Din ve Bilim İki Ayrı Alan mı?
**
Batı’da Hıristiyanlık, esasen hayatın
tamamını içine alacak şekilde değil, bir yönüne hitap ederek
gelişmişti. Sevgi, merhamet ve aşk adına Hıristiyanlıkta,
mesela, savaş kurallarının ihmali nasıl Batı’da kural tanımaz
savaşların çıkmasına sebep olmuşsa, aynı şekilde hayatın bazı
yanlarının, mesela, yine sevgi ve aşk adına tabiatın ihmali,
hatta onun insanı Allah’tan ayıran bir engel olarak görülmesi,
dinle bilimi veya bilimsel faaliyetleri bağdaştırmaya çalışan
düşünür ve filozofların neticede dine ayrı bilime ayrı, akla
ayrı ruba ayrı, dünyaya ve Ahiret’e ayrı ayrı alanlar açmalarına
sebep olmuş ve bu da, düşünce, inanç ve hayatta bölünmelere yol
açmıştır
KARTEZYEN DUALİZM
Bugün, daha salim düşünebilen bazı kafalar,
Kartezyen Düalizm diye adlandırılan ve şüphesiz Dekart’ın
bilimin yanı sıra dine de yer verme ve alan tanıma gayesiyle
yaptığı ve daha sonra da din-bilim, düşünce-inanç, akıl-kalb
(ruh) ayrımına varan ikilemin yol açtığı felaketleri tartışmakta
ve bunun yanlışlığına işaret etmektedirler. Gerçekten, neticede
dinden kopuk akli ve zihni faaliyeti, dinden kopuk aydınlanma
hareketini, mekanistik bakışı, gele gele pozitivizmi ve nihayet
materyalizmi doğuran Dekart düalizmi, hayatta bilimin yanı sıra
dine de yer açma adına bazılarının sığındığı bir liman vazifesi
görmüşse de, esasen, çok büyük yanlış anlamalara da zemin
hazırlamıştır.
Ülkemiz, 19. asırdaki
katılığıyla pozitivizmin hâlâ yaşadığı ender ülkelerden biri
olmakla, hâlâ pek çok ‘okumuş’ aydın, her şeyin, her gerçeğin
ölçüsü saydıkları bilimi dine hakem yapmakta ve dini gerçeklere
yabancı kalmanın da ötesinde, belli bir soğukluk, uzaklık ve
hatta düşmanlık duymaktadır. Buna karşılık, inanmış bazı
aydınlarımız ise, dini savunma adına Dekart düalizmine
başvurarak, dinin de hayatın vazgeçilmez unsurlarından biri
olduğu- nu ispatlamaya çalışmaktadırlar. Onlara göre, bir
kantiteler (nicelikler, cisimler) âlemi, bir de kaliteler
(nitelikler, maneviyat) âlemi vardır. Kantiteler âleminde
geçerli olan bilimin vasıtaları deney, gözlem ve ölçüdür. Buna
karşılık, san’at, felsefe ve din, kaliteler âleminin bilgisini
oluşturmaktadır. Bilim, kantiteler, yani ölçülüp sayılabilir
şeyler alemiyle ilgili olmasına karşılık, ‘bilgi’ ise gözlem,
deney ve ölçüm yapılamayan, ancak sezilen, hissedilen, idrak
edilen, inanılan ‘kalitatif’ alemle ilgilidir. Bu iki farklı
alandan birini kabul etmek, diğerini reddetmeği gerektirmez.
