Madde ile Mânânın; Ruh ile Vücûdun; Akıl ile Zekânın Buluştuğu Adres
Abdülhakim ALTUNTOP -- İSLAM ve BİLİM
FELSEFE NEDİR ?
**
Alm.Philosophie (f),Fr.Philosophie (f),İng.Philosophy.Yunanca “philos”
(sevgi) ve “sofia” (hikmet)
kelimelerinden meydana gelmiş bir terim. “Philosophie”
kelime mânası îtibâriyle “hikmet sevgisi”
demektir.Madde-hayat-yaratılış-kâinât-ruh-ölüm-ölüm sonrası gibi
konularda insan gayretinin akla dayanarak ortaya koyduğu düşünce
ve görüşlerin tamâmına “felsefe” denir. Felsefeden maksadın, “herşeyin
aslını aramak” olduğu kabul edilir.
İlk ve ortaçağ filozofları
felsefeyi “varlıkların, prensiplerin ve sebeplerin ilmi”
şeklinde târif etmişlerdir. Günümüzün genel târifi ise; “Madde
ve hayâtı, kâinât, cemiyet, rûh gibi varlıkları din ve tanrı
konularını inceleyen düşünce gayreti ve bunun netîceleri.”
şeklindedir.
Eski Yunanistan’da bütün ilimler, felsefe içinde
incelenirdi. Filozoflar, ahlâk, mantık, metafizik gibi asıl
konularının yanısıra; astronomi,
fizik, tabiat târihi gibi bilim dallarıyla da uğraşırlardı.
Çünkü felsefenin temeli olan “düşünme”, ancak “bilgi” ile mümkün
olabilirdi. Fen bilgilerine, İslâm âlimlerinin çalışmaları
netîcesinde zamanla müşâhede (gözlem),
tedkik (inceleme), tecrübenin (deneyin) girmesiyle, bu
bilgiler felsefeden ayrıldı.
M.Ö. 600 yıllarında yaşayan
Tales(Thales),
ilk filozof olarak kabul edilir. Mensubu olduğu İyon felsefe
okulu; “Dünyâ neden yapılmıştır?” sorusuna cevap aramıştır. Bu
soruya, çeşitli görüşler öne sürerek cevap verenlere; “Nereden
biliyorsunuz?” suâli soruldu ve bunlara “sofistler” denildi ve
bunlar eşyânın hakîkatini de inkâr ettiler. Sokrates ise
sofistlerin düşüncelerini gülünç bularak, her şeyden önce “Neye
yarar?” sorusuna cevap verilmesini, felsefenin temeli yaptı.
Daha sonra gelen filozoflar bu sorulara “İnsan ve dünyâ niçin
vardır?”, “Kim var etmiştir?”, “Ne zaman var olmuştur?”,
“Varlığı nasıldır?”, “Sonunda ne olacaktır?”, “Rûh nedir?”,
“Tanrı nedir?”, “Ahlâk nedir?”, “İdeal ahlâk nedir, nasıl
olmalıdır?”, “Toplumun düzeni ve irâdesinin prensipleri
nelerdir?”, “Eğitim ve eğitimden beklenenler nelerdir?”... gibi
pekçok sorular bulup sordular ve
bunlara kendi görüş ve anlayışlarına dayanarak cevap verdiler.
Her çağda gelen filozoflar, bir
öncekilerin görüşlerinin eksik ve yanlışlarını göstererek kısmen
veya tamâmen reddettiler ve bu sorulara yeni baştan cevaplar
aradılar. Eski Yunan filozoflarından Eflâtun ve Aristo’nun, daha
sonra gelen filozoflar üstündeki tesirleri daha uzun ömürlü
oldu. Bugünkü felsefeyi İngiliz filozofu
Froncis Bacon ile Fransız filozofu
René Descartes’in kurduğu kabul edilir. Bu iki filozofun
felsefede “metod” üstüne görüşleri
kendilerinden sonra gelenleri de etkilemiştir.
Felsefenin tek dayanağı akıldır.
