KÂİNATIN YARADILIŞI
* Pozitif ilim metodu ile incelenmesi mümkün olmayan konulardan
birisi de kâinatın yaradılışı meselesidir. Zira bu konuyu deney metodu ile
incelememiz veya yeniden araştırmamız asla mümkün değildir. Bununla birlikte bu
konu ilim adamlarının daima merakını çekmiş ve çözülmesi gereken bir problem
olarak zihinlerde canlılığını muhafaza etmiştir.
Hemen hemen bütün astro-fîzik âlimleri tabiat kanunlarından
ve bu kanunların neticelerinden elde ettikleri yeni yeni bir takım bilgilerle
kâinatın yaradılışı konusunda kendi kanaat ve görüşlerini açıklamışlar ve bir
takım farklı ilmî nazariyeler ve teoriler ortaya koymuşlardır. Bunlar arasında
Dekart, Kant, Buffon, Laplace, Faye, Bello, George Gamow, Sir James Jeans, Fred Hoyle ve
Velyaminov'un nazariye ve hipotezleri en fazla dikkati çeken hipotezler olmuş ve
üzerinde önemle durulmuştur. Fakat bu hipotezlerden bazısı daha doğmadan ölmüş
bazısı ise canlılığını günümüze kadar koruyabilmiştir.
Bu nazariye ve hipotezler bir bakıma içtimaî hayat felsefesinin
veya sosyal ve ekonomik düzenin ilmî sahadaki tezahürleri olduğundan zaman zaman
dinî ve ideolojik sistemlerin müdafaasında da kullanılmış ve belki de bu
nazariyelerin hayatiyetini koruyabilmesi büyük ölçüde bu kullanmaya bağlı
kalmıştır. Meselâ: Laplace, G. Gamow ve J. Jeans'ın nazariyeleri inananlar
tarafından Allah'ın varlığına ve yaratıcılığına delil olarak kullanılırken;
Buffon, Hoyle ve Velyaminov'un nazariyeleri ise materyalistler ve inkârcılar
tarafından Allah diye bir yaratıcının bulunmadığına delil olarak kullanılmıştır.
Bugün ilim dünyası kâinatın yaradılışı ile alâkalı iki önemli
hipotez üzerinde durmaktadır. Bunlardan birincisi Laplace ve G. Gamow hipotezi
diğeri ise Hoyle'un hipotezidir. Birincisi inananlarca ikincisi ise inkârcılar
ve materyalistlerce kullanılmaktadır. Bunların dışında ileri sürülen hipotezler
ve nazariyeler ilim adamlarınca rağbet görmemiş ve zamanla ölüme terkedilmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'de de kâinatın yaradılışı konusuna temas
edilmiş ve bu konu ile ilgili âyetlerde her çağın anlayışına hitab edecek
şekilde bir üslûp kullanılmıştır. Bu nedenle asırlardan beri tilâvet olunan bu
âyetlerin mahiyetlerinin anlaşılması kısmen de olsa zamanımızdaki bazı ilmî
keşiflerin ve icadların yardımıyla mümkün olabilmiştir. Bu konudaki bazı
hipotezler kâinatın yaradılışı ile ilgili âyetlerin daha iyi anlaşılmasına
yardımcı olmuştur. Bu hipotezlerden en önemlisi Laplace ve G. Gamow'un
hipotezleridir.
G. Gamow'un bu hipotezine göre:
“Önce mekânda gazlardan müteşekkil çok büyük bulutlar vardı. Gaz
bulutları sabit durmayıp döndüklerinden cazibe kuvvetinin te'siriyle
parçalanmıştır. Parçalanan bölümler de yine cazibenin te'siriyle gitgide tekasüf
ederek sıkışmaya başlamış sıkışan ve dönen cisimler belirtildiği gibi küreye
yakın şekiller almış kesafetin artmasıyla içteki hararet de artmış bu yüzden
merkezde bulunan hidrojen helyuma dönmüş ve ışık ısı neşretmeye başlamıştır.
İşte bu bölünen parçalanan gaz; küreleri galaksileri yıldızları ve güneş
manzumesini meydana getirmiştir”
Kur'ân'ı Kerîm ise kâinatın yaratılışını şöyle anlatmaktadır:
“Kâfirler görmezler mi ki gökler ve yer birbirine bitişik idiler
onları biz ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Hâlâ iman etmezler mi”
(Enbiya, 30)
“O Allah ki yeri ve gökleri altı günde yarattı. Arşı su üzerinde
idi. ” (Hud, 7. )
“Sonra göğe yöneldi. Gök duman halinde idi. ” (Fussilet, 11.
