MEDRESE
* Alm. Medrese (n),
(f.pl.),
Fr. Medersa
(s) (f.pl.),
İng.
Medresse (s). İslâm
ilimlerinin ve fen bilgilerinin öğretildiği yüksek öğrenim
müessesesi. Arapça “Derase” kökünden
gelen medrese kelimesi; talebenin ders alıp ilim öğrendiği yer
mânâsına yer ismidir. Umûmî olarak sıbyan
mektebinin (ilkokulun) üstünde eğitim ve öğretim yapan orta ve
yüksek tahsil müesseselerine medrese denilmiştir. Medrese tâbiri
ilk olarak Nişâbûr havâlisinde
kurulan eğitim ve öğretim müesseseleri için kullanılmıştır.
Bundan önceki devirlerde bu seviyede eğitim ve öğretim
müesseseleri varsa da, bunlar için medrese tâbiri
kullanılmamıştır.
Medreselerin târihî gelişmesi:
Bi’setten, yâni Peygamberimize (sallallahü
aleyhi ve sellem) ilk
vahy geldikten sonra,
İslâmiyeti kabul eden ilk müminler,
Sahâbe-i kirâmdan hazret-i Erkam’ın
evinde gizlice toplanır ve Peygamber efendimizin rehberliğinde
İslâmiyeti ve
Kur’ân-ı kerîmi tâlim edip, gelişmeleri
değerlendirirlerdi. İslâmiyette
mektep ve medresenin bu şekilde doğduğu söylenebilir.
İslâmiyetin ilk medresesi olmakla
şereflenen Dâr-ül-Erkam
(Erkam’ın evi), şimdi o günleri
hatırlatmak üzere aynen muhâfaza edilmektedir.
Hicretten sonra, Medîne-i münevverede
Peygamber efendimiz tarafından İslâm Devletinin temelleri
atılınca, orada yapılan Mescid-i
Nebevî, İslâmî eğitim ve öğretimin
merkezi hâline getirildi. Müslümanlar, orada toplanır,
İslâmiyeti öğrenir,
Kur’ân-ı kerîm tâlim eder, bir dünyâ
ve âhiret nizâmı olarak
İslâmın muzaffer olması için plân ve
programlar hazırlamaya çalışırlardı. Peygamber efendimiz
mescidlerinin sofasını bu işe tahsîs
etmişler ve İslâmı, âyet
âyet burada kafalara ve gönüllere
yerleştirmişlerdir. O zaman Sahâbe-i kirâmın hem peygamberi, hem
imâmı, hem de muallimi olan Peygamber efendimizin etrâfında,
bütün ömrünü ve varlığını bu işe vakfeden, ayrı bir halka
teşekkül etti. Peygamberimiz bunlara Eshâb-ı
Suffa (Mescidin sofasında toplanan
dostlar) adını verdi. Bunlar, yetişkin, genç müminlerden
ibâretti ve bütün işleri, Sevgili Peygamberimizden
öğrendiklerini aynen tesbit etmek,
yazmak, yaşamak ve yaymaktı. Selmân-ı
Fârisî, Ebû
Hüreyre gibi İslâm büyükleri hep burada yetiştiler.
Burada eğitim görenlerin türlü masrafları, zengin Müslümanlarca
karşılanıyordu. Bu örnek, daha sonra eğitim ve öğretimle ilgili
vakıfların kurulmasına başlangıç teşkil etti. Diğer taraftan
Medîne’de örnek olarak kurulan ve geliştirilen bu eğitim sistemi
ve teşkilâtı, bundan sonra kurulan câmi içi ve dışı eğitim
müesseselerine model oldu.
Zamanla Suffa’nın
ihtiyaca kâfi gelmemesi üzerine Peygamberimiz Medîne’nin
muhtelif yerlerindeki mescidlerle
bunlar dışındaki bâzı mahalleri tedris yeri hâline getirdi.
Medîne’de dokuz adet mescidin bu gâye ile kullanıldığı
bilinmektedir.
Câmilerde başlayan eğitim ve öğretim
faaliyetleri, câmi dışı müesseseler kurulduktan sonra da devam
etti. Ancak küçük çocukların eğitim ve öğretimi, onların câmi ve
mescidleri temiz tutamayacakları
düşüncesiyle, ilk devirden beri, daha çok mâbetlerin dışında
yürütüldü.
Nitekim Emevîler
devrinde, çocuklar için müstakil ve mükellef mektepler açıldığı
bilinmektedir. Sekizinci asırda üç bin talebeyi barındıran
Belhli Ebü’l
Kâsım Dehhâk’ın mektebi,
ilköğretimde önemli bir merhale kabul edilebilir. Bu nevi
mekteplere “küttap” veya “mektep” ve
öğretmenlerine de “muallim” denirdi. Buralarda yazı tahtası ve
silgi kullanılmıştır.
Yetişkinlerin eğitim ve öğretiminin câmilerde yürütülmesi, dört halife devrinde
aynen devam etti. Belki de yeni teşekkül eden ve henüz tedvin edilmeyen (bir
araya toplanmamış olan) kıraat, tefsir, hadis ve fıkıh gibi ilimlerin
karakterleri icabı câmi dışına taşıma ihtiyacı duyulmamış, hattâ câmi dışı
eğitim ve öğretim müesseselerinin kurulmalarından sonra da yüksek tahsil,
câmilerde ve onların etrafında teşekkül eden müesseselerde (medrese,
dârülhadis, dârülkurrâ,
darüttıb) yürütülmüştür.