Filozoflar, çeşitli bilgilerini akıllarıyle
bir düzene sokarak, yukarıdaki sorulara cevap vermek
istemişlerdir. Fakat, gerek zamanla tecrübî
bilgilerin değişmesi ve gerekse bir başka insanın aklının bir
önceki filozoftan daha farklı bir yapıya
sâhib olması sebebiyle kurdukları
felsefik sistemler şu veya bu oranda ve
bâzan tamâmen değişmiştir. Böylece
ortaya çıkan çeşitli felsefe okulları birbirini devamlı
reddetmişlerdir. Felsefecilerin tek bildiği, hakikati, tekte
değil, çokta; nihâyet hakta değil, bâtılda aramanın
sanatıdır.Ancak bunlar akılları ile her şeyi çözmeye
çalıştıkları için bir sonraki filozof, bir öncekini kötüleyerek
yükselmektedir. Bunlar arasında târih boyuca stoacılık,
epikurosçuluk, şüphecilik, yeni
Eflâtunculuktan başka amprzim,
doğmatizm, pragmatizm, pozitivizm,
materyalizm, iskolatizm,
transandantalizm, determinizm, realizm, idealizm, nihilizm,
egzistansiyalizm, mistisizm gibileri de parlayıp söndü. Bu arada
eski Çin ve Hind’de de çeşitli
bakımlardan batı filozoflarına yaklaşan veya aynı felsefî
görüşler öne sürenler oldu.Târih boyunca yaşamış filozoflar
içinde Sokrates,Aristo, Eflâtun (Platon),
Demokritos, Epikuros,
Fârâbi, İbn-i
Rüşd,Thomas,
Montaigne,Bacon, Descartes, Spinoza,
Berkeley, Kant, Hegel,
KarlMarx,
Schopenhauner, OgüstCompte,Bergson,Hüsserl,
Sartre meşhur olmuşlardır. Bunların hiçbiri zamânı ve coğrafyayı
aşacak, yanlış ve eksikleri bulunamayacak sistemler kuramamış ve
îzâhlar da yapamamıştır.
Gelmiş geçmiş bütün filozoflar, îmân
bakımından üç sınıfta toplanır. Birincisi Dehriyyûn olup, Allahüteâlânın varlığına inanmayanlardır.
Bunlar, bu âlem böyle kendiliğinden gelmiş ve böyle gidecektir.
Bunu yaratan yoktur. Canlılar da böyle birbirlerinden üreyip
sonsuz olarak sürecektir, diyorlar. İkinci kısımdakiler,
Tabîiyyeciler olup,
canlılarda ve cansızlardaki akıllara hayret veren intizâmı
(düzeni) ve incelikleri görerek,Allahüteâlânın varlığını söylemişlerse de,
tekrar dirilmeyi, âhireti, Cennet’i,
Cehennem’i inkâr etmişlerdir.Üçüncü kısımdan olanlara
İlâhiyyûn adı verilmiş olup,
bunlar ilk ikisinin görüşlerini reddederek, yanlışlarını ve
eksiklerini çok açık ve ağır şekilde bildirdiler. Fakat,
peygamberlere ve peygamberlerin bildirdiklerine inanmadılar. Her
üç kısımdakiler de gerçek ilim adamlarının inanacakları şekilde
inanamadılar. Ebedî saâdetten mahrûm kaldılar.
İslâm dîninde felsefe yoktur.
Çünkü felsefenin cevap aradığı soruların hepsine hiç değişmez ve
aksi iddia ve isbat edilemeyecek bir
mükemmellikte Allahüteâlâ tarafından cevap verilmiştir.
Kur’ân-ı kerîm,
yaratanı (Hâlık’ı) ve yaratılmışı
(mahlûku) birbirinden kesin bir şekilde
ayırarak, her şeyin aslını haber vermektedir. İnsan, ruh,
yaratılış, hayat, ölüm, ölümden sonrası, ahlâk, cemiyet düzeni
ve idâresi ve felsefecilerin akıllarına dayanarak îzâh etmeye
çalıştıkları her şey,Allahüteâlâ tarafından, Peygamberimiz
Muhammed aleyhisselâma âyetler
hâlinde bildirilmiş ve O da bütün insanlara, kıyâmete kadar
değişmemek üzere, tebliğ etmiştir. Îmânın altı esâsı içinde
bütün bunlar vardır ve kaynağı akıl değil vahiydir. Bunlar,
insan aklından çıkmadığı için, fen bilgisinin, tekniğin,
zamânın, coğrafyanın ve insanların akıllarının değişmesiyle
değişmez. Kıyâmete kadar bâkidir, devamlıdır. Îmânın altı
esâsını iyi öğrenen, Muhammed
aleyhisselâmın bildirdiği gibi inanan bir
Müslümanın, felsefecilerden soracağı
bir şey ve felsefe yapacağı bir konu kalmaz. Asırlar önce
yaşamış bâzı büyük İslâm âlimlerinin felsefeyle meşgûl
olduklarına dâir gelen haberlerin iki mânâsı vardır:Biri Yunan
felsefesine cevaplar verdiği, diğeri de o zamanlar felsefe
kelimesinin içinde yer alan matematik, mantık, fen ve tabiat
bilgileri gibi ilimlerle meşgul olduklarıdır.
Batı âleminde ve bilgileri
tamâmen batıya dayananlar nazarında, İslâm dünyâsındaki
tasavvuf, felsefe zannedilmiş ve tasavvuf büyüklerinin
(evliyâların) pek çoğu haksız ve yanlış olarak filozof olarak
isimlendirilmiştir. “İslâm felsefesi” tâbiri de bu yanlışlıktan
doğmuştur.