)
Bereketzâde İsmail Hakkı Bey'e göre de gökler yer ve bütün kâinat
adına esir veya sedîm denilen sise benzer bir maddeden yaratılmıştır. O
madde tek bir madde iken bölünmüş ve parçalanmış dolayısıyla kendisinden küre
şeklinde cisimler meydana gelmiş ve onlardan da diğer küreler oluşmuştur.
Bu nazariyeyi güçlendiren bazı ilmî hakikatler mevcuttur. Bunlardan
biri güneşte yerde bulunan elementlerden 67 tanesinin bulunmasıdır. Yerdeki
element sayısı 84'dür. Bu konudaki mevcut güçlükler yenilirse güneşteki yer
elementi sayısını inceleyen âlimler bu sayının daha da çoğalacağını
görebileceklerdir.
Bunlardan diğeri ise yerin içindeki hararettir. Yerin merkezine
doğru inildiğinde her 33 metrede bir yerin sıcaklığı 1 derece artmaktadır. Yerin
merkezine doğru inildikçe sıcaklık daha da artmakta ve yerin merkezinde 100
dereceyi bulmaktadır.
Fred Hoyle tarafından ileri sürülen materyalist anlayışa göre
kâinatın başı ve sonu diye bir şey yoktur. Milyonlarca sene zarfında boşlukta
dönmekte olan galaksiler arasından yenileri meydana gelmiştir. Bu teşekkül
sonunda madde hidrojen atomlarından var olmuştur. Uçan eski kehkeşanların yerine
yenisi gelip yerleşmektedir. Sonsuza kadar bu devridaim sürecektir. Yok olup
giden eski galaksilerin yerine yenisi teşekkül edecektir. Yıldızlar arası sahada
bulunan maddeler fasılasız yenilenip tekrar teşekkül etmektedir.
F. Hoyle'un bu materyalist anlayışı G. Gamow'un yaratıcı ve
tekâmülcü anlayışı ile reddedilmektedir. Yukarıda da belirtildiği gibi Gamow'a
göre kâinatın şimdiki hali devamlı bir tekâmülün eseridir. Gelişmeye devam eden
ilk hareket ise birkaç milyar sene önce yekvücut bir halde bulunan maddede
yüksek bir basınçla başlamıştır. Gamow bu görüşünü kâinatın içinden alıp
laboratuvarlarda tahlil ettiği muhtelif maddelerin muhtemel yaşlarını
inceleyerek isbatlamaya çalışır. Meselâ: Thorium ve adi Uranyum'un period
denilen yarı hayat devirlerini inceleyerek yaşlarını tahmin etmek pekâlâ
mümkündür. Yapılan ilmî incelemeler neticesinde anlaşılmıştır ki bir maddenin
kendi aslî miktarının yarısının parçalanması için ihtiyacı olan zaman Throium ve
adi Uranyum'da dört buçuk milyar senedir. Bu bilindiğine göre bir maddenin
atomlarının şekillenmesi için kaç milyar seneye ihtiyaç olduğunu bulmak zor
değildir. U235 ile ifade edilen bir başka cins uranyumun hayat periodu ise 09
milyar senedir. Ve bu duruma gelebilmesi için 7 period devir geçmesi gerekir ki
bu aşağı yukarı altı milyar senedir.
Radyoaktif elemana sahip olan potasyum izotoplarının da
birkaç milyar senelik period içinde bozularak azaldığı ilim erbabınca
bilinmektedir. İzotopların tesbiti çekirdeklerin şekillenmesi (formasyonu) ile
mümkün olur. Kâinatta bir milyar seneden daha az yarı hayat periodlu bir
radyoaktif madde bulmak mümkün değildir. Bundan da atomun teşekkülü için
ortalama olarak birkaç milyar seneye ihtiyaç olduğu gerçeği ortaya çıkar.
Kâinatın bir başlangıcı olduğunu ortaya koyan diğer delilleri
ise şöyle sıralayabiliriz:
“Güneşin komşuları olan yıldızlar arasındaki kinetik enerji
taksiminin zamanımızda dahi bitmemiş olması bilâkis nihâî hedefinden takriben %2
uzaklıkta olduğunu göstermiştir. Bu teorinin izahlarından yıldızlar sisteminin
iki milyar ile beş milyar sene arasında vücûda geldiği mânâsı ortaya
çıkmaktadır.