Müslüman Türklerde Medrese: Câmilerden ayrı olarak
kurulan eğitim müesseselerine; Emevîler devrinde
“Mektep”, Abbâsîler devrinde “Beytülhikme”, “Beytülilim”,
“Darülilim”, Türkler (Karahanlılar,
Selçuklular ve Osmanlılar) döneminde “Medrese” adı verilmiştir.
* İslâm târihçilerinin medresenin ilk kurucusu olarak
Nizâmülmülk üzerinde ittifak ettikleri ileri sürülürse de bundan önce,
Nişabur’da Beyhakiye
Medresesinin varlığından bahsedilir. Gerçekte
Nizamülmülk’ten önce Gazneli
Mahmûd (M. 999-1030) Gazne’de
ve kardeşi Nasır bin Sebüktekin, M. 1033 yılında
Nişabur’da medrese yaptırmışlardır. Ancak bunlardan
önce de bâzı husûsî mâhiyette medreselerin mevcûd
olduğu bilinmektedir. Ebû
Hâtimü’l-Bustî (v. 965) kendi kütüphânesini
medrese hâline getirmiş, yanına da yabancı talebelerin barınacakları bir tesis
kurmuştu. Nişabur’da Şâfiî
fakîhi En- Nîşâbûrî (v. 960) için medrese
yapılmıştı. Diğer taraftan Ebû
Aliyyü’l- Hüseynî (v. 1002) din fıkıh kürsüsü, bunlar arasında
sayılabilir. “El-Medresetü’l-Ehliyye”
denilen hususî medreseleri teşkil eden bu eğitim kurumları, o devirde yaygın
olan Şiîlik cereyânına karşı Sünnîliği müdafaa ve yaymak için kurulmuş
müesseselerdi.
İslâm dünyâsında medrese teşkilâtının kuruluş ve
gelişmesinde en büyük hisse şüphesiz büyük Selçuklu Türklerine âitti. Gerçekten
medreselerin geniş anlamda, devlet eliyle kurulması, tahsilin parasız olması ve
medrese teşkilâtının en küçük ayrıntılara kadar tesbiti,
Selçukluların eseridir. Selçuklular medreseleri, hem ilmin gelişmesini sağlamak,
hem ilmiye mensuplarına maaş bağlayarak onları devletin yanında tutmak husûsiyle
Fâtimîlerin Şiîlik propagandaları ve diğer
râfizî telâkkîlere karşı Sünniliği müdâfaa ve yaymak
gâyesiyle kurmuşlardır.
Önce Alparslan’ın, sonra Melikşah’ın
veziri olan meşhur Siyâsetnâme adlı kitabın yazarı
Nizâmülmülk, ilk medresesini Nizâmiye Medresesi
adı ile Bağdat şehrinde kurdu. Dicle kenarında 1064 yılında temeli atılan
medrese, iki sene sonra tamamlanarak 1067’de eğitim ve öğretime açıldı.
Medresenin müderrisliğine de ilk olarak zamanın en büyük âlimlerinden olan
Ebû İshak
Şirazî tâyin edildi. Bundan sonra İslâm dünyâsında
medrese kurma faaliyetleri hızlanmaya, köylere varıncaya kadar Nizamiye
Medreseleri açılmaya başlandı. Türk milletinin bu örnek müesseseleri, küçük
farklarla, İslâm dünyâsının her tarafına birer feyz
kaynağı biçiminde yayıldı. Daha sonra Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar da, bu
müesseseleri geliştirerek devam ettirdiler. Medreselerde yalnız din ilimleri
tahsil edilmezdi. Yerine göre, zamanın hey’et
(astronomi), hesap (matematik), hendese (geometri), hikmet, tıp gibi ilimlerine
de mühim yer verilirdi.
Selçuklular döneminde Nizâmiye Medreseleri adıyla kurulan
umumî medreselerin yanında ihtisas eğitimi yapan, medreseler kuruldu. Bunlar
hizmet ve gâyeleri bakımından; Dârülhadîs,
Dârülkurrâ ve Dârüttıb
diye üçe ayrılırdı:
1. Dârülhadîs medreseleri;
hadîs-i şerîflerin tedrîs ve tedkikine tahsis edilen
medreselerdir. Bu medreselerin ilki, Haleb
Atabeklerinden Nûreddîn Mahmûd
bin Zengî tarafından Şam’da açılan En-Nûriyye
Medresesidir. İkincisi, Musul’da açıldı. Daha sonra
pekçok yerde Dârülhadîs medreseleri
açılmıştır. Türkiye Selçukluları vezîri Sâhib
Atâ’nın Konya’da açtığı İnce Minâre Medresesi ile İlhanlı vezîri
Şemseddîn Cüveynî’nin
Sivas’ta açtığı Çifte Minâre Medresesi bunlardandır.
2. Dârülkurrâ medreseleri,
Kur’ân-ı kerîm ile alâkalı ilimlerin öğretildiği
medreselerdir. Çok öncelerde kurulan bu medreseler, Anadolu Selçukluları ve
Karamanoğullarında da devâm etmiş ve bunlara;
Dârulhuffâz denmiştir. Bu
medreselerden sâdece Konya’da Sâhib Atâ,
Ferhûniye, Sa’deddîn
Ömer, Nâsuh Bey, Hacı Yahyâ Bey, Hoca
Selmân ve Hacı Şemseddîn
gibi çeşitli Dârulhuffâz medreseleri açılmış ve
diğer İslâm beldelerinde de yaygınlaştırılmıştır.