Ayrıca, İslâm felsefesi denilen
bilgiler öne sürenler Ehl-i sünnetin
dışındaki 72 sapık fırkanın (grupların) mensuplarıdır.Zâten bu
fırkaların ortaya çıkışında yüksek din bilgilerine eski Yunan,
Hind ve Acem felsefesinin kısmen de
olsa karıştırılmasının veya bu fırkalara mensup din adamlarının,
din bilgilerinde kendi akıllarına uymasının çok büyük tesiri
olmuştur.
Tasavvuf, felsefe değildir.
Mutasavvıflar da filozof değildir. Tasavvufun,
İslâmî ilimler içindeki adı; “kalb
ilmi” veya “ilm-i
ahlâk”tır.Mutasavvıf; îmânın ve İslâmın
şartları üstünde fikir yürüten, aklına dayanarak görüş açıklayan
kimse değil, bunları Peygamber efendimizin (sallallahü
aleyhi ve sellem) bildirdiğine uygun
olarak, aklı ve vicdanı ile tam ve doğru anlayıp, insanlara
açıklayan ve bunlara eksiksiz uyan Müslüman demektir. Bu
zâtların ilmî ismi, “ulemâ-i râsihîn”dir.
Tasavvuf ve mutasavvıf kelimeleri sonradan konulmuş
kelimelerdir.Ayrıca, filozoflar akıllarına geleni söylemiş, bu
âlimler ise Peygamber efendimizin bildirdiklerini, yâni
Allahüteâlâ
tarafından vahyedileni tekrarlamış
ve açıklamışlardır. (Bkz. Tasavvuf,
Ehl-i Sünnet)
İslâm dîninde “tefekkür” vardır
ve çok kıymetli bir ibâdet olduğu bildirilmiştir.Tefekkür
“Fikri, bâtıldan hakka çevirmek.” olarak târif
edilmiştir.Tefekkür eden kimseye “mütefekkir” denir. Tefekkürden
maksat iki şeydir. Birincisi:Allahüteâlânın azametini (büyüklüğünü),
kudretini düşünerek, insanın bu azamet karşısındaki
acz ve zayıflığını anlayarak, O’na
yönelmek ve sığınmak, eşyâdan, olaylardan, kâinattan ibret
alarak, eserden müessire (o eseri yaratana) yol
bulmak.İkincisi:Günlük hayatta karşılaşılan güçlük ve
sıkıntıları yenmek, eşyâyı, ilmi ve tekniği İslâm dîninin
bildirdiklerine uygun, insanların râhat ve huzûrunu temin etmek
maksadıyla kullanmak için akıl ve fikir yormak. Her iki türlü
tefekkürün de çok mühim olduğu ve birincisinin ikincisinden daha
kıymetli olduğu bildirilmiş olup, her ikisi de Müslümanlara
emredilmiştir. Bu yolda çalışanların en üstünü ve büyüğü olan
hazret-i Ebû
Bekr günler ve geceler boyu süren tefekkürden
sonra:“İdrâkin aczini idrâk etmekten daha büyük idrâk olmaz.”
diyerek insanın Allahüteâlâyı anlamakta âcizliğini ve O’na
teslim olmanın şart olduğunu belirtmiştir.
Yine İmâm-ı Gazâlî de; “Gördüm ki
akıl izmihlâl (yıkılma) içindedir. Akıl daha kendisinden bile
habersizdir.Her şey peygamberlik gerçeğindedir. Bu gerçeğe
yapıştım ve kurtuldum.” demiştir.
Hazret-i Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî’nin; “Hocam Şems-i
Tebrîzî’yi tanıyınca ona tâbi oldum.
Aklıma uymadım, kurtuldum.” sözü meşhurdur. İslâm âlimlerinin
yüz binlerce cilt kitaplarında bu konu ile ilgili her söz, aynı
şeyi tekrarlamaktadır. Dolayısıyla İslâm dünyâsında aklı temel
alan bir felsefe olmamış, vahyin bildirdiklerine uygun tefekkür
(düşünme, fikir yorma) olmuştur. Böylece akıl, yerinde
kullanılmıştır.Hiçbir Müslüman, peygamberlik makâmının ve
peygamberlerin bildirdiklerinin yerine aklını koymamıştır (Bkz.
Akıl).
Fârâbî,İbn-i
Rüşd ve İbn-i
Sînâ gibi bâzı filozoflar ve bid’at
fırkaları, Yunan filozoflarının tesirinde kalıp, akla çok
güvendikleri, nakli değil, aklı esas aldıkları,
Kur’ân-ı kerîmi ve
hadîs-i şerîfleri kendi akıllarına göre açıkladıkları için,
doğru yoldan ayrılarak îmânlarını tehlikeye atmışlardır.
Akıl konusunda, felsefede kuru
akılcılığı yıkan Bergson’a: “Siz
akılcılık mesleğini yıktınız, ama metodunuz yine aklîdir!”
denildiğinde, cevap olarak söylediği; “İşte aklın atacağı en
nihâî (son) adım kendi aczini ve hiçliğini anlamasıdır!” sözü de
pek mânâlıdır.