DEKART DUALİZMİ “DİN”İ BİLİM KARŞISINDA MAHKÛM
EDİYOR
Niyet olarak dini
koruma ve savunma kaygısından ileri gelen bu görüş, esasen dini
bilim karşısında mahkûm etmekte ve onu hayata, dünyaya, duyulara
ve hatta akla kapalı, sadece inanılan, bir inanç konusu olarak
saygı duyulan, fakat inanılmasa da eksikliği çok hissedilmeyecek
bir konuma indirgemektedir. Bu çerçevede, bir hak dine inanmakla
şu veya bu nitelikte bir dine inanmak, hatta hurafe ve
efsanelere inanmak arasında çok fark kalmamaktadır. Bugün dini,
hayattan kopuk, akıl ve bilimle çok fazla münasebeti olmayan,
duyu, dünya ve hatta akıl ve düşünce ötesi bir dogmalar
manzumesi gören anlayışın temelinde yatan, işte bu Dekart
düalizmidir.
Oysa
din, bilhassa İslâm, taklidi bir kabulü değil, araştırmaya,
delile dayalı bir inanmayı esas alır. Dine, taklidi bir imanla
girilebilirse de, taklitte kalmak tasvip edilen bir şey olmadığı
gibi, din, bilakis tahkik ister, tahkiki gerektirir. Kur’an-ı
Kerim’de ısrarla “düşünmüyor musunuz, aklınızı kullanmıyor
musunuz, bakıp gözlemlemiyor musunuz, ibret alın ey derin akıl
ve muhakeme sahipleri, ibret alın ey gözü ve basireti (iç görüş)
olanlar!” şeklinde gelen ikazlar, dini taklidi bir inanç olarak
görüp, onunla hayat, tabiat, düşünce, bilim ve akıl arasındaki
derin ve kopmaz münasebeti fark edemeyenler için ciddi bir ikaz
mesabesindedir. İkinci olarak, bilimin kendisini hasrettiği
çalışma alanı tabiattır; görülen, gözlenen ve üzerinde deney
yapılabilen maddi sahadır. Bilimin kendi sahasını, sınırlarını
bilip, başka varlık ve çalışma sahalarının da olabileceğini
kabul etmesi, bilim adına gerçeğe varmada önemli bir basamak
sayılabilir. Fakat bu anlayış, ne yazık ki çok zaman bilimin
sahası dışında kalan daha geniş, daha derin ve çok daha engin
alanlardaki çalışmaları ve varılan neticeleri ‘bilim-dışı’ ve
dolayısıyla sadece (taklidi) inanca konu meseleler olarak
görmeğe yol açmakta ve dolayısıyla çoklarını, varlığın sözünü
ettiğimiz bu çok daha derin, mânâlı ve engin katmanlarını ya
inkara, ya da var olup olmadıkları konusunda ‘agnostisizm ‘e
(laedriye-bilinmezcilik) götürmektedir. Hâlbuki bu noktada
yapılması gereken, bilimi sadece maddeye dayalı ve başka
sahalara kapalı materyalist çizgisinden kurtarıp, her şeyin
maddeden ibaret olmadığı tezini baştan en azından teori olarak
kabul ederek, onların en az maddi dünya kadar kesin olan
varlıklarını görüp ispatlayıcı usullerle donatmaktır. Kaldı ki,
din, bilhassa İslâm, kendini takdim ederken, misallerini ve
gerçekliğinin delillerini, bilimin madde ve fizik-ötesi ve
dolayısıyla inceleme sahasının dışında kabul ettiği sahadan çok,
bilhassa ‘tabiat’tan getirir ve zihinleri bir arı gibi tabiatta,
varlıktan varlığa, hadiseden hadiseye gezinip, iman nektarlarını
toplamaya çağırır. Bilimin, dinin dışında görüp, kendine
hasrettiği ve Batı’da ne yazık ki inkâra vasıta yapılan tabiat,
İslam’da, Allah’ın Güzel İsimleri’nin mevcelenme yeri,
dolayısıyla Allah’a ulaştıran nurdan basamaklar diyarıdır.
Allah’ın temelde İrade ve Kudret sıfatlarından gelen ‘tabiat’,
O’nun Kelam sıfatından gelen Kur’an’da ifade edilen gerçeğin bir
başka malzeme kullanılarak ifade şeklinden ibarettir.