3. Dârüttıb medreseleri ise,
tıb eğitimi ve hasta tedâvisinin birlikte yapıldığı
medreselerdir. Bunlara; Dârüttıb,
Dârüşşifâ, Dârussıhha,
Dârulmerza, Dârulâfiye,
Mâristân, Bîmâristân
gibi adlar verilmiştir. Bilhassa Anadolu’da birçok
Dârüşşifâ kurulmuştur. Selçuklular döneminde: Kayseri’de Gevher
Nesîbe (1205), Sivas’ta Birinci
Keykâvus (1217), Divriği’de Turan Melike Hanım (1288); İlhanlılar
devrinde: Amasya Dârüşşifâsı (1308) açılmıştır.
Silvan’da Bîmâristân-ı Fârûkî
ve Mardin’de Artukoğullarından
Necmeddîn İlgâzi’nin (1108 ve 1122)
Mâristân adlı dârüşşifâsı
hizmet veriyordu. Osmanlılar döneminde de dârüşşifâ
yapımına devâm edilerek, bilhassa Bursa’da Yıldırım
Dârüşşifâsı, İstanbul’da Fâtih, Haseki Sultan, Atik Vâlide, Edirne’de
İkinci Bâyezîd, Manisa’da Vâlide Sultan
dârüşşifâları kuruldu. Hele
Süleymâniye Tıp Medresesi, başlı başına bir merhâle kabûl edilmektedir.
Bu dârüşşifâlar aynı zamanda
hastahâne olarak faaliyet göstermiştir.
Osmanlı medreseleri: Bütün İslâm dünyâsında olduğu gibi,
Osmanlılarda da eğitim ve öğretim umûmî ölçüde medreselere dayanmaktadır.
Osmanlılarda medreseye gidecek bir talebe, beş altı yaşında
sıbyan mekteplerine alınır ve alfabe (elifba), yazı okuma,
Kur’ân-ı kerîm ve “âmâl-i erbaa”
denilen dörtişlem problemleri öğretilirdi.
Osmanlılarda sıbyan mektepleri, köylere varıncaya
kadar her yere yayılmıştı. On beş ve on altıncı asırlarda sâdece İstanbul’da iki
bin sıbyan mektebi vardı. Koskoca Osmanlı
Devletinde, o geniş sınırları içinde düşünecek olursak, ülkedeki
sıbyan mekteplerinin yüz binleri bulacağı kolaylıkla
tahmin edilebilir. On altıncı asırda Osmanlı ülkesinin
pekçok kısmını gezen bir Fransız seyyahı, her köyde mektebe rastlamış ve
ilk tahsilin Osmanlılarda garp (batı) memleketleriyle mukâyese edilemeyecek
derecede çok ileri olduğunu hayretle görmüştür. Buralara câmi ve
mescidlerde yapılan ilköğretim ve eğitim
faaliyetleri de ilâve edilirse, Osmanlılarda yaygın bir eğitim ve öğretimin
varlığı anlaşılır.
Osmanlı maarif teşkilâtında yüksek seviyede eğitim
ve öğretimi gerçekleştiren müesseseler, şüphesiz medreselerdi. Osmanlı
medreseleri sıbyan mekteplerine dayalı orta ve
yüksek öğretim kurumlarıydı. Tapu ve evkaf kayıtlarına göre, orta ve yüksek
öğretim yapan medrese sayısı binden fazlaydı. İstanbul’da:
Süleymâniye, Fâtih, Ayasofya,
Şehzâde, Haseki, Eyüp, İkinci Bâyezid,
Mihrimah Sultan, Yavuz Selim, Atik Ali Paşa, Cafer
Ağa, Yahya Efendi, Zeyrek, Vefa, Vâlide-i Cedîd Üç
Baş Medreseleri; Edirne’de: Selimiye, Üç Şerefeli medreseleri;
Bursa’da: Murâdiye, Yıldırım Bâyezîd,
Çelebi Mehmed medreseleri; Şam’da:
Süleyman Han Medresesi; Bosna’da: Hüsrev
Bey Medresesi; Amasya’da: Hüsamiye,
İkinci Bâyezîd medreseleri; Manisa’da:
Murâdiye ve Hâtuniye medreseleri; Trabzon’da:
Hâtuniye Medresesi; Mekke’de:
Sultan Süleyman Han Medresesi; İznik’te: Orhan Gâzi Medresesi;
Diyarbakır’da: Mesudiye Medresesi; Konya’da: Nalıncı,
Karatay ve Sahip Ata Medresesi; Halep’te:
Hüsrev Paşa Medresesi;
Üsküp’te: İshak Paşa Medresesi;
Ankara’da: Safiyye ve Ak Medrese ile
memleketin daha birçok şehrinde çeşitli medreseler vardı.
Osmanlı medreselerinde teşkilâtlanma:
Osmanlı medreseleri, teşkilâtlanmada kendinden önceki İslâm medreselerinde
olduğu gibi, gâye ve gördüğü hizmetler bakımından birbirinden farklı özellikler
göstermiş olsalar bile, esasta umûmî ve ihtisâs medreseleri olarak ikiye
ayrılır.
