumurtasının tek takımdan ibaret kendi yarım
programlı (döllenmemiş) çekirdeği daha önceden çıkarıldığı için
sitoplazmanın içindeki bugün için, bilemediğimiz bazı uyarıcı
tesirlerle meme hücresinden alınan çekirdekteki iki takımdan
ibaret tam bilgi, baştan itibaren yeniden okunmaya
başlamaktadır. Tam bu safhada tekrar dişi hayvanın rahmine
aşılanan yumurtadan normal olarak bir canlı gelişmekte ve tabii
ki bu canlının programı dişi hayvanın memesinden alındığı için
her şeyiyle aynen dişi hayvanın kopyası meydana gelmiş
olmaktadır. Bu hadisenin enteresanlığı, tıpkı Hz. Meryem'in
hiçbir erkek hücresi bulaşmadan kendi yumurtasından Hz. İsa
(a.s.)'ı dünyaya getirmesine çok benzemesidir. Ancak şu fark
önemlidir, Hz. Meryem kadın olduğu için normalde böyle bir
olayla yine aynen kendisi gibi bir kız çocuğu dünyaya getirmesi
gerekirdi, fakat Hz. İsa gibi bir erkek çocuğun dünyaya gelişi
bilemediğimiz daha pekçok mucizenin bulunduğunu göstermektedir.
Daha enteresan olan
bir husus hadislerde Acb-üz Zeneb olarak bildirilen ve insanın
öldükten sonra bozulmadan kalabilecek bir parçasından (belki
birtek DNA zincirinden) aynen yaratılması hadisesidir. Her
insanın kendi genetik programından aynen kopyalanarak tekrar
diriltilmesi mucizesine bir pencere olması bakımından da bu
çalışma önemli bir gelişme sayılabilir.
Maymunların
kopyalanması hadisesi ise daha basit bir tekniktir. Birinci
kademede normal olarak spermle döllenmiş dişi maymunun yumurtası
(yani zigot) normal gelişme safhalarına hazırlık için önce iki,
sonra dört ve daha sonra sekize bölünüp (mitoz bölünme ile)
çoğalırken sekiz hücreli başlangıç döneminde her bir hücre
birbirinden ayrılarak ayrı ayrı kültür ortamında çoğaltılmakta
ve daha sonra bunların içindeki erkek ve dişi maymuna ait ortak
bilgi paketi şeklindeki tam genetik program taşıyan çekirdek
çıkarılmaktadır. İkinci kademede ise aynı türe ait dişi maymunun
yumurta hücrelerinin içinde yarım bilgi taşıyan (yani
döllenmemiş) çekirdekler çıkarılarak, bunların yerine önceden
çıkarılmış tam genetik bilgi taşıyan (döllenmiş) çekirdekler
yerleştirilmekte, bu yumurtalar yine gelişmek üzere dişi
hayvanların rahmine yerleştirilmektedir. Burada da yine
bölünmeyi uyarıcı hazır potansiyel, dişi yumurtasının
sitoplazması olmaktadır. Dolayısıyla meydana gelen sekiz
yavrunun teorik olarak birbirinin tam aynısı olması
beklenmektedir, fakat her yumurta hücresindeki sitoplazmik
ortamın aynı olup olmadığı veya işlemler sırasında genetik
programların naklinde bazı değişmeler olup olmadığı henüz
meçhuldür. Çünkü henüz sekiz yavrunun birden geliştirilmesi
mümkün olamamıştır.
En son bazı
gazetelerde çıkan insanın kopyalandığına dair haberler ise
tamamen abartma ve çarpıtmadır. Normal olarak tüp bebek için
döllenmiş yumurtayı rahime yerleştirirken mekanik olarak
uyarılma neticesinde yumurtanın ikiye bölünmesiyle gelişen ve
her gün normal olarak binlercesini gördüğümüz tek yumurta
ikizlerinin meydana gelmesinden ibarettir. Aynı hadise ana
rahminde döllenmiş yumurtaların tam bilemediğimiz birçok
sebepler neticesinde ikiye veya dörde bölünmüşken herbirinin
ayrı ayrı gelişmesiyle ortaya çıkan ikiz veya dördüzlerde de
görülmektedir.
Asıl çalışmayı
yapanların Allah'ı inkâr etme gibi bir gayret ve hedefleri
olmadığı halde bazı işgüzârların hadiseyi ne kadar çarpıttıkları
her halde ülkemize has garabet örneği olsa gerek.
Allah'ın yarattığı
sisteme ancak onun müsaade ettiği nisbette yine O'nun verdiği
akıl ve ilimle müdahale etmek zaten İslâm dininin kabul ve hatta
teşvik ettiği bir şeydir. Gerek her hastalığın çaresinin
bulunacağına dair, gerekse de biyoteknolojinin sınırlarını
gösteren hadisler, aslında ilim adamlarını teşvik etmektedir.