Dolayısıyla, tabiat da, Kur’an gibi bir kitaptır. Veya tabiat
bir şehir, bir saray, Kur’an, onun anlamını, kendisinden nasıl
istifade edileceğini açıklayan kutsal bir ‘broşür’
mesabesindedir. İnsan da, aynı kitabın bir üçüncü nüshasıdır.
Bundandır ki, İslâm’da Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri gibi,
Zehravi gibi, Akşemseddin Hazretleri gibi ve daha onlarca,
yüzlerce büyük insan, aynı zamanda birer ‘tabiat bilgini’
-fizikçi, matematikçi, tıpçı, astronomici birer müfessir veya
hadisçi veya fakih ve büyük bir veli olabilmektedir.
TABİAT, TEVHÎDÎ
DELİLLER MEŞHERİDİR
İslâm,
tabiata Allah’ın Güzel İsimleri’nin tecellilerinin ürünü ve
Allah’ı gösteren aynalar mecmuası olarak bir kutsallık
kazandırdığı gibi, mesela tabiattaki nizam ve
‘ittırad-devamlılık, süreklilik’ de tevhid’in en önemli bir
delilidir. Bilimlere varlık kazandıran da, bu nizam ve
sürekliliktir. Nizam, tabiatın bütün unsurlarının, kısacası
bütün tabiatın tek bir Yaratıcı’nın eseri olmasından ileri
gelmektedir. Dolayısıyla bilim parça parça ele alsa da, tabiatta
içten bir bütünlük, bir yardımlaşma, bir dayanışma hâkimdir.
Mesela, hangi cinsten olursa olsun, tek bir meyvenin var olması
için toprak, su, hava, güneş ve o meyvenin çekirdeğinde çimlenip
büyüyerek, neşv ü nem bularak meyve verecek ağaç olma,
fotosentez yapma, topraktan beslenebilme gibi özelliklerin
işbirliği yapması gerekir. Dolayısıyla, bir meyvenin varlığı,
adeta bütün kâinatın işbirliğine bağlıdır. Bu nizam ve
sürekliliği bilim, kanunlar halinde idrak etmekte, aslında
gerçekten var olup olmadıkları tartışılabilir olmakla birlikte,
bilim, nizam ve süreklilikten yola çıkarak bazı kanunların
varlığını kabul etmektedir. Dinle arasına kalın bir engel
koyduğu içindir ki bilim, bu noktada varlığı, yaratılışı,
varlıktaki devam, düzen ve ahengi, ya varlıktaki nizam, ahenk ve
süreklilikten yola çıkarak ‘var’ dediği kör, sağır, cahil,
sadece ismi (nominal) varlığa sahip kanunlara vermekte veya
bizzat, fail değil münfail (etkilenen), özne-süje değil
nesne-obje olan yine şuur, bilgi, iradeden yoksun tabiatın
kendisine atfetmekte veya sebep-sonuç ilişkisiyle izah
etmektedir. Bilimin bu korkunç hataya düşmesi, dini bilim dışı
ve salt inanca konu bir vakıa olarak görüp, kendisiyle arasına
kalın bir duvar örmesindendir. Bilimin bu şekilde inkâr veya
agnostisizm üzerinde yürümesi, din ile bilime ayrı sahalar
ayrılmasının neticesidir.
BİLİM DİNDEN
KOPUNCA
Bilim,
dinden koptuğu zaman hedef ve gayesini de yitirmektedir.
Bilimden gaye veya bilimin hedefi, kâinatı anlama, onu Kur’an’ın
gösterdiği istikamette inceleyip, imana basamak yapma, ayrıca
eşyaya dinin izin verdiği ölçüde müdahale ve tasarrufta bulunup,
dünyayı imar ve dolayısıyla insana yeryüzünün hilafeti
fonksiyonunu hakkıyla yerine getirmesinde yardımcı olmadır.