* Umûmî Medreseler: Umûmî olarak kadı, müderris ve müftü yetiştirmek
maksadıyla kurulmuşlardır. Kendi aralarında; Yirmili, Otuzlu, Kırklı, Ellili,
Altmışlı ve Altmış Üstü medreseleri olarak isimlendirilmişlerdir.
İhtisas medresesi ise, doğrudan doğruya
ayrıca ihtisâsı gerektiren din ilimlerinden birini, yahut da fen ilimlerinden
birini hedef alan ve o ilmin tahsiline mahsus metodla
öğretim faâliyetinde bulunan medreselerdir. İhtisas medreseleri de kendi
aralarında üç gruba ayrılırdı:
1. Dârülhadîsler:
Özellikle Muhammed (aleyhisselâmın) söz, fiil ve
takrirlerinden meydana gelen hadîslerin tahsil edildiği yerdir. Osmanlılarda
Dârülhadîs, ilk defâ Birinci
Murâd devrinde Çandarlı
Hayreddin Paşa tarafından İznik’te ve İkinci Murâd
tarafından Edirne’de yaptırılmıştır. Bunları tâkiben sonraki asırlarda çeşitli
Dârülhadîsler tesis edilmiştir. Kurulan
Dârülhadîsler içerisinde en önemlisi, İstanbul’daki
Süleymâniye Dârülhadîsiydi.
Osmanlı Dârülhadîslerinde ders kitabı olarak
hadis’ten; Sahîh-i Buhârî, Sahîh-i Müslîm ve
Meşârik gibi eserlerle bunların şerhleri ve
Usûl-i Hadise dâir eserler okutulurdu. Öğretim üyelerine de hadîsle meşgul
olduklarından dolayı “muhaddis” veya “müderris”
denirdi. Buralarda talebe olabilmek için umûmî medreseleri tamamlamak gerekirdi.
2. Tıp medreseleri (Dârüşşifâlar):
Bunlardan dâhiliye, göz ve diş doktoruyla eczâcılar yetişirdi. Tedrisâtta ders
kitabı olarak Osmanlı devri tabiplerince yazılmış eserler okutulurdu. Eğitim ve
öğretim tatbikatlı olarak yapılırdı. Osmanlılarda tıp medreseleri, Bursa,
İstanbul, Edirne ve Manisa’da kurulmuştu. İçlerinde en önemlisi, İstanbul’da
kurulan ve müstakil olup, tıp târihinde önemli bir merhale kabul edilen
Süleymâniye Tıp Medresesidir.
3. Dârülkurrâlar: Bu
medreselerden câmi görevlileri yetişirdi. Sıbyan
mektebini bitiren bir öğrenci önce aşağı seviyede bir
dârülkurrâya alınır, burayı bitirince yüksek seviyedeki
darülkurrâlara devâm ederdi. Buralarda
ilm-i kırâat ve ilm-i
meharici’l-hurûf (tecvit
ilmi ve hâfızlık) öğretilirdi. Buradan diploma alanlar; hâfız, hatip, imam ve
müezzin olurdu. Bu medreselerde; ilm-i
kırâattan Ebû Muhammed
Şâtıbî’nin Şâtıbî
diye şöhret bulan Kaside-i Lâmiye’si
ve Cezerî’nin ona yazdığı
Fethü’l-Vâhid adlı şerhi
okutulurdu. Evliyâ Çelebi’nin beyânına göre, Osmanlılarda ilk
dârülkurrayı Yıldırım Bâyezîd
Bursa’da açmıştır. İstanbul’da ise bütün selâtin câmilerin yanında birer
dârülkurrâ bulunurdu. Bunlardan en önemlisi de
Süleymâniye Dârülkurrâsı
idi. Dârülkurrâlarda okunan dersler, tekrar
sûretiyle ve câmilerde tatbikatlı yapılırdı.
Osmanlılarda yüksek ihtisâs yapılan Mütehassisîn medreseleri de
vardı. Bir tânesi İstanbul’da Yavuz Selim Câmii yanındaydı.
Osmanlı medreselerinde okunan dersler ve
kitaplar: Bâzı otobiyografilerden ve Fâtih Kânunnamesi’nden
tesbit edilebildiğine göre on beş ve on altıncı asır
Osmanlı medreselerinde şu temel ilimler ve eserler okutuluyordu:
* Yirmili Medreseler (Hâşiye-i Tecrid medreseleri):
Bu medreselerde ders kitabı olarak Kelâm’dan Hâşiye-i
Tecrid’in okutulmasından
dolayı bu ismi almıştır. Bunların tahsil müddeti iki yıldır. Okunan ders ve
kitaplar: Belâgat dersinden Mutavvel;
Kelâm’dan: Hâşiye-i Tecrid; Fıkıh’tan:
Şerh-i Ferâiz. Bu eserlerden
Mutavvel ve Şerh-i
Ferâiz’i
tamâmıyla; Hâşiye-i Tecrid’i,
başından Umûr-i Amme bölümüne kadar okuturlardı. Ancak talebelerin bu ilim ve
kitapları anlayabilmeleri için Sarftan, Emsile,
Bina, Maksud, İzzi,
Merâh; Nahv’den
Avamil, İzhar, Kâfiye gibi gramer
kitaplarını; Şerh-i Şemsiyye, Şerh-i Tevâlî,
Şerh-i Metâli, Şerh-i İsâgûci gibi mantık
kitaplarını ve usûl-i fıkha âit Telvih
gibi eserlerin tamâmı veya bir kısmı okutuluyordu.