Ancak meselenin ahlâkî ve psikolojik boyutu üzerindeki
tartışmalar devam etmektedir. Genetik hastalıkların teşhisi ve
tedavisi veya hayvan ıslahı gibi konularda, hücreye veya
embriyoya müdahale etme fikri ilk anda cazip gelse bile, sonunda
ortaya ne çıkacağı belli olmadığından birçok tehlikeler taşıyor.
Bununla beraber evlenmeden önce eşlerin çok ucuza DNA analizleri
yapılabildiğinden, gizli bir irsî hastalık olup olmadığının
anlaşılması çocuk sahibi olmada bazı tedbirler almaya sebep
olabilir. Fakat bu konularda hüküm vermek için tıpçı, biyolog,
sosyolog, psikolog, pedagog ve ilahiyatçılardan uzman insanların
bir arada tartışması gerekmektedir. Özellikle türün asliyetine
müdahale ve henüz yapılmasa bile, insan kopyalama gibi riskli ve
hiç arzu edilemeyecek neticeler doğuracak çalışmalara izin
verilmemesi gerekir.
İnsanın hayat
mertebesi ve ruh bakımından herkesçe kabul edilen bir farklılığı
vardır. Bitkilerdeki nebatî ruh veya "can" ile hayvanlardaki
hayvanî ruh ve insanî ruh hem mahiyet hem de derece bakımından
farklıdır. Meselâ; genetik kopyalama bitkilerde yüzlerce yıldır
yapılmakta olup, birçok bitki küçük bir yaprak, kök veya dal
parçasından üretilmekteydi. Zira bunlarda genetik program
kilitlenmemiş olduğundan uygun şartları bulunca
açılabilmektedir. Hayvanlarda ise bu durumun olamıyacağı, vücut
hücrelerinin doku teşkil ettikten sonra kilitlendiği ve döllenme
olmadan bu kilidin açılamıyacağı zannedilmekteydi. Ancak
süngerler ve yassı solucanlar gibi bazı hayvanların vücut
parçalarının kendini yenileyerek yeni bir canlı meydana
getirmesi bilindiğinden, bugünkü biyoteknolojiyle bu kilidin de
kısmen açılabileceği gösterildi. Zaten arılar, karıncalar,
termitler ve bazı kertenkele türlerinde zaman zaman döllenme
olmadan dişinin yumurtalarından canlı gelişmesi bilinen bir
hadiseydi (partenogenetik üreme).
İnsan ise mahiyetçe
çok farklı olduğundan sadece genetik bir determinizmaya
bağlanması mümkün değildir. şartlı bir determinizm açısından
bakarsak, bir koyuna ait bütün genetik program aksamadan tam
olarak çalışırsa gelişen embriyoya ancak bir hayvanî ruh
gelebilir. Bizim gayretimize ve çalışmamıza ve imtihan sırrına
bağlı olarak Allah, biyolojik kanunlara uygun davranma
neticesinde hayvana ruh verebilir. Ancak insan sadece biyolojik
bir varlık değildir. Buna rağmen şartlar hasıl olduğunda bir
şartlı determinizmaya bağlı olarak tüp bebeklere Allah ruh
vermektedir. Ancak bu mutlak bir determinizma olmadığından
yüzlerce sperm ve yumurta üzerinde yapılan birçok döllenme
neticesinde aşılanan yumurtaların rahimde tutunamadığını,
gelişmediğini ve düşük olduğunu görüyoruz, bu durumda muhakkak
döllendiririz ve yaşatırız ve ruhun gelmesini de mecbur kılarız
gibi bir iddia çok büyük bir hata olur.
Karakteri sadece genlerin belirlemediği,
dişi yumurtasının sitoplazmasından da
bazı faktörlerin de yavruya tesiri olduğu bilinmektedir. Ayrıca
bir dişinin meydana getirdiği yumurta hücrelerinin ve
sitoplazmasının her zaman aynı olup olmadığı bilinmemektedir.
Aynı genetik program, aynı dişinin farklı zamanda ürettiği bir
yumurta hücresinde farklı netice verebilir. Ayrıca hiç kimsenin
de kendisinin kopyalanmasını ve kendi benzerinin üretilmesine
razı olacağı da düşünülmemektedir. ¹u anda çok uzak görünmesine
rağmen, böyle bir durumda ortaya çıkacak hilkat garibelerinin
veya sadece hayvanî ruha sahip insansı mahlukların hukukî
durumları ve içler acısı hâlinin vebâli de buna sebep olan bilim
adamlarının üzerinde olacaktır.
*
HAZIRLAYAN : Doç. Dr. Arif Sarsılmaz
*
*
****
****