Güneşin yaşı içinde bulunan hidrojenin transformasyonu
(dönüşümü) ile ölçülmektedir. Çekirdek transformasyonu denilen bu işlemde bir
hidrojen atomundan 2 x 10 kalori serbest kalmaktadır. Güneş her saniye 5 x 10
atom parçalanmakta ve 800 milyon ton hidrojen yakmaktadır.
Güneşin hacminin %50'sini hidrojen teşkil eder. Bu hidrojen
miktarının bitip tükenmesi için 5 x 10 sene geçmesi gerekir. Bu tahminlere göre
güneşin yaşının 3 milyar seneye yaklaşık olduğu sanılmaktadır.
Evrenin bizzat kendisinin geçirdiği ve geçirmekte
olduğu gelişmeleri safha safha devre devre geriye götürerek bir noktaya
gelebiliriz. Bu nokta artık başlangıç noktası olur. Hemen ilâve etmek gerekir ki
her başlangıcın da bir sonu vardır.
Yapılan bütün araştırmalar gözlem ve hesaplar bundan aşağı yukarı
45 ile 5 milyar yıl önce ilk kâinat maddesinin çıplak atomlardan oluşan kocaman
bir küre halinde olduğunu bu çıplak atomlar arasındaki karşılıklı çekim ile ilk
evren maddesinin açılarak evrene yayıldığını göstermektedir. Ancak bu ilk evren
maddesinin nasıl meydana geldiği bugün bütün araştırmalara rağmen kesinlikle
bilinememektedir.
Bu açıklama ve izahlardan da anlıyoruz ki kâinat ezelî ve ebedî
değildir. Onun bir başlangıcı vardır ve mutlaka bir sonu da olacaktır. İslâm
inancına göre Allah eşya ve kâinatı kâinatta hiçbir varlık yok iken yaratmıştır.
Kur'ân bu gerçeği bize şöyle anlatmaktadır:
“Bir şeyi dilediği zaman O'nun buyruğu sadece o şeye “ol” demektir
hemen olur”.
İslâm âlimleri ilk evren maddesinin yoktan var
edildiğine yani Allah’ın ilk evren maddesini hiçbir maddeden yaratmadığına
ve sadece ilk evren maddesine “ol” dediğini ve maddenin de olduğuna inanırlar.
Daha sonra Allah sis ve dumana benzeyen bu ilk kâinat maddesinden
kâinatı yaratmıştır. “Kâfirler görmezler mi ki gökler ve yer birbirine bitişik
idiler onları biz ayırdık” âyeti bu gerçeği ifâde etmektedir. Ayette geçen
“Ratk” kelimesi yaradılıştan bitişik ve kaynaşık anlamındadır. “Fatk” kelimesi
ise bitişik iki şeyi ayırmak demektir. Bu anlama göre âyetin mânâsı
“Gökler yani kâinattaki yıldızlar galaksiler ve güneş manzumesi ve dünya ilk
defa tek bir madde halinde bitişik ve kaynaşık bir vaziyette idiler. Daha sonra
Allah bu bitişik ve kaynaşık ilk kâinat maddesini parçalayarak birbirinden
ayırdı” ve “kâinattaki bütün galaksileri yıldızları ve güneş sistemini bu
parçalama neticesinde meydana getirdi” demektir. Nitekim büyük Türk müfessiri
Elmalı'lı Hamdi Yazır “Hak Dini Kur'an Dili” adlı tefsirinde bu âyeti
“Kâinattaki bütün ecrâm yok iken yaratıldılar ve tek bir şey iken çoğaldılar.
İbtidâ duman gibi bir madde iken müteaddid ecrâm ve ecsâm oldular” şeklinde
yorumlar.
Sonuç olarak diyebiliriz ki kâinattaki bütün varlıklar yani
bütün galaksiler yıldızlar ve güneş sistemleri bu arada dünya adına sedîm
denilen “gaz-toz” karışımı bir maddeden yaratılmış ve ilk maddenin meydana
gelişinden şu ana kadar tahminen 45 ile 5 milyar yıllık bir zaman geçmiştir.