Otuzlu Medreseler (Miftah
Medreseleri): Bu medreselerde, Belâgattan Şerh-i
Miftâh’ın okutulmasından
dolayı bu ismi almıştır. Bunların tahsil müddeti, önceleri iki seneyken sonradan
bir seneden daha aza düşürülmüştür. Bu medreselerde okutulan ders kitapları:
Fıkıh’tan: Tenkîh ve Tavzîh;
Belâgat’tan: Şerh-i Miftâh; Kelâm’dan:
Hâşiye-i Tecrîd; Hadis’ten:
Mesâbih kitaplarıydı. Bu eserlerden Hâşiye-i
Tecrid’i,
Umur-i Amme’den Vücud ve İmkân bahsine kadar;
Sadr-us-Şeria’yı,
Kitab-ı Bûyu’a kadar;
Şerh-i Miftah’ı,
Mebâhîs-i İcâb ve
İtnâb’a kadar ve Mesâbih’i
iki kere okuturlardı.
Kırklı Medreseler: Bunların tahsil müddeti iki üç yıl
arasında değişirdi. Sonradan bu müddet azaltıldı. Bu medreselerde okutulan ders
ve kitaplar: Belâgat’tan; Miftâhu’l-Ulûm;
Usûl-i Fıkıh’tan; Tavzîh (Teftezânî);
Fıkıh’tan; Sadru’ş-Şeria,
Meşarik; Hadis’ten;
Mesâbih (Begâvî) okutulurdu.
Bunlardan başka başlangıçta; Meâni’den Şerh-i
Miftâh; ortasında Kelâm’dan Şerh-i
Mevâkıf ve yüksek derecesinde Fıkıhtan
Hidâye ile İbn-i
Hâcib’in Nahve âit El-Kâfiye
fi’n-Nahv adlı eseri okutulurdu. Bu
eserlerden Hadis’ten Mesâbih’i başından
Kitâb-ı Büyu’a kadar;
Kelâm’dan Şerh-i Mevâkıf’ın,
Vücud ve İmkân bahsinden İrâz
bahsine kadar; Fıkıh’tan Sadru’ş-Şeria’nın
bir kısmı ve Şerh-i Miftâh’ın
bâzı yerleri okutulurdu.
Ellili Medreseler: Bu medreseler Hâriç ve
Dâhil medreseler olarak ikiye ayrılmaktadırlar. Hâriç Medreseleri:
Bunlarda okutulan ders ve kitaplar Fıkıh’tan, Hidâye;
Kelâm’dan, Şerh-i Mevâkıf; Hadis’ten,
Mesâbih (Begâvî)
okutuluyordu. Dâhil Medreseleri: Bu medreselerde tahsil müddeti önceleri
bir yılken sonra altı aya indirildi. Tedrisatta okutulan ders ve kitaplar:
Fıkıh’tan, Hidâye; Usul-i Fıkıh’tan,
Telvîh; Hadis’ten,
Buhârî; Tefsirden, Keşşâf ve
Beydâvî okutuluyordu. Bu eserlerden
Buhârî’nin birinci cildi;
Hidâye’nin “Kitab-ı
Zekât’tan, Kitab-ı Hacc’a
kadar olan bölümü ve Telvîh baştan
Taksim-i Evvel’e kadar okutuluyordu.
Sahn-ı Seman Medreseleri:
Önceleri tahsil müddeti bir seneyken sonradan altı aya indirilen bu
medreselerde şu ders kitapları okutuldu. Fıkıhtan,
Hidâye; Usul-i Fıkıh’tan, Telvîh
ve Şerh-i Adûd; Hadis’ten; Sahih-i
Buhârî; Tefsir’den, Keşşâf ve
Beydâvî okutuluyordu. Bu eserlerden
Sahih-i Buhârî’yi
baştan sonuna kadar; Hidâye’nin
Kitab-ı Nikâh bölümünden, Kitâb-ı
Büyû’a kadar olan kısmını ve
Telvîh’in Taksim-i Evvel’inden Mebâhis-i
Ahkâm’a kadar; Kâdı Beydâvî Tefsiri’nden de
başta Bakara Sûresi olmak üzere belli sûreler okutuluyordu.
Altmışlı Medreseler: Bu medreselerin
tahsil müddeti bir senedir. Fıkıhtan, Hidâye
ve Şerh-i Ferâiz; Kelâm’dan; Şerh-i
Mevâkıf; Hadisten,
Buhârî; Tefsir’den, Keşşâf; Usul-i Fıkıh’tan,
Telvîh okutulan belli başlı eserlerdir.
Bunlardan: Buhârî’nin üçte birini;
Hidâye’nin, Kitâb-ı
Büyû’dan Kitab-ı Şufaya
kadar olan kısmını; Telvîh’ten
Mebâhîs-i Ahkâm kısmından sonuna kadar olan
bölümünü; başından Tashih bahsine kadar Şerh-i Feraiz’i
ve Şerh-i Mevâkıf’ın
tamâmı okutulurdu. Altmış üstü medreselerde durum altmışlı medreseler gibiydi.