Kur’an, meseleyi bu şekilde ortaya koyar. İnsanın yeryüzünde
halife yapılması, onun irade, ilim ve belli ölçülerde bir
kuvvetle donatılmasını gerektirdiğinden, melekler bunu
öğrenince, onun kan döken ve bozgunculuk çıkaran biri olacağı
neticesine vardılar. Buna karşılık Cenab-ı Allah, “Ben sizin
bilmediklerinizi bilirim” diyerek, insana ‘isimler’i, yani
eşyanın isimlerini, hakikatini, bilgisini ve dolayısıyla eşya
üzerinde tasarrufta bulunma yollarını öğretti. Bununla insanı
meleklere üstün kıldığı gibi, yeryüzünün hilafetini hakkıyla
yerine getirme yolunda yapılacak bilimsel çalışmaları,
meleklerin tesbih, hamd ve takdisten ibaret ibadetleriyle bir
tuttu. Bu açıdan, yeryüzünü imar, yeryüzünde Allah’a iman ve
ibadetle sağlanacak sulh ve huzur adına yapılacak bilimsel
çalışmalar bir ibadettir(sâlihât). Dolayısıyla, meselenin
temelinde dini bir anlayış, dini bir neşve ve dini bir kudsiyet
yatmaktadır.
Bunun yanı sıra,
Kur’an insana ‘oku’ emriyle inmiştir. Elde henüz okunacak bir
kitabın olmadığı bir zamanda gelen ve doğrudan doğruya insanı
bir aksiyonun içine iten bu emir, oldukça manidardır. Bir defa,
arz etmeğe çalıştığımız gibi, bir nesnesi olmayan ‘oku!’ emri,
“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” şeklinde gelmekle, yaratılmışın
okunmasını, fakat bu okumanın Allah’ın adıyla ve O’nun adına
olmasını amir bulunmaktadır. Allah adına yapılacak, nihayetinde
Allah’ın rızası olan bir aksiyon, neticesi itibariyle şer değil,
hayır getirir. Allah(cc), rızasını kazanma niyetiyle bir işe
başlayanı kendi yolunda yürütür ve yanlışa vasıta yapmaz. İkinci
olarak, Kur’an ‘oku!’ emriyle bilimsel çalışmalara herhangi bir
sınır getirmemekte, kâinat kitabının okunmasını emretmekte,
fakat bu okumanın Allah için ve O’nun adına olması gerektiğini
buyurarak, faaliyetlerimize hedef tayin etmektedir. Allah adına
yapılacak herhangi bir faaliyet insanlığın zararına olamaz; bu
maksatla yapılacak bilimsel faaliyet ‘yaratılışı değiştirmeğe
yönelmez, fıtrata müdahaleye yeltenmez. Allah’ın kâinattaki
kanunlarını keşifle, eşyaya Allah’ın izni ölçüsünde müdahale ve
tasarrufta bulunur, dolayısıyla, çevre kirlenmesine yol
açmayacağı gibi, mesela bilimin neticelerini insanı öldürmede,
insanlığı yok etmede, insanlar üzerinde haksız hâkimiyet kurmada
ve yeryüzünde fesat çıkarmada değil, yeryüzünü imarda, bütün
insanların faydasına ve insanın maddi-manevi terakkisi, huzur ve
güveni adına kullanır. İşte “din”, bilimsel çalışmalara ‘ahlaki’
hedefler tayin edip, ‘ahlaki’ sınırlar getirmekle, hem bu
çalışmaların neticelerinin bütün insanlığa yararlı olmasının
yolunu açar, hem de, yapılacak her faaliyetin Allah adına
yapılmasını şart koşmakla, bütün faaliyetlerimize ibadet olma
değeri kazandırır.