*
MEHAZ :
*
Prof. Dr. Celal KIRCA - Kur’an-ı Kerimde Fen Bilimleri
****
**** **** **** **** **** **** **** ****
***
*** EK BİLGİLER ***
** Birçok konu gibi
kâinatın ezeli olup olmadığı hususu da yaklaşık yarım asır öncesine kadar
tartışılan bir konuydu. Bazı ilim adamları kâinatın yaratıldığını
savunurken, bir kısmı da onun öteden beri var olduğunu yani ezeliliğini
iddia ediyordu. Ancak bugün artık yaratılış teorisine karşı çıkan hiçbir
ilim adamının mevcut olmadığı ifade edilmektedir. Buna göre kâinatın
ezeliliği üzerinde durmanın hiçbir anlamı yoktur. O halde kâinat
yaratılmıştır. Başka bir değişle kâinat tarihinde kâinatın olmadığı bir
zaman vardı. Meselâ elli milyar yıl önce kâinat yoktu. Onunla birlikte
madde, uzay, zaman, enerji ve hacim de söz konusu değildi. Zamansızlığın,
boyutsuzluğun hüküm sürdüğü bir anda birdenbire "sıfır" zamanında kâinat
yaratılıp zaman ve boyut mefhumları anlam kazanmaya başladı. Kâinatın
yaratılmış olduğu hususu Astro-Fizikçiler tarafından tartışmasız kabul
edilmekle birlikte bu yaratılışın nasıl gereçekleştiği ve kâinatın
oluşumundaki maddenin ne olduğu konusu hala tartışmalıdır.
Şurası muhakkak ki,
çağımızdaki bilimsel keşifler geçmiş dönemlere nazaran çok daha ileri
boyuttadır. Bu konuda George Gamow, Freud Hoyle, Velyaminov gibi bazı
bilginler birbirinden farklı birtakım hipotezler ortaya atmışlardır. Bu
hipotezler içerisinde Kur'ân'a en yakın Gamovv'un görüşüdür. Gamow "Kâinatın
Yaratılışı" adlı kitabında konuyla ilgili şu bilgileri verir: "Mekânda önce
gazlardan müteşekkil çok büyük bulutlar vardı. Bu bulutlar sabit olmadıkları
için dönmeye devam ettiler ve cazibe kuvvetinin etkisiyle parçalandılar. Her
parça da yine cazibenin etkisiyle yoğunlaşarak sıkışmaya başladı. Böylece
sıkışan ve dönen cisimler küreye yakın şekiller aldılar. Söz konusu
yoğunlaşmanın artmasıyla kütlenin içerisindeki sıcaklık da artarak,
merkezdeki hidrojen helyuma dönüştü ve ısı yaymaya başladı. İşte bu bölünen
ve parçalanan gaz kütleleri galaxileri, yıldızları ve güneş sistemini
meydana getirmiş oldu".
Kur'ân da bu husustaki söylemini şu iki âyette ortaya koymuştur.
"Sonra duman halinde olan göğe yöneldi. Ona ve yerküreye:
İsteyerek veya istemeyerek gelin! dedi. Her ikisi de:
'İsteyerek geldik' dediler". ( Fussilet Suresi
, 11)
"Kâfirler görmezler mi ki, gökler ve yer birbirine bitişik
idi, onları biz ayırdık...". (Enbiya, 30)
Görüldüğü
gibi ilk âyette "duhân" tâbiri geçmektedir. Bu sözcük duman anlamındadır.
Kâinatın ilk oluşum devresinde, Kur’ân’ın kendisinden bahsetmiş olduğu
duman ile çağdaş bilimin ortaya atmış olduğu, kâinatı başlangıçta teşkil
eden nebülöz (bulutsu madde) aynı şeydir. Diğer âyette de kâinatın
yaratılışının başlangıçta bir parçalanma ile başladığı beyan edilmiştir. Bu
ifadede iki kavram dikkati çekmektedir. Bunlardan biri "ratk" diğeri ise "fatk"
dır. Ratk bitişik demektir. Fatk ise bitişik olanı ayırma anlamındadır. Yani
Kur'ân bu hususta bize kısaca şunları söylemiş olmaktadır. Kâinat duhân
(duman) gibi bir maddeden yaratılmıştır. Bu madde önce yarılmış daha sonra
da birbirinden ayrılmıştır. Çok ince ve küçük parçalardan oluşan söz konusu
madde sabit olmayıp döndüğü için, cazibe kuvvetinin etkisiyle parçalanmış
ve dönen yeni küreler meydana gelmiştir. Bu dönen ve ateşe benzeyen küreler
de tekrar parçalanarak yeni birtakım yıldızları ve güneş sistemimizi
oluşturmuşlardır.