Medreselerde fen eğitimi: Osmanlı medreselerinde yüksek
din bilgileri yanında zamanın yüksek fen bilgileri de öğretiliyordu. Fen
bilgilerinden şu kitaplar okutuluyordu: Hendese (Geometri)den: Allame
Şemseddin Semerkandî’nin
Eşkâlü’t-Te’sîs
isimli geometri prensipleri ve üçgenlerin hususiyetlerini anlatan eseri;
Aritmetik ve Cebir’den, Yine aynı müellefin
Muhtasar fi’l-Hisâb
isimli eseri; Hesap’tan, Bağdatlı İmadüddin bin
Abdullah tarafından yazılan Risâle-i Bahâiye (El-Fevâidü’l-Behâiye)
adı ile anılan meşhur hesap kitabı; yine Hesaptan meşhur âlim Ali
Kuşçu’nun Risâle-i
Muhammediye adlı eseri; Hey’et
(Astronomi)ten, Cagminî’nin (Çayminî
adıyla meşhurdur), El-Mülahhas isimli eseri
ile şerhleri ve Ali Kuşçu’nun Arapça Risâle-i
Fethiyesi okutulurdu. Ayrıca
Kadızâde-i Rûmî’nin o devrin meşhur fen kitaplarına
yazdığı şerhler okutulurdu.
Kadızâde-i Rûmî, Hocası
Gıyâsüddin’in eserine şerh olarak yazdığı Risâle fi
İstihraci’l-Ceyb Derece
Vahide isimli kitabında, bir derecelik yay sinüsünün hesabını yapmıştır.
Osmanlı medreselerinde bu fen derslerinin yanında ayrıca coğrafya, târih ve
İlm-i Hikmet de okutulurdu. Osmanlılarda tıbba dair
ilk eser 1390’da İshak bin Murat tarafından
Edviye-i Müfrede adıyla Türkçe
yazılmıştır. Bundan sonra 1397’de Ahmed-i
Dâî’nin Kitab-ı
Tıb eseri ile aynı tarihlerde
Ahmedî’nin Müntehabât-ı
Şifâ isimli eseri, Sinoplu Mü’min bin
Mukbil’in Kitab-ı
Tıbb’ı,
Dâvûd-i Antakî’nin
Tezkire-i Antâkî’si
ve Emir Çelebi’nin Enmûzecet-üt-Tıb
isimli eseri yazılmıştır. Bu eserler, Osmanlı medreselerinde okutulmuş, ayrıca
tercüme eserlerden de istifâde edilmiştir.
Medreselerdeki eğitim tarzı: Medreseler, umumiyetle, bir
dershane ve etrafında yeteri kadar talebe odalarından meydana gelirdi.
Yaptıranın isteği ve mâlî gücüne göre, bunların dışında imâret, kütüphâne, hamam
vs. ilâve edilirdi. Her medresenin bir vakfiyesi bulunurdu ve bu kurum
tarafından yazdırılırdı. Vakfiyede medresenin çalışma şekli ile vazifelilerin
yevmiyeleri ve medresenin masrafını karşılamak için yapılar vakıflar
gösterilirdi.
Medreselerde, bütün talebenin ortak ders
yapabileceği umumî ve büyük bir dersâne onun
etrâfında dizili olarak her talebe için ayrı bir oda vardı. Müderrisler, umûmî
mevzuları ortadaki büyük dersânede işler, daha
sonra, her talebe kendi hücresine çekilir ve müderrisi ile
başbaşa kendi sahasında çalışırdı. Medresede ders veren öğretim
görevlisine “müderris” denirdi. Müderrisler, imtihânla seçilirdi.
Müderrisin derslerini tekrarlayıp îzah eden müderris yardımcılarına “müzâkereci”
veya “muid” denirdi. Medresede ders gören talebelere
de tahsillerine göre değişik olarak, “dânişmend”, “fakîh”,
“mülâzım”, “suhte” ve “talebe” denirdi. Medreseden
imtihanla mezun olan her talebeye verilen diplomaya “icâzetnâme” denirdi.
İcazetnâmede, medresede okunan derslerin ve müderrislerin adları yazılırdı.
Henüz muîdliğe (müderris yardımcılığına) kadar
çıkamamış talebenin de bir hocanın dersini bitirdikten sonra, diğer bir hocaya
devam edebilmesi için mutlaka elinde “temessük” yâni
o dersi başarı ile bitirdiğine dair bir belgenin bulunması şarttı.
Medreselerde tatbik edilen eğitim ve öğretim prensipleri:
İçinde bulundukları zaman ve mekân bakımından değerlendirildiğinde medreselerin
Osmanlı Devletinin yükseliş devrinde dünyânın en mükemmel tâlim ve terbiye
müesseseleri olduğu görülür. Yine aynı devirde Osmanlı Devleti her bakımdan
dünyânın en büyük ve en mükemmel devletidir. O devirde Osmanlı Devletine bu
mükemmelliği kazandıran unsur, hiç şüphesiz medreselerdir. Bunun da sebebi;
medreselerin, bir mânâ ve madde bütünlüğü içinde idrâk ettiği insana, din ve
dünyâ ilimlerini, hassas bir denge içinde kazandırmasıdır.
İnsanı dünyâperest olmadan dünyânın
fâtihi ve sâhibi yapmak için, Osmanlı Devletinin temel taşı olan din ve devlet
adamlarını en mükemmel şekilde yetiştirmeyi sağlayan medreselerdi. Medreseler,
bütün dünyâya örnek teşkil eden din ve devlet adamlarını yetiştirirken, şimdi,
modern pedagojinin kabul ettiği, Dalton Plânı ve
Vinetka Sistemi adıyla uygulamaya koyduğu ferdî
kabiliyete göre ferdî öğretim yapmayı hedef alan plân ve programları benimseyen
bir metod geliştirmiş, bütün medreselerde bu
metod tatbik edilmiştir. Bu metoda göre medreseler,
bugün modern pedagojinin de tavsiye ettiği bir tarzda sınıf
geçme yerine dersten geçme yolunu seçmiş,
mezuniyeti yıllara değil, kâbiliyet ve çalışkanlığa bağlamıştı. Bu bakımdan
medreselerde okuma süresi hoca ve talebenin gayretine bağlı olarak uzayıp
kısalırdı.
Zeki ve çalışkan bir öğrenci tahsilini çabuk
tamamlayıp kısa zamanda mezun olabilirdi. Ancak devlet memuru olabilmesi için
belli bir yaş aranırdı. Medreselerde umûmî derslerin yapıldığı sınıflarda talebe
sayısı yirmiyi geçmezdi. Bu durum, derslerin sık
sık tekrarlarla ve karşılıklı soru sorulup cevap
verilme imkânını sağlar ve en iyi şekilde öğrenmeye imkân hazırlardı. Bu husus
günümüzde de çok önemli kabul edilir. Bugün Amerikan okullarında talebe sayısı
yirmiyi geçmez. Medreselerde, günde beş saat,
haftada dört gün ders yapılırdı. Dersler sabah namazından sonra başlar, öğleye
kadar devam ederdi. Öğleden sonra talebe serbest bırakılırdı. Haftanın Salı,
Perşembe ve Cuma günleri tatil yapılırdı. Fâtih Kanunnâmesi’ne göre,
medreselerin denetimi mahallî müftülüklere bırakılmıştı. Bu durum, eğitim ve
öğretim faaliyetlerinin mahallî ihtiyaç ve şartlara göre organize edilmesine
faydalı olmakta, halkın eğitim ve öğretim faâliyetlerine ilgi duymasına,
medreselere mâlî katkılarda bulunmalarına yardım etmekteydi.
Medreseler bundan asırlar önce, eğitim ve öğretimi, bir sınıf ve
zümre imtiyâzı olmaktan çıkarmak ve toplumda sosyal adâleti, fertler arasında
fırsat ve imkân eşitliğini sağlamak için, parasız tedrîsât yaparlardı. Talebenin
ve öğretim elemanlarının masraflarını zenginler ve çok defâ bu maksatla kurulmuş
vakıflar karşılardı. Böylece eğitim ve öğretimin finansmanı işinde devletin
yükü, mümkün mertebe hafif tutulurdu.
Medreseler, sâdece din ve dünyâ ilimlerini
öğretmekle kalmamış, ruh ve beden terbiyesini birlikte yürütmüşlerdir. Bu
sebeple medreselerde yüzme, güreş, koşu, ok atma, cirit oyunu, ata binme gibi
sporlara da yer verilmiştir. Bunlardan başka yine; hüsn-i
hat, tezyinât, hitâbet ve kitabet olmak üzere çeşitli bediî (estetik)
faaliyetlere medreselerde mühim yer verilmiştir. Bizim kültür ve medeniyet
târihimizde şerefli birer yer tutan hattatlar, nakkaşlar, mimarlar, hatipler vs.
hep medreselerden yetişmişlerdir.
Medreseler, devlet eliyle kurulduğu gibi, şahıslar tarafından da kurulabilirdi.
Bu bakımdan memleketimizde padişahların, sadrazamların, vezirlerin ve diğer
devlet adamlarının yanında, ilim adamlarının zengin ve orta halli Müslümanların
da kurduğu pekçok medrese vardı. Bu durum, günümüz
devlet okulları ile özel okulların kuruluş şekline model olmuştur.
Medreselerde yüksek zekâ ve kâbiliyete ehemmiyet verilirdi.
Bilhassa, Osmanlılar zamânında, devlet hizmetleri için kurulan “Enderun-i
Hümâyûn” müessesesi, bu konuda tipik bir örnektir. Enderun-i Hümâyûn’a önceleri
devşirme çocukları alınırken, daha sonra İstanbul ve Anadolu’dan Müslüman
çocukları da alındı. Buraya alınan çocuklar ister devşirme, ister Müslüman
çocukları olsun, hepsi çeşitli tetkik ve müşâhadelerden
geçirilerek seçilirdi. Bu çocuklar, Enderun’a sekiz ilâ on beş yaşlarında
alınır, seçkin hocalar elinde ders görürlerdi. Bunlara önce sağlam bir İslâm
terbiyesi verilir. Sonra başta Türkçe olmak üzere Arapça ve Farsça ile çeşitli
spor, sanat ve askerlik bilgileri öğretilirdi. Tahsil süreleri yedi-sekiz yıl
sürerdi. Osmanlılarda ilk Enderun Mektebi, Murâd-ı
Hüdâvendigâr tarafından Edirne’de açtırılmıştı. Daha
sonra Fâtih zamanında Fâtih Kânunnâmesi ile Enderun Mektepleri tam bir
teşkilâta kavuşturuldu. Bilhassa ilk kuruluş ve Osmanlı Devletinin yükselme
devrinde bu mektepler önemli vazife gördüler ve Osmanlı devlet idâresine altmış
Sadrazam, üç Şeyhülislam, yirmi beş Kaptan Paşa yetiştirdiler. Bu okullarda ders
olarak; tefsir, hadis, fıkıh (Hanefî fıkhı), ferâiz,
şiir ve inşâ, astronomi, geometri, hesap, coğrafya, ilm-i
kelâm, mantık, meânî, bediî ve beyân ile hikmet
dersleri okutulurdu.
Yirminci asrın tanınmış psikologlarından Amerikalı
Terman test konusundaki araştırmalarında, Enderun
Mektebine alınan talebelerle ilgili olarak, “Zekâ ölçmek, test usulünü
kullanmak, dünyâda ilk defa Osmanlılarda, Enderuna
seçilen talebelerde uygulanmıştır” demektedir.
Osmanlı medreselerinin son zamanları ve
kaldırılmaları: İslâm âleminde, medreselerde okutulan yüksek din ve fen
bilgileri sâyesinde Müslümanlar, ilim ve medeniyette çok ileri gitmişlerdir.
Avrupalılar ise aksine, ilim ve medeniyette geri kalmışlardı. Bilhassa
Osmanlılar zamanında ordularımız, Viyana kapılarına dayanmıştı. Bu durum
karşısında Avrupa, Müslümanlar tarafından fethedilme endişesine kapılmıştı.
Avrupa’nın Müslümanlarca fethedilmesi onlara göre, Hıristiyanlığın yok edilmesi
demekti. Bu endişe sebebiyledir ki, Avrupalılar (Hıristiyan âlemi), başta
papalık olmak üzere hepsi, aralarında gizlice anlaşarak, Osmanlı Devletini her
ne pahasına olursa olsun mutlaka yıkma kararı almışlardı. Bu karar sonrası
Avrupalılar, Osmanlı Devletine karşı yıllar boyu süren harpler açmışlar, onu
yıkmağa uğraşmışlardır. Fakat Osmanlı Devleti, başlangıçta sağlam temeller
üzerine kurulduğu ve medreseler vasıtasıyla din ve fen âlimleri yetiştirdiği,
medreselerin bir kolu olan Enderun mektepleriyle de, sağlam karakterli devlet
adamı, disiplinli kumandan ve vatansever askerî erkân yetiştirmede
Avrupalılardan çok üstün olduğu için harplerle yıpranmış olsa bile,
yıkılmıyordu. Avrupalılar, Osmanlı Devleti yıkılmadığı müddetçe, kendilerini
tehdit altında kalmağa mahkum hissediyorlardı. Tehlikeyi bertaraf etmek için
Avrupalılar, senelerce uğraştıkları halde harp gücü ile yıkamadıkları Osmanlı
Devletini fesat ve hile ile yıkabileceklerini anladılar.
Birgün İstanbul’da bulunan İngiliz
elçisi, gece yarısı İngiltere’ye gizli bir şifre çekti. Elçi şifresinde;
“Buldum, buldum Osmanlıları zaferden zafere ulaştıran sebebi
vebunları durdurmanın, Osmanlı Devletini yıkmanın
çaresini buldum!” diyor ve bulduğu çareleri şöyle anlatıyordu: “Osmanlılar
harpte aldıkları esirlere hiç kötülük yapmıyor, onlara kardeş gibi
davranıyorlar. Hangi milletten hangi dinden olursa olsun küçük çocukların
zekâlarını ölçüyorlar. Keskin zekâlı çocuklar seçilerek, saraydaki (Enderun)
denilen mekteplerde, değerli öğretmenler tarafından okutuluyor. İslâm bilgileri,
İslâm ahlâkı, fen, kültür dersleri verilerek, kuvvetli, başarılı bir Müslüman
olarak yetiştiriliyorlar. Osmanlı ordularını zaferden zafere ulaştıran değerli
kumandanlar, Sokullular ve Köprülüler gibi seçkin
siyaset ve idare adamları, hep böyle yetiştirilen keskin zekâlı çocuklardı.
Osmanlı akınlarını durdurmak ve böylece Osmanlı Devletini yıkmak için, onların
açtığı bu Enderun mekteplerini ve bunların kolları olan medreseleri yıkmak,
Osmanlıları fende ve diğer ilimlerde geri bırakmak lâzımdır.”
İngiliz elçisinin müjde olarak gizlice bildirdiği bu görüş ve
planları, Tanzimata yakın Osmanlıların Avrupa’ya
tahsil maksadıyla göndermiş oldukları bâzı kimselerin orada okurken kendi
şahsiyetlerini ve millî hislerini unutacak kadar Avrupa kültürü tesiri altında
kalmaları ve daha sonraki yıllarda Avrupa devletlerinin himaye ve baskısı ile
Osmanlı Devletinin kilit noktalarına yerleştirilmeleriyle gerçekleşme imkânı
bulmuştur. Jöntürk adı verilen bu
kimseler, bulundukları makamlarından istifade ederek, Avrupa devletlerinin de
kendilerini desteklemesiyle medreselerden, önce, fen bilgilerini, bunun
arkasından da yüksek din bilgilerini kaldırttılar (Bkz.
Jön Türkler). Bu durum, medreselerin fonksiyonunu kaybetmesine sebep oldu, aynı
zamanda Osmanlıların ilim ve fende Avrupa’dan geri kalmasına ve Osmanlı
Devletinin yıkılmasına zemin hazırladı. Medreseler 3 Mart 1924 târihli
Tevhid-i Tedrisat (Eğitimde eşitlik) kânunuyla
tamâmen kaldırıldı.
*
MEHAZ
:
YENİ REHBER ANSİKLOPEDİSİ’NDEN ALINDI.
****
****
*** ALTUNTOP.NET -- Abdülhakim ALTUNTOP