Buna
karşılık, bilim din dışı bir faaliyet olarak görüldüğü ve kendi
sahasına dini sokmadığı takdirde, tarihin şu son diliminin şahit
olduğu üzere, çok küçük bir azınlığa maddi refah getirmişse de,
yol açtığı inkâr ve dolayısıyla huzursuzluk, güvensizlik ve
mutsuzluk fırtına ve girdaplarının yanı sıra, insanlık tarihinde
görülmemiş bir sömürü, zengin-fakir uçurumu, sonu gelmez savaş
ve çatışmalar, menfaat çekişmeleri, çıkan savaşlarda milyonlarca
ve bir defada on binlerce, yüz binlerce insanın ölümü, milletler
ve toplum katmanları arasında rekabet ve derin yaralar, korkunç
bir çevre kirlenmesi, fıtrata ve yaratılışa müdahale gibi pek
çok felakete de sebep olabilmektedir. Dolayısıyla, bilim ve
“din”in iki ayrı sahaya hitap eden iki ayn ve farklı disiplin
olarak görülmesi, insanlık adına felaket getirici olmanın
ötesinde, üzerinde durulacak ölçüde müsbet bir önem ve mana
taşıyan bir hususiyet arz etmemektedir.
PEYGAMBERLER
BİLİMİN VE MADDİ TERAKKİNİN DE ÖNDERLERİDİR .
Bilimle “din”in
ayrılmazlığının bir diğer önemli delili, -laik bilim kabul etse
veya etmese de- tarihi bir gerçek olarak, Peygamberlerin maddi
ve bilimsel terakkinin de önderleri olmasıdır. Mesela, Kur’an-ı
Kerim’den anladığımız kadarıyla, Hz. Nuh’un gemisi çok büyük
ihtimalle buharla çalışan bir gemiydi. Gemiciler Hz. Nuh’u
mesleklerinin piri kabul ederler. Hz. Nuh, bu gemiyi Allah’ın
vahyi ve talimatı ile yapmıştı. Aynı şekilde, Hz. Yusuf, saati
ilk yapan insan ve dolayısıyla saatçilerin, Hz. İdris terzilerin
piri kabul edilir.
Bu
gerçeklere rağmen, “din”den kopuk olan bilimsel anlayış, vahye
ve dolayısıyla İlâhi kitaplara bünyesinde yer vermediği için,
bütün İlâhi kitaplarda geçen ve hemen hemen her milletin yazısız
tarihinde yer alan Tufan hâdisesine bile ispatlanmaya muhtaç bir
efsane olarak bakmaktadır. Eğer bu hâdise ispatlanamazsa, bu
takdirde bilimsel olmayacak ve dolayısıyla bilimin usullerini
gerçeğe varmada tek yol kabul edenler, Nuh Tufanı’na ve
dolayısıyla İlâhi Kitaplara hep şüpheyle yaklaşacaklardır.
Ayrıca, pek çok tarihi gerçek kapalı ve meçhul kalacaktır. Aynı
şekilde, Mısır tarihi, Arabistan tarihi, hatta bütün Orta Doğu
tarihi Kur’an’da adı geçen peygamberler dikkate alınmadan doğru
olarak okunamaz, okutulamaz ve öğrenilemez. Buna rağmen, vahyi
bilimsel kaynak kabul etmeyen dindışı bilim, bu noktada da pek
çok doğrunun yanlış öğretilmesine ve pek çok gerçeğin gizli
kalmasına sebep olmaktadır. Şu halde, bilime ve dine birbirinden
bağımsız alanlar tayin etmek, dine salt inanca konu ‘dogmalar,
efsaneler’ mecmuası olarak bakılmasına yol açacağı gibi, bilimi
de materyalizmden kurtaramayacaktır. Dolayısıyla, bilim ve din
meselesi bir defa daha derinden incelenmeli, bütün yanlarıyla
gözden geçirilmeli, gerçek arayışları yeniden ele alınmalı ve
her şey yerli yerine oturtulmalıdır. Aksi halde, iyi niyetle de
olsa, yanlışlarla oyalanıp durmaktan öte gitmemiz mümkün
olmayacaktır.
*** ** *** ** ** ** ** ** **
MEHAZLAR :
*
Ubeydullah AKYÜZ'ÜN MAKALESİ
****
****
*** ALTUNTOP.NET -- Abdülhakim ALTUNTOP