Müfessirler âyette yer alan ana kütledeki ilk bölünmenin
rüzgârla gerçekleşmiş olabileceği görüşündedirler. Ancak bu iddiayı herhangi
bir sahih nassla test etme imkânına sahip olmadığımız için ihtiyatla
karşılamak durumundayız.
Burada
üzerinde durulması gereken bir nokta da, bu bölünmenin yavaş bir bölünme mi,
yoksa patlama sonucu meydana gelen âni bir bölünme mi olduğudur. Şunu hemen
belirtmek gerekir ki, bu hususta her ne kadar net bir bilgiye sahip değilsek
de, söz konusu âyette yer alan "fatk" kavramını birbirine kaynaşmış
nesnelerin ayrılması ve ana kütleden kopan dev parçaların korkunç
mesafelerdeki uzaklıklara gitmesi tarzında anlayarak, bölünmenin bir
patlamanın sonucu olduğunu söylemek daha isabetli görünmektedir. Zira, ilim
adamlarının büyük çoğunluğu kâinatın yaratılışı konusunda, "Big Bang" yani
büyük patlama adını verdikleri bir başlangıç modeli üzerinde durmaktadırlar.
*
MEHAZ :
* Muhsin DEMİRCİ - Kur’an’ın Temel Konuları
*
**** **** **** **** **** **** **** ****
**
Kur'ân-ı Kerim’de haber verdiği bu gerçek, modern astronominin kurucusu olan
pek çok saygın bilim adamı tarafından da kabul edilmiştir. Galileo, Kepler,
Newton gibi isimler, evrenin yapısını, güneş sisteminin tasarımını, fiziğin
kanun ve dengelerini keşfettikçe, tüm bunların bir tesadüf sonucu olmasının
asla mümkün olmadığını ve tüm bunların Allah tarafından yaratıldığını
anlamışlardır. Bu gerçeği anlamayan, kâinatın sonsuzdan beri var olduğunu,
yani Allah tarafından yaratılmadığını, kâinatta bir amaç, tasarım, denge,
âhenk ve uyumun, planın olmayıp her şeyin tesadüf ürünü olduğunu öne
sürenler; materyalistler, ateistlerdir. Ancak bilimsel bulgular, söz konusu
materyalizm yanılgısının ne kadar gerçek dışı olduğunu ortaya çıkarmış
bulunmaktadır.
Evrenin sonsuzdan beri geldiği, yani yaratılmadığı
iddiası; evrenin hiçbir tasarım, plan, amaç içinde olmadığı, her şeyin
tesadüf ürünü olduğu iddiası. İşte 19. yüzyıl materyalistlerinin, o dönemin
ilkel bilim düzeyi içinde büyük hararetle savundukları bu iki iddia da 20.
yüzyıldaki bilimsel bulgular tarafından yıkılmıştır. Önce, evrenin sonsuzdan
beri geldiği iddiası tarihe karışmıştır. 1920’li yıllardan itibaren evrenin
yapısı hakkında elde edilen bilgiler, evrenin belirli bir zaman önce bir
“büyük patlama” (Big Bang) ile yoktan var hale geldiğini ispatlamıştır. Yani
evren sonsuz değildir. Allah tarafından yoktan yaratılmıştır. 20. yüzyıl
biliminin çökerttiği ikinci iddia ise, tesadüf iddiasıdır. 1960’lı yıllardan
itibaren yapılan araştırmalar, evrendeki tüm fiziksel dengelerin insan
yaşamı için çok hassas bir biçimde ayarlandığını ortaya koymaktadır.
Evrendeki fizik, kimya ve biyoloji kanunlarının, yerçekimi,
elektromanyetizma gibi temel kuvvetlerin, atomların ve elementlerin
yapılarının tümünün, insanın yaşamı için, tam olmaları gereken şekilde
düzenlendikleri birer birer bulunmuştur. Batılı bilim adamları bugün bu
olağanüstü tasarıma “insanî ilke” (anthropic principle) adını
vermektedirler. Yani evrendeki her ayrıntı, insan yaşamını gözeten bir
amaçla tasarlanmıştır. Kısacası gününüzde materyalizm bilimsel olarak
çökertilmiş durumundadır. 19. yüzyılda bilimsellik adına ortaya çıkmış, ama
kısa zamanda büyük bir hezimete uğramıştır. Böyle olması da doğaldır. ....
*
*
MEHAZ :
*
Süleyman GÜLEK - İnsan Gerçeği ve
İslami